Ömer Madra: Bugün biraz makro ekonomik yeniden yapılanma konusuna değinelim dedik. Yapısal reformlar nasıl gelişecek?
Hasan Ersel: Ben bir soru sorarak başlamak istiyorum. Türkiye'de Merkez Bankası özerk davransa ya da devlet daireleri daha az insan kullanarak daha etkin çalışsa, bu senin iş yaşamını ya da senin dünyanı niye etkilesin? Merkez Bankası bağımsız olsa ne olur, olmasa ne olur?
ÖM: Daha rasyonel bir ortamda kârlarımı arttırabilirim belki? Benim için atmosfer değişir.
HE: Verdiğin cevap zaten anlatmak istediklerimin hepsini özetlediği için, burada kesebiliriz!
ÖM: Ama cevabım hileliydi, daha önceden konuştuğumuz için cevabı biliyordum; dinleyiciler beni olağanüstü zeki zannetsinler diye yaptım bunu.
Mustafa Arslantunalı: Kopya var yani?
ÖM: Evet.
HE: Ama o kopyayı almasan da sonuçta "benim yaşamımı bir şey etkiliyor, bu olumlu olmalı" diye düşünmen beklenir değil mi? O yüzden de bu önlemlerin toplumdaki karar alıcıları (şirketler, aileler) yaşamına dolaylı da olsa ne türlü etki yaptığı konusunda bir fikrimiz olması gerekir. Çünkü ancak o zaman toplumsal destek sağlanabilir. Bir demokratik toplumdasınız. Bir karar alıp bir şeyleri değiştireceğim diyorsunuz ve bunun bir de maliyeti var. O maliyeti ödeyenler bunu ödemeye razı mı, değil mi? Bu soruları sormak gerekiyor. Böyle derken onların yaşamına ne katıyor ya da ne götürüyor?
"Bazı reformların yapılması gerekiyor" diyorlar. Bir de günlük yaşam var... Bunlar birbirinden kopuk gibi... "Bu reformları niye yapıyorsunuz?" diye sorulduğunda "çünkü birileri, örneğin IMF istedi" diye bir yanıt veriliyor. O zaman da deyim yerindeyse bir "yabancılaşma" oluyor... Bu reformlar ile onların yapıldığı toplum arasında bir ilişki yokmuş, bunlar bambaşka dünyaların öğeleriymiş gibi duruyorlar. Ben öyle olmadığının anlatılması gerektiğini düşünüyorum. Bir süredir de bu konuyla uğraşıyorum. Bu konuya ilişkin bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Olayı basite indirgemeye çalıştım. Bu yapısal önlemler konusunda fikir beyan edecek, yani tavır alacak olanları sadece şirketler olduğunu varsayalım. Küçük ya da büyük... Şirketlerin sadece kârları ile ilgilendiklerini kabul edelim. (Kuşkusuz bu doğru değildir. Şirketler toplumsal sorumluluk bilinçleri düzeyinde başka sorunları da hesaba katarlar. Ama olayı basitleştirmek için sadece bir kararın kârlarına olan etkisi ile ilgilendiklerini varsayıyorum.)
Şirketin kârını şöyle tanımlayabiliriz:
Kâr= Hasılat - Girdi Maliyeti - Finansman maliyeti - Vergi + Devletin Mali Desteği
Bu durumda reform öncesi ve sonrası dünyayı karşılaştıralım. En önemli değişiklik ne? Reform öncesinde sistem desteklemeye dayanıyordu. Bu dünyada devletin çeşitli nedenlerle verdiği mali destekler söz konusuydu. Örneğin ihracat yapılması için verilen destek, ya da iktisadi açıdan geri kalmış bir yöreye yatırım yapılması için verilen destek gibi...
Reform sonrasında ise böyle destekler yok. Onun yerine devlet özel kesimin iş yaptığı ortamı iyileştirmeyi üstleniyor. İş ortamı iyileşince, özel kesimin daha verimli çalışacağı ve kârını arttıracağı bekleniyor.
Şimdi bu iki duruma daha dikkatle bakalım. Bunlar arasında nitel farklılıklar var. Destekleme politikasının olduğu durumda verilen destekler yoluyla kâr oranı ayarlanmış, bir anlamda minimum kâr garantisi verilmiş oluyor. Bunu belirleyen iktisat politikası yapımcısı... İkinci durumda, iktisat politikası sadece bir ortam yaratıyor. Firmaya "bundan yararlan" deniyor. Firma bundan az yararlanabilir ya da çok yararlanabilir. Bu iktisat politikası yapımcısının doğrudan denetimi altında olan bir şey değil. Dolayısıyla firmanın bu yöndeki becerisi ve isteği önem kazanıyor. Bu yeni olanakları kullanabilecek becerisi var mı, yok mu?
Yeni durumda hem firmanın destekleme politikasının olduğu duruma oranla kârının düştüğü buna karşılık verimlilik artışının ihmal edilecek kadar az olduğu makul bir sayısal örnek türetmek olanaklı. Yani politika değişikliği hem iktisat politikası yapımcısının istediği verimlilik artışını sağlamayabilir hem de özel kesime verilen desteklerin kaldırılması kârları (dolayısıyla yatırımı ve istihdamı) düşürebilir.
Tabii böyle bir örneğin türetilebiliyor olması, bu tür bir iktisat politikası uygulamasının mutlaka böyle kötü bir sonuç vereceği anlamına gelmez. Gösterdiği sadece böyle bir sonucun ortaya çıkabileceğidir. Bu durumda sorun, bu sonucun ortaya çıkmaması için ne yapılması gerektiğidir.
Özetle, yapısal reform dediğimiz şeyler kağıt üzerine bazı başlıklar yazıp, onlarla ilgili yasal değişiklikleri yapmakla gerçekleşmiyor. Hatta bir adım daha öteye gideyim, bunların yapılmasıyla yapısal reform başlamış bile olmuyor. Bu yönde alınacak kararların özel kesim üzerindeki etkisinin olumlu olmasını sağlayacak bir çok ince ayarın yapılmasını gerektiriyor.
Bu kolay bir yol mu? Değil...
ÖM: Bu her zaman için böyle, çünkü reformdan bahsediyoruz. Ve reform gibi bir kapsamlı girişim, her zaman göründüğünden çok daha zor olan bir şeydir herhalde.
HE: Her zaman insanın aklına gelmeyen sorunlar çıkabilir... Gerçekte çok farklı türde firmalar söz konusu: büyük olanı var, küçüğü var, verimi yüksek olanı var, düşük olanı var; kendini yeni koşullara uyarlayabileni var, bunu beceremeyeni var... Bunların her birisinin tepkisi farklı olacak...
Peki Türkiye'de imalat sanayiinde verimlilik artışları nasıl olmuş? Bu konuda iki çalışmaya dikkati çekeyim. Bunlardan ilki ODTÜ öğretim üyesi Erol Taymaz'ın:
Taymaz, E. (2003): Are Small Firms Really Less Productive? An Analysis of Productivity Differentials and Firm Dynamics, ERF: Regional Development-Reality or Myth, Cairo: The Economic Research Forum for the Arab Countries, Iran and Turkey, s. 27-56.
Ötekisi ise California'da Los Angeles Üniversitesinde öğretim üyesi olan Şule Özler ile Koç Üniversitesi öğretim üyesi olan Kamil Yılmaz'ın ortak çalışması:
Ozler, S. & K. Yilmaz (2003): Does Trade Liberalization Improve Productivity? Plant Level Evidence from Turkish Manucacturing Industry, ERF: Regional Development-Reality or Myth , Cairo: The Economic Research Forum for the Arab Countries, Iran and Turkey, s. 57-94.
Erol Taymaz'ın çalışması, Türkiye'de rekabet ortamının verimliliği artırdığını gösteriyor. Ama bu artışın biçimi ve olumlu sonuç verip vermediği firma tipleri arasında farklılaşıyor. Bu çalışmadan sanayi politikası için pek çok sonuç çıkarılabilir. Ben sadece konumuz açısından önemli olan bir nokta ile ilgileniyorum. O da firmaların rekabet ortamında verimlilik artırmayla ilgilenmeleri ve bunun öneminin farkında olmaları.
Şule Özler ile Kamil Yılmaz'ın çalışması ise, Türkiye'deki yaygın söylemin tersine, dış ticarette serbestleşmenin verimlilik artışına yol açtığını ve bunun ithal ikâmeci sanayide görüldüğünü ortaya koyuyor. Yani, Türkiye'de imalat sanayii yapısal değişiklik getiren bir politika önlemi karşısında beklenen yönde tepki gösteriyor. Özel kesim -imalat sanayiinden söz ediyorum- piyasanın verdiği sinyallere, rekabet ortamının değişmesine duyarlılar, bunu algılayabilecek düzeydeler. Rekabet tehdidi ile karşılaştıkları zaman önlemlerini alıyorlar. Dolayısıyla özel kesimin bu gibi durumlara olumlu tepki göstermesi Türkiye için yabancı olan bir şey değil.
Şimdi bazı yapısal reform önerilerine bakalım ve bunlar ile bir imalat sanayii firmasını nasıl etkileyebileceği konusunu ele alalım. Örneğin kamu kesimi borçlanma gereğini düşürdü, piyasalardan daha az borç alıyor. Firmaya ne bundan?
ÖM: Evet ne açıdan? Arada hiç bir ilinti yok gibi gözüküyor.
HE: Önce genel bir noktayı belirteyim. Kamu borçlanmasını düşürürseniz mali piyasaların altüst olma olasılığını düşer. Dolayısıyla bir mali kriz olması olasılığı düşer. Öte yandan kamu açıklarının yüksek olması, ülke içinde fon talebini yükseltiyor, Bu da reel faizlerin yükselmesine yol açıyor. Mali piyasalar akışkandır, kamu kağıtları piyasasında faizler yüksek, kredi piyasasında faizler düşük olmaz, kredi faizleri de yükselir. Kredi faizi ise doğrudan doğruya firmanın kârını etkileyen bir değişken. Bu durumda kamu kesiminin borçlanma gereksinimini düşürmesi, sonuçta faizleri düşürerek firmanın kârını doğrudan etkiliyor. Demek ki makro düzeyde alınan bir reform kararının doğrudan doğruya bir firma üzerindeki etkisini bulmak olanaklı.
İkinci bir önemli konu, makro ekonomik istikrar. Makro ekonomik istikrar sağlanacak dendiğinde, enflasyon düşecek, iktisadi değişkenlerdeki dalgalanmalar olabildiğince azalacak demek. Bunun için de iktisat politikası yapımcısının aldığı kararlar yüzünden istikrar bozulmaması sağlanacak. Dolayısıyla bir istikrar programı her şoku ortadan kaldıracağım iddiasıyla yürürlüğe konulamaz. Euro Dolar karşısında sıçrar, bu ekonomi için bir şok yaratır. Bu tür olaylarda yapacak pek bir şey yok. Ama sağlam bir ekonomide bu şokun etkisi görece az olur. Burada önemli olan iktisat politikası yapımcısının bir amacına ulaşmak için daha önce aldığı kararların tersine bir karar alıp herkesi şaşırtmamsı.
Peki bu anlamda makro iktisadi istikrar sağlandı diyelim. Bu firmayı nasıl etkileyecek? Eğer istikrarsız bir ortamdaysanız uzağı görme gayretine girmiyorsunuz, yani "bugün böyle yarın Allah bilir" diye düşünüp, "bugüne bakayım" diyorsunuz. Halbuki istikrar oturduğunda daha uzun dönemli bakmak olanaklı. Örneğin kâr hesabını yaparken "bu işi yaparsam önümüzdeki yıl şu kadar kazanırız" demek yerine "bu işi yaparsam önümüzdeki 5 yıl kazancım ne olur?" biçiminde soruyu sormaya başlıyorsunuz. Tabii bu durumda bir projenin kârlılığı çok değişebiliyor. Diyelim ki bir firma yeniden yapılandırma kararı aldı. Bunun yatırım maliyeti var, organizasyon maliyeti var... Eğer bu maliyeti sadece bir yıl sonra elde edeceğiniz kâr rakamı ile karşılaştırırsanız bu işi hiç bir zaman yapmazsınız. Ama ufkunuz genişler bir beş yıla bakabilirseniz, "değer" diyebilirsiniz.
Vergi reformunu düşünelim. Burada vergi ödeme yükümlülüğünün yaygınlaştırılması söz konusu. Böyle bir reform programının başarılması durumunda vergi oranları düşebilir. Bu durumda da vergi ödeyen bir firmanın vergi sonrası kârı yükselecektir.
Mali destek programlarının kaldırılması ya da kısıtlanması firmaların "bu yol artık kapalı, başımızın çaresine bakalım" biçiminde düşünmelerine yol açacaktır. Artık bu yolun kapalı olduğunu gören firmalar, önerilen politikanın uygulanacağına daha çok inanacaklardır. Bu da "politika güvenilirliğini" artıracaktır. Aksi halde "bütçede ödenek varsa, birileri alacak demektir, bari o ben olayım" diye düşünebilirler.
Özerk düzenleyici ve denetleyici kurumlar çalışıyorsa, iktisat politikası karar alıcısının işin içine burnunu sokup piyasanın işleyişini altüst etmesi engellenecek demektir. Bu piyasa sinyallerinin daha dikkatle izlenmesi ve onlara göre davranılması olasılığını yükseltecektir.
Kamu reformu programı burada önemli... Çünkü reform ortamında kamu kesiminin sunmayı üstlendiği kamusal malların (adalet hizmeti vs.) istenilen düzey ve nitelikte olması için bu gerekli. [Bir parantez açayım. Maliye Bakanı, yakınlarda, devletin ekonomiden çekileceğini söyledi. Bu bir dil sürçmesi herhalde... Kastettiği, devletin bireysel mal ve hizmet üretiminden çekilmesi. Yoksa kamusal malların (adalet, savunma, piyasaların sağlıklı çalışacağı koşulları yaratma vs.) üretiminden çekilen bir devlet düşünmek olanaksız. O zaman devlete gerek yok.]
Bankacılık reformuna gelelim. Kamunun şirketlere verdiği mali desteğin düşmesi durumunda büyük bir olasılıkla bu kesimin borçlanma gereksinimi artacaktır. Eğer bankacılık sistemi bu gereksinimi makul bir faiz oranından ve etkin bir şekilde karşılayamazsa sunamazsa, reform programı yürüyemez. İşte bankacılık reformu bunu sağladığı için firmaya yararlı olacak.
Olayı bu biçimde bir bütün olarak düşündüğümüz zaman bu reformların bir anlamı var, aksi halde piyasalar İstanbul'da çalışır, Ankara'da da yapısal reform yapılır gibi garip bir şey çıkıyor ortaya.
ÖM: Genellikle bu yapısal reform, boş bir kavram, bir klişe gibi oluyor, basmakalıp bir laf gibi ve bunun gerçek hayata ne şekilde tekabül ettiği konusunda en ufak bir ipucu çıkmıyor ortaya. Niye gerekli olduğunu bile anlamak bir anlamda imkânsız hale geliyor insanlar için. Eğer somut hayata böyle dönüşmesi meselesi üzerinde arka planı düşünülmezse niye reform yapılsın ki?
HE: Ben de öyle düşünüyorum. (ÖM/NM)