Çankırı Asliye Hukuk Mahkemesi; boşanma istemiyle başvuran, şiddet gören ve dördüncü çocuğuna hamile olan bir kadının davasını "...Küze susuz ev sözsüz olmaz derler...ayrıca bir atasözümüzde 'kadının karnını sıpasız, sırtını sopasız bırakmamak gerek' der..." diyerek, "...evlilikte tartışmaların olabileceği, ayrıca kadının dördüncü çocuğuna da hamile olması...." gerekçeleriyle reddetmiş ve hepimize "örnek bir karar" sunmuştu!
Israr edip de kararı yorumlamak gerekirse; Türkiye'de kadınlar şiddete maruz kalmaktadır ancak bu şiddet meşrudur. Kadınlar evlilikte şiddete tecavüz şeklinde de maruz kalmaktadır ancak bu, evliliğin sıhhati ve devamlılığı olarak yorumlanmaktadır. Bu şiddet atalarımızdan yadigardır ve halen devam etmesinde de bir sakınca yoktur!
Medeni Hukuk alanında, yasalardaki ayrımcı düzenlemeler, (Her ne kadar 2002'de yeni 4721 Sayılı Medeni Kanun kabul edilmiş olsa da) geçmişten bugüne yansımalarını kararlarda da göstermiştir:
"Boşanmaya neden olan olaylarda, eşini döven koca da eşit kusurludur..."
Boşanmaların önemli bir yüzdesi şiddet nedeniyle gerçekleşmesine rağmen (bu şiddet; fiziksel, ekonomik, psikolojik ve sözel gibi çeşitli biçimlerde kendini göstermiş olabilir), birçok yerel mahkeme ya da Yargıtay kararında kusur incelemesi yapılırken bir eşitleme gayreti içinde olunduğu dikkat çeker.
En basit anlatımıyla "...Boşanmaya neden olan olaylarda, eşini döven koca da eşit kusurludur..." (Y2HD 2003/1317 E.,1258 K) şeklindeki bir ifade bu durumu örneklemektedir:
Yani söz konusu olayda kadının bir takım kusurları olmuştur ancak ona şiddet uygulayan koca da eşit kusurludur. Fiziksel şiddet uygulayan bir kişinin bunu sözsüz ve hakaretsiz yapmayacağı, büyük olasılıkla şiddetin farklı biçimlerini de sistemli olarak uyguluyor olabileceği gerçeği üzerinde durulmaz.
Şiddetin etkisi bir yıl sürer!
Kararlarda genel olarak fiziksel şiddetin tamamen lanetlendiği ve kadının - diyelim ki hakaret vb.- kusurları olsa da, şiddetin hiçbir kıyaslamaya tabi tutulmadan, en ağır kusur olarak nitelendiğine tanık olmak pek mümkün değildir.
Şiddet bu ölçülerle değerlendirildiği, özellikle kadınlara yönelik şiddetin sistematik ve sürekli bir biçimde uygulana geldiği ve nedenleri görülmediği zaman, "dövme ve hakaret"in etkilerinin ne kadar sürebileceği konusunda da ilginç yorumlar getirebilir
Yargıtay kararları: "...davalı müşterek konutu terkte haklı ise de, haklı bir nedenle müşterek haneye dönmediğini kanıtlayamamış, terkten itibaren de bir buçuk yıl süre geçmiş, dövme ve hakaret etkisini kaybetmiştir..." (Y2HD 2002/5757 E. 6722 K.)
Evet, şiddetin etkilerine bir süre biçersek, bir, bir buçuk yıldır diyebiliriz!
Kadınların yıllardır şiddete karşı yürüttüğü kampanyaların sonuç verebilmesi için; gerçekten bir devlet politikası olarak da lanse edilerek "şiddete karşı sıfır tolerans" deniyorsa, şiddete karşı etkin önlemler almak ve engellemek niyeti ciddiyse, öncelikle bunun mahkeme kararlarına da yansıması ve şiddet söz konusu olduğunda hiçbir kusur kıyaslamasına gitmeden yorum yapılarak "sıfır tolerans" ı ortaya koyan kararların gündeme gelmesi, örnek olması gerekir.
Öncelikli olan bireyin şiddete karşı korunması
Medeni Kanun ve TCK değişikliklerinden önce 1998 yılında yürürlüğe giren ve aile içi şiddetin önlenmesi konusunda önemli tedbirler getiren bir kanun ise 4320 Sayılı "Ailenin Korunmasına Dair Kanun".
Bu Kanun aslında adından başlayarak sorgulanması gereken ve değişikliklerin yapılmasına ihtiyaç gösteren bir kanun olmasına rağmen, şiddeti önlemek konusunda hızla uygulanması gereken tedbirler getirdiğinden kadınlar açısından önem taşıyor. Bu kanunla ilgili bir kararı aktarmak istiyorum:
Evli olmayan, ancak birlikte yaşadığı erkekten şiddet gören bir kadının başvurusu üzerine, Kadıköy 1. Aile Mahkemesi'nce verilen kararda (2005/11 D.İş.) "...İnsan hakları ve temel özgürlüklerin korunmasına dair 04.12.1950 yılında kabul edilen Avrupa Sözleşmesi'nin 8. maddesi ve bu maddeye dayalı olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından aile kavramı yeniden belirlenmiş, bu kavram içersinde tarafların aynı çatı altında birlikte bulunmaları ve çevreden bakan kişilerin ve insanların bunu bir evlilik kurumu olarak kabul etmeleri halinde bunun evlilik olarak kabul edilip, buna göre bir takım korumalardan yararlanması öngörülmüş..." denilerek, "...Her ne kadar taraflar arasında resmi evlilik yok ise de, kadınlara yönelik şiddetin uluslararası hukuka göre yasaklanmış bulunması ve Türkiye'nin taraf olduğu sözleşmelerle ülkemizde kadınlar ve çocuklara yönelik şiddetin önlenmesi konusunda yükümlülük altına girilmesi ve esasen bu şiddetin iç hukukumuzda da yasaklanmış bulunması..." gibi gerekçelerle, aslında bireyin şiddete karşı korunmasının ne denli önemli ve öncelikli olduğu vurgulanıyor.
"Evli değillerse bu kanunu uygulayamam" gibi düz, kolaycı ve korumacı olmayan bir yoruma gidilmiyor.
Öncelikli olan yaşam hakkının korunması, özellikle de kadınlara yönelik şiddet bu denli yoğunken, bu tür tedbir içeren kanunların işlevli kılınması, etkin olması çok büyük önem taşıyor.
Nitekim yeni TCK'da Kötü Muamele başlığı altında yer alan 232. madde de "Aynı konutta birlikte yaşadığı kişilerden birine karşı kötü muamelede bulunan kişi..."ye getirdiği ceza düzenlemesiyle bu kararı destekler nitelikte...
TCK'nin getirdikleri
Kadınlara yönelik ayrımcılık, eski TCK'da (Türk Ceza Kanunu) cinsel suçları düzenleyen bölüm başlığından itibaren kendini gösteriyordu: "Adab-ı Umumiye ve Nizam-ı Aile Aleyhine Cürümler"... Yani esas olarak kadınlara yönelik olması nedeniyle (zaten anlayış olarak bir kadının cinsel saldırıda bulunması da, cinsel ilişkide aktif olması da kabul edilebilir değildi), "kadınlara cinsel saldırı suçları" diye düşünebileceğimiz bu bölümün başlığı, kadınların bir kişilik, kendine ait bedeni olan bir varlık olarak dahi kabul edilememesi nedeniyle bu şekilde düzenlenmişti. Kadınların bedeni topluma ve aileye aitti!
Ceza Kanunu'nda açıkça kadınlara karşı ve kadınlar arasında da kadın-kız şeklinde ayrımcılık yaratan bu anlayış, ister istemez kendini bütün madde düzenlemelerinde de gösteriyordu: Evli kadın kaçırıldığında cezanın daha ağır, bekar kadın kaçırıldığında daha hafif olabilmesi; tecavüze uğrayan kadın tecavüzcüsüyle evlendirildiğinde, cezasızlık haliyle, kadın hariç tüm aile, toplum ve geleneklerin onur, şeref ve haysiyetinin kurtarılması gibi!!!...
İşte 2005'de yürürlüğe giren 5327 Sayılı TCK'nin getirdiği en önemli değişiklik, aslında suçların soyut, belirsiz (belki de gelenek, ahlak, aile gibi fazlaca belirli!) kavramlara karşı değil, kişilere karşı işlenmiş sayılması yönündeki değişiklik sayılabilir.
Kadınların bedeni topluma değil kendilerine ait
Artık yasa önünde kadınların bedenleri topluma değil, kendilerine aittir. Suç kişiye karşı işlenmiş olunca, ister istemez "ırza geçme, ırza tasaddi" gibi (içkin) cinsiyetçi kavramlar da yerini "cinsel suç" kavramına bırakmıştır.
Kanun, cinsel suçları, "Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar" başlığı altında ve Kişilere Karşı Suçlar bölümünde düzenlemektedir (102-105).
102. maddede düzenlenen cinsel saldırı suçunda "Cinsel davranışlarla bir kimsenin vücut dokunulmazlığını ihlal eden kişi, mağdurun şikayeti üzerine iki yıldan yedi yıla kadar hapis ile cezalandırılır".
102/2 de ise "Fiilin vücuda organ veya sair bir cisim sokulması suretiyle işlenmesi durumunda, yedi yıldan on iki yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Bu fiilin eşe karşı işlenmesi halinde soruşturma ve kovuşturmanın yapılması mağdurun şikayetine bağlıdır" denilmektedir.
Bu noktada, suçun, failin (yani erkeğin) kastına ve davranışlarına göre şekillendiği eski TCK anlayışından bir ölçüde çıkıldığına dikkat çekmek gerekirse de yeterli değildir.
Çünkü her ne kadar, sadece organ değil "vücuda organ veya bir cisim sokulması..." denilse de, kadının cinsel özgürlüğü, vücut bütünlüğü ve saldırı anında hissettikleri ceza tayininde esas alınmamış, maddenin 1. ve 2. fıkraları karşılaştırıldığında yine "duhul" esas alınmıştır diyebiliriz.
Evlilik içi tecavüz
Ancak bu maddeyle getirilen en önemli düzenleme; bugüne kadar yok sayılmaya çalışılan ve her nasılsa sadece "ters ilişkinin", (1996 tarihli Yargıtay Ceza Genel Kurul Kararı sürekli tekrarlanmak suretiyle) 478. madde yani kötü muamele kapsamına sokulmasıyla gündemden çıkarılmaya çalışılan, evlilik içi tecavüzün bugün açıkça bir suç olarak düzenlenmesidir.
Kadınlara yönelik şiddetin yüzde 75'inin tanıdıkları, yakınları tarafından gerçekleştirildiği, saldırıların yüzde 60'ının da mağdurun evinde yapıldığı düşünülürse, şikayete bağlı olsa da bu konunun suç olarak düzenlenmesini olumlu bir adım saymak gerekir.
İşkence ve eziyet
Yine şiddet konusunda getirilen önemli bir düzenleme de 3. Bölüm'de İşkence ve Eziyet başlığı altında yer almaktadır. Madde 94/3'deki işkence fiilinin cinsel yönden taciz şeklinde gerçekleşmesi halinde, on yıldan on beş yıla kadar hapis cezasına hükmolunacağı şeklindeki düzenleme, çoğunlukla kadınlara karşı ayrı bir sindirme metodu olarak kullanılan gözaltında cinsel saldırının vurgulanması açısından önemli bir değişikliktir.
96. madde de düzenlenen "Eziyet" suçu ise özellikle aile içi şiddet açısından 4320 S. K.'na destek verecek ve meşruiyetini sarsacak düzenlemelerden birisi olarak TCK'da yer almaktadır.
Aynı şekilde, "İnsanlığa Karşı Suçlar" başlığı altında yer alan 77. maddede, cinsel saldırıda bulunma, zorla hamile bırakma ve zorla fuhşa sevk etme gibi düzenlemelerin yer alması, özellikle savaş halinde tecavüzün kadınlara karşı ayrı bir silah olarak kullanıldığı düşünüldüğünde, önemli bir düzenleme sayılabilir.
Vücut Dokunulmazlığı'na Karşı Suçlar başlığı altında yer alan 86. ve 87. maddelerde; bir başka kişiye karşı kasıtlı olarak zarar veren, sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan kişinin, bir yıldan üç yıla kadar cezalandırılacağı belirtilmektedir.
Bu fiilin üstsoya, altsoya, eşe veya kardeşe karşı gerçekleştirilmesi halinde ceza iki yıldan beş yıla kadar artırılacak, gebe kadına karşı işlenmesi ve olumsuz sonuçlar doğması halinde ise verilecek ceza iki kat arttırılacaktır.
Namus cinayetleri
Cürümler "Adab-ı Umumiye ve Nizam -ı Aile" aleyhine olduğu zaman tabii ki "namus" cinayetlerinin varlığı da kaçınılmaz oluyor ve üstelik 462. maddeyle, sanıklar "gereken" indirimden yararlanıyordu!
Ceza Kanunu'nda yer alan en önemli değişikliklerden birisi; Hayata Karşı Suçlar'ın nitelikli halleri arasında, kasten öldürme suçunun "Töre saiki ile işlenmesi" nin de yer alması oldu.
TCK değişiklikleri için uzun soluklu bir mücadele yürüten, onlarca örgütten oluşan TCK Kadın Platformu'nun önerisi bu düzenlemenin "namus saiki" ile şeklinde yapılmasıydı.
Ancak özellikle haksız tahriki düzenleyen 29. maddede haksız tahrikin kabulü için haksız bir fiilin gerekliliğinin aranması, ayrıca madde gerekçesinde namus ve töre kavramlarının birlikte açıklanarak yer almasının, yeni "namus" cinayetlerine -en azından yasalar önünde- kapıları kapadığını düşünmek istiyoruz.
Nitekim son dönemde, bu tür cinayetlerin acı bir sembolü haline gelen Güldünya Tören'in davasında verilen kararda, eski TCK uygulanmasına rağmen, tahrik nedeniyle indirim yapılmaması da bu umudu güçlendirici bir gelişme sayılabilir.
Yeni Yasa, yeni bir düzenlemeyle "Ayırımcılık" kavramına yer verdiği 122. madde de "Kişiler arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım yapılması"na değinerek, özellikle kadınların işe alınma vb. gibi ekonomik nedenlerle karşılaşabilecekleri ayrımcılıkları da bir suç olarak düzenliyor.
Yasa, cinsel tacizi de düzenlerken, işyerinde cinsel tacizi bu suçun nitelikli hali olarak tanımlıyor.
Bekaret kontrolü değil genital muayene!
Yine en çok tartışma yaratan ve genç kadınların bedenleri üzerinde Demokles'in kılıcı gibi duran "bekaret" konusunda da yasada yer alan düzenleme "Genital muayene" başlığı altında...
287/1 de "Yetkili hakim ve savcı kararı olmaksızın, kişiyi genital muayeneye gönderen veya bu muayeneyi yapan fail hakkında üç aydan bir yıla kadar hapis cezasına hükmolunur" deniliyor.
Ancak bu düzenleme, kişinin iradesini yok sayması ve hakim-savcı kararına bağlaması açısından insan haklarına, kadın haklarına ve hasta haklarına aykırı bir düzenleme olarak, kadınların bu alanda yaşadığı travmayı sürdürmelerine neden olacak.
Sonuç olarak, yeni Ceza Kanunu'yla; kadın-kız ayrımına yer verilmediği, artık genç kadınların tecavüzcüleriyle evlendirilmesi yerine farklı sosyal tedbirlerin alınması yollarının aranabileceği, "namus"un yaşam hakkını ortadan kaldırmak için bir gerekçe olamayacağı ve kadınların bedenlerinin -yasalar nezdinde-, toplum ve genel ahlak yerine kendilerine ait olduğunu söylemek mümkün gibi görünüyor.
Yasal düzenlemeler yetmiyor
Burada yapılması gereken vurgu, yasal düzenlemelerin yanı sıra, yasaların nasıl yorumlandıklarının ve ne derece etkin uygulanabilir olduklarının taşıdığı önemdir. Çünkü birçok yasal düzenlemeye karşın, özellikle kadınlara yönelik şiddet konusunda etkin uygulamadan söz etmek ne yazık ki hala mümkün değil.
4320 Sayılı Kanun önemli ama bugün için sığınaklar daha da önemli Belediyeler Kanunu'na göre 50.000 nüfusta bir sığınak olması lazım. Bunların takibi, sorgulanması çok gerekli...
Evet yalnızca yasal düzenlemeler yetmiyor. Yasaların etkin olarak uygulanması için bir dizi başka önlem de gerekiyor.
Medeni Yasa'da değişiklik yaparken, ekonomik şiddeti devam ettiren ve fiziksel şiddeti de körükleyen Yürürlük Yasası'nın 10. maddesini değiştirmeden bırakmak ve milyonlarca kadının yeni yasal mal rejiminden etkin olarak yararlanamamasına neden olmak olmuyor...
Belediyeler Kanunu'na göre, 50 bin nüfuslu her ilde bir sığınak açma zorunluluğu varken yapmamak ve neden yapılmadığını sorgulamamak olmuyor...
"Namus"a namus diyememek, töre kulvarlarından dolandırmak, "Bekaret kontrolü"ne "Genital Muayene" demek ve kişinin fikrini sormamak olmuyor...
TCK değişikliğinde mümkün olan tartışma ortamına, CMK değişikliğinde fırsat vermemek, AB aceleciliğiyle davranarak öneri ve eleştirileri dikkate almamak, geçici kazançlar için kalıcı hasarlar yaratmak olmuyor...
"Namus" cinayetleriyle kadınlar öldürülürken, kadınlara, kadın örgütlerine davalarda müdahale hakkını vermemek olmuyor...
*Av. Güncel Hukuk Dergisi Yazı İşl.Md.