- Ne yapıyorsun?
- Hiç!
- Hiç yapma, boya yap!
Sonra, çok katlı binaların camlarını silmek için kullanılan düzeneklere benzer bir şeyin içinde oturan Tuuba'yı görürüz. Elinde fırça boya yapmaktadır; sevinçle gülümsemektedir.
Yazıya başlık olarak seçtiğim cümle ve boya yapan Tuuba'nın görüntüsü, hayatım boyunca bir filmde beni en çok mutlu eden replik ve görüntü oldu.
Bence Yılmaz Erdoğan Türk sinemasında bir devrim yaptı.
Tüm çocukluğum, Türk filmlerinde sakat kalan başrol oyuncusunun sevgilisi tarafından nasılsa terk edileceği gerekçesiyle ortadan kaybolduğu filmlere ağlamakla geçti.
"Kala kala o sakat kıza mı kaldın?" gibi repliklere ağlayarak ya da...
Sonraları ağlamak yerine, yönetmenlere öfkelenmekle geçti ömrüm.
Yönetmenlere öyle öfkelenirdim ki, aşık olup da reddedildiğimde, reddedilişimin ve bu nedenle çektiğim acıların sorumlusu yönetmenlermiş gelirdi.
Sağcı, solcu tüm yönetmenlerin çektiği filmlerde sakatlar hep "acınacak", "zavallı" yaratıklardı. Öyle "zavallı"ydılar ki, yaşamalarına bile gerek olmadığından ölümü tek kurtuluş olarak görüp mutlaka ölmeyi denerlerdi.
Türk filmlerini izleyerek büyüyen herkes o filmlerde kendini özdeşleştirdiği kahramanına benzemeye çalışırdı. Saçını, giysisini, bakışını, yürüyüşünü taklit ederek o olmaya çalışırdı televizyonun henüz evlerimize/hayatlarımıza bu kadar girmediği yıllarda.
Peki sakat bir çocuk ya da genç kiminle özdeşleşecekti?
Sütun gibi bacaklı bir kadınla özdeşleşemezdi, sakat bir genç kız o kadın sakat kalmadıkça.
Sonrasında ise özdeşleşmek istemezdiniz kimseyle. Çünkü terk edilmek ya da ölmek istemezsiniz.
Bu filmleri izleyip büyümemin üzerinden yıllar geçip de, Türkiye'de intiharların yüzde seksenine yakınını sakatların oluşturduğunu öğrendiğimde de, ilk suçladıklarım yine yönetmenler olmuştu.
Hala yönetmenlerin Türkiye'de sakatlara yönelik ayrımcılığı besleyenlerin başında geldiğini düşünürüm.
Yılmaz Erdoğan ise tam tersini yapıyor Vizontele Tuuba'da.
Zaten her iki Vizontele'de de Deli Emin karakterini başrole koyarak toplumda aşağılanan, çoğunluğun acıdığı "deli"ye bırakın olumsuz her hangi bir duygu beslemeyi, sadece hayranlık duymamızı sağlıyor.
Yine bu toplumun çoğunluğunun acıdığı, iş vermediği, aşık ol-a-madığı tekerlekli iskemledeki bir kadına karşı da herhangi bir olumsuz duygu beslememize olanak vermiyor.
Filmle ilgili konuştuğumuz bir arkadaşım itiraz etti, Yılmaz Erdoğan'ın Türk sinemasında devrim yaptığını söylememe.
Bugün tekerlekli sandalye kullanan bir insanın sokağa bile çıkamadığı bir toplumda, ona bina boyatması devrim değildir de nedir?
- "Yapamazsın!"
- "Gidemezsin!"
- "Beceremezsin!"
Kelimeleriyle büyüyen biri için, "Hiç yapma, boya yap!" cümlesi, devrim değilse nedir?
Yazdığı yazı için parasını vermeyen devrimcilere, "Faşist de vermiyor, devrimci de..." diyen Deli Emin aracılığıyla Yılmaz Erdoğan'ın vurgu yapmak istediği şey başka olsa bile, benim algıladığım sağcı ve solcuların sakatlara davranışındaki ortaklıktı.
Bu nedenle çok sevdim Vizontele Tuuba'yı.
Sakat bir insan olarak izleyip de mutlu çıktığım ilk film olduğu için...
Filmin sonuna geldiğimizde ise sakat değil, 12 eylül vahşetine tanıklık etmiş biriydim.
Çok ağladım filmin sonunda.
Kütüphanede talan edilmiş kitapları gördüğümde, kitaplarımın 13 eylül günü yakılışını hatırladım.
İdam edilen çocuk Erdal Eren'i hatırladım.
Okul arkadaşım Faruk Tuna'nın gözaltına alındığı gün işkencede ölüşünü hatırladım.
Cezaevinde ölen arkadaşlarımı, işkencede ölen arkadaşlarımı, idam edilen arkadaşlarımı, arkadaşım olmasa da işkence gören, ölen, öldürülen binlerce insanı hatırladım.
Hatırladığım her şeye ağladım.
Bir de film çıkışında, 15 yaşındaki oğlum"12 eylülde neler oldu anne?" diye sorunca ağladım. (NG/NM)