Melis Behlil: Bu hafta bir konuğumuz var; Ulaş İnaç, Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde, "En İyi Film" ödülünü alan Türev'in yönetmeni. Kendisiyle filmi ve genel olarak Festival hakkında bol bol konuşacağız.
Yeşim Burul Seven: Ayağının tozuyla seni Açık Radyo'da konuk edebildiğimiz için çok mutluyuz. Öncelikle çok tebrik ederiz.
MB: Biraz senden bahsederek başlayalım. Bu arada programımızın bugünkü giriş parçası Toygar Işık'ın Türev için bestelediği filmin orijinal müziklerindendi.
Ulaş İnaç: Evet, Toygar Işık çok yetenekli bir kompozitör.
MB: Biraz da senin hakkında bilgi alalım. Altın Portakal'da daha önce hiç film yapmamış birinin filmi En İyi Film ödülünü aldı. Sık karşılaşılan bir şey değil. Operacı bir geçmişin olduğunu biliyoruz. Ama aslında başka bir şey okumak için yola çıktığını duydum ben. Bunlardan biraz bahsedelim önce istersen.
Uİ: Aslında dışarıdan bakıldığında zikzaklı bir yol gibi gözüküyor. Ama o süreç içerisinde, çok da tutarsız olmayan geçiş dönemleri olduğunu düşünüyorum. Her dönemin de bana bir şeyler kattığına inanıyorum.
Manevi anlamda da, ruhi anlamda da... Bir Fransız lisesi olan Saint Benoit'yı bitirdikten sonra, Fransa'ya Poitier Üniversitesi'ne fizik okumak için gittim . Poitier Konservatuarı'nın şan bölümüne de eş zamanlı olarak devam ettim. Fizik derken terazinin müzik kısmı daha ağır basmaya başladı.
Ama bu süre zarfında da yazıyordum. Lise dönemimde arkadaş çevremde de, şimdi artık eklektik diye tanımlayabileceğimiz çok yönlü ilgilerimiz oldu. Aslında o çok yönlü ilgilere sahip tek kişi ben değildim.
O dönemde zannediyorum biraz da öyle birbirimizi besledik. Ondan sonra da Paris Konservatuarı süreci var. Sonra da Opera'ya girdim Paris'te. En son olarak da film yaptım.
MB: Bu opera meselesi aslında oldukça ilginç geliyor. Çünkü filmin hakkında hep söylenen şey dogmavari, yalın ve çok gerçekçi olduğuydu.
Operanın o şaşaalı ve gerçekten mümkün olabildiğince uzak dünyasına bir reaksiyon mu, yoksa oradan besleyen başka şeyler mi oldu? Aslında o geçişi merak ediyorum.
Uİ: Aslında operayla sinema arasında gerçekten çok büyük farklar olduğunu düşünmüyorum. İki disiplin birbirine biraz yakın. Hatta 19.yüzyılın sineması operaydı bir anlamda.
Operalarda klasik dönemden opera eserlerini de şöhretli bir takım sinema yönetmenlerinin, ya da tiyatro yönetmenlerinin sahneye koyması bence bir tesadüf değil. Bergman da dahil olmak üzere bir dolu sinema yönetmeni opera sahneye koydu.
Zefirelli'nin meşhur Tosca'sı mesela, Almodovar, Carmen'i sahneye koymaya gelmişti Paris'e. Özellikle Paris'teyken epeyce bir sinema yönetmeniyle yollarımız kesişti. Ben tabii ki o dönem operacı ya da oyuncu pozisyonundaydım.
Ama o opera sürecinin en azından yapmak istediğim sinemayla ilgili çok önemli katkıları oldu. Bu iki yönlü hakikaten. Bir tanesi, senin de söylediğin gibi, çok şaşaalı ve kesinlikle gerçekçi olmayan bir opera, bir de onun dışında, zannediyorum ki özellikle 1950'lerden sonra doğmaya başlayan, çok daha gerçekçi bir opera yaklaşımı var, özellikle tiyatro kökenli yönetmenlerin katkısıyla.
Paris Operası'nda ekseriyetle birinci olarak bahsettiğim, son derece geleneksel ve biçimci opera anlayışı söz konusu. Ama yaklaşık üç sene boyunca ben Aix-en-Provence Troupe'da çalışmıştım operacı olarak ve bu aslında Peter Brook'un tiyatrosuyla ortak bir çalışma grubundaydı.
Bir sene boyunca Paris'te Peter Brook'un tiyatrosunda da sahneye çıktık. Tabii onların operaya yaklaşımı tamamıyla teatraldi ve son derece gerçekçi bir çalışma süreci izliyorlardı. Bir kaç operada Yoshi Oida adında, Peter Brook'un Japon kökenli bir yönetmeni ile çalıştık.
Kesinlikle müziğin bütün o derinliklerini, güzelliklerini alıp, hatmedip aynı zamanda operanın bugün artık çok fazla kemikleşmiş, eskimiş, demode olmuş taraflarını da törpüleme yönünde çalışıyorduk. Gayri ihtiyari ondan epeyce feyiz aldım.
YBS: Filmin oluşma sürecine de bağlanacak bir soru sormak istiyorum. Bu filmin fikri senin içine ilk ne zaman düştü?
Uİ: Aslında ben lise yıllarından beri sürekli yazıyorum. Filmin fikrinin düşme sürecinden önce zannediyorum 90'ların ortasında operadayken gerçeğe ne kadar yaklaşabilirim kaygısını taşımaya başladım.
Bir Benjamin Britten operasındaydık ve üstümüzdeki kostümlerin eskimiş olması gerekiyordu ama yeniydi. Uzaktan bakınca eskimiş gözüküyordu ama ben üstüme giydiğimde onun yapay olduğunu görüyordum ve oradan gerçeğe yaklaşabilmek için çok daha farklı bir çalışma yapılması gerektiği düşüncesi doğdu.
Yazıya onu farklı bir şekilde aktarmaya çalıştım. Bu filmin fikrinin doğması da yaklaşık bir buçuk seneye dayanıyor.
YBS: Biraz da filmin konusundan bahsedelim.
MB: Don Kişot'taki hikâyelerden biri filmin konusu. Romandan mı esinlendin? Yoksa Don Kişot'un operasını dinlerken mi aklına geldi?
Uİ: Romandan aslında. Bu romanı bir on sene kadar önce ilk defa okumuştum. Oradaki bu öykü dikkatimi çekmemişti. En son yaklaşık iki sene önce tekrar okumaya başladım. Evin içinde çeşitli yerlerde kitap yığınları vardır. Öncelikli kitapları alır bir yere koyarım ve onlar evin içinde gezinirler. İki sene önce tesadüfen Don Kişot üstte duruyordu ve tekrar okumaya başladım.
Don Kişot'la hiç alakası olmayan bir hikâye bu. Sadece Don Kişot'a bir handa anlatılıyor. Sonra ikinci bölümde de galiba Cervantes'e "Bu hikâyenin bu kitapta ne işi var." diye epeyce bir eleştiri gelmiş .
O romana doğrudan bu hikâyeyi savunmaya çalışarak başlıyor: "Çok güzel bir hikâyeydi, koymak zorunda kaldım." diye. Ben okurken hikâyeyi hakikaten dahiyane buldum. Çünkü üç karakter arasında geçiyor.
Zannediyorum Cervantes, Boccaccio'dan etkilenmiş. Ama psikolojik olarak hikâye içerisinde derinlikli analizler yapmış. Psikoloji denen bilimin varlığından üç yüz sene önce, adam oraya çok açık ve net olarak, lokomotif olarak bilinçaltını koymuş.
Bu açıdan hikâye bana çok modern geldi. Kısa bir hikâye, uzun da değil aynı zamanda. Ben onun ana yapısını değiştirip, etrafına bir dolu bu günlük hayattan gözlemlediğim karakterlerin anekdotlarını da ekleyip 2004-2005 İstanbul'una adapte ettim.
MB: Aslında hikâye temelde başka bir operayı da biraz andırıyor. İlk duyduğumda Cosi Fan Tutte aklıma gelmişti. Aldatma oyunları hikayesi var.
Uİ: Evet, benziyor. Aslında hikâye dramatik yapı itibariyle tamamen barok bir yapıya sahip. Fransız tiyatrosunda Marivaux'dan ötürü "marivaudien" dedikleri bir anlatım tarzı söz konusu.
Nitekim Altın Portakal Film Festivali'nde bir takım Fransız gazeteci ve festival organizatörleri vardı. Onlar izledikten sonra çok olumlu eleştirilerde bulundular ve "marivaudien" sözcüğünü epey kullandılar. Cosi Fan Tutte de zaten o geleneğin bir parçasıdır.
MB: Biraz da çekim sürecinden bahsedelim. Her şeyden evvel bütçeyi nasıl hallettin? Zannedersem, çok büyük bütçeli bir film değil.
Uİ: Hayır, değil. Bunu daha önce birkaç yerde de söyledim. Ekiple bir araya geldiğimizde, ilk kamerayı gördüler ve ürktüler."Bununla mı çekeceğiz?" diye sordular. Bütçenin bence en önemli kalemi baştan sona ekip arasında ortak bir şekilde paylaşılan inançtı.
Kolektif çalışmada da en önemli öğe bu zaten. Onun dışında şevktir. Bütçenin maddi kısmına bakılacak olursa epeyce kısıtlı şartlar altında çalıştık. Fakat ekipten kimse de hiçbir şekilde: "Bu mikrofon olmasaydı da, şöyle bir mikrofon olsaydı" demedi.
MB: Dijital çekip sonra 35mm'ye aktarıldı değil mi?
Uİ: Evet.
YBS: Oyuncu kadrosunu nasıl oluşturdunuz?
Uİ: Oyuncu kadrosu biraz tesadüfen oluştu. Ama galiba metafizik bir güç de yardımcı oldu. Çünkü bütün ekip çok hızlı bir şekilde oluştu. Bence bu castta "Gülçin oynamasaydı da şu oynasaydı" diyebileceğim ikinci bir isim asla yok.
Hepsi rollerine cuk oturdular diye düşünüyorum. Onun dışında kamera arkasında da Elif Usman ve Senem Tüzen'le herhalde Türkiye'de de bir ilke imza attık. İki kadın görüntü yönetmeni aynı filmde beraber çalıştılar.
Müthiş çalıştılar, onlara buradan teşekkür ediyorum. Az önce dinlediğimiz müziğin kompozitörü olan Toygar Işık, filmi çektikten sonra projeye dahil oldu ve tamamen benimsedi.
Filmin ruhunu, filmi izledikten sonra kavrayıp bence çok hoş bir müzik çalışması yaptı. Ekipte çalışan herkes bence müthiş insanlar ve bizim de en büyük zenginliğimiz buydu.
YBS: Demin kendi aramızda sohbet ederken dijital devrimin aslında ne kadar önemli imkânlar açtığından ve sanatın da demokratikleşmesinden bahsettik.
Özellikle (kameranın önünde, arkasında, post-prodüksiyonda) her yerde genç insanların çalıştığı bir yapımda bu demokratikleşmenin ne kadar önemli olduğunu siz bu şekilde tekrar ortaya koydunuz.
Uİ: Oradaki gençlik izafi bence. Ruhun gençliği ve masumiyeti önemli. Ama genel olarak bakıldığında yaşı genç insanlar daha az kirlenmiş olabiliyorlar. Öyle bir genelleme yapmak mümkün. Hakikaten bizim ekipteki insanlarda ruh kirliliği pek yoktu. Onu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
YBS: Bir de var olan kalıpların dışına çıkıp başka alemlerden, başka düşünme ve imgelem dünyalarından bir şeyler katabilecek (dediğin anlamda yaşla alakalı değil ama) genç solukların geliyor olması önemli.
Uİ: Evet, burada zannediyorum telaffuz edilmesi gereken bir durum var; Bence dünyanın en zengin kültürünün bulunduğu topraklarda yaşıyoruz. Bu üç bin sene boyunca dünyayı, insanlığı aydınlatabilmiş ve bir dolu deha çıkartabilmiş bir kültürdür. Anadolu kültürü genel olarak...
Son on beş senelik süreçte kültürel anlamda bir içe kapanma yaşanıyor aslında, dipte ciddi anlamda bir fokurdanma olmasına rağmen. Sinema açısından konuşacak olursak; teknolojik devrim diye bir şeyden bahsediliyor ve bence yavaş yavaş da geliyor. Gelmesi de gerekiyor. Zannediyorum bir demokratikleşme sürecinin anahtarı da o olacak. Çünkü sanat parayla ilgili bir konu değil.
Sanatla para iki ayrı yol ve bunun hakikaten altı çizilmeli. Sinema eğer bir sanat olarak addediliyorsa onu bir şekilde paradan kurtarmak şart zaten. Nasıl ki daha önceki yüzyıllarda tiyatro bir sanattı, para için de yapılıyordu ama sanat olanı sanattı ve o para için yapılmıyordu. Bence bu teknolojik devrim eğer gerçekleşirse, bir kaza olmazsa, sadece İstanbul'da değil
Türkiye'nin çeşitli yerlerinde belli birikimi, derinliği olan, ruhi anlamda ayna karşısına geçtiğinde suratına utanmadan bakabilen insanlar, zannediyorum dünya için bir şeyler söyleyebilirler. Eğer teknolojik devrim buna yarayacaksa açıkçası ben o teknolojik devrim karşısında saygı duruşuna geçerim.
MB: Bu teknoloji aslında filmin dağıtımında da işe yarıyor. Son dönemlerde bu tartışılan DVD'lerin çok daha yaygınlaşması, internetten film dağıtımı mesela. Türev filmi henüz dağıtımcı buldu, buluyor gibi, havada bir durumla karşı karşıya galiba. Onun dışında DVD basmak gibi projeler var mı yakında?
Uİ: Evet, Antalya'da gösterimlerden sonra birkaç dağıtımcıyla irtibatımız oldu. Büyük ihtimalle Kasım ayının başı gibi Türev vizyona girecek gibi gözüküyor. Ondan sonra da DVD ve benzeri medyalar gelecektir.
MB: Filmlerin bu sayede daha çok insana ulaşması kolaylaştı.
YBS: Bu arada okuduğum değişik röportajlarınızda kazandığın parasal ödülle beraber ikinci filmi yapma şansının oluştuğunu söylüyorsun. İkinci film projesi hazır mı?
Uİ: Yok, Beylikdüzü'nde arsaların fiyatları çok artıyormuş. O ödülle arsa bakıyorum. Bu kadar konuşmadan sonra en iyisi, orada müthiş rant dönüyormuş. Ben de oraya gittim, mekân baktım. Film için değil...
MB: Gerekirse orada da bir film çekersin. Nasılsa dijital ucuz oluyor diyerek...
Uİ: Şaka bir yana, aldığımız ödül hakikaten bir çok bakımdan ikinci film ve daha sonrası için bizim üzerimizdeki büyük bir stresi aldı. Bu açıdan da ekstradan mutluyuz tabii ki.
YBS: Peki hazırda bir proje var mı?
Uİ: Üzerinde çalışmakta olduğum, ikisi de neredeyse bitme aşamasında olan iki tane projem var. Türev'de de biraz öyle olmuştu, hangisi önce olgunlaşırsa, ona doğru meyil edeceğim.
MB: Şu an sadece sinemaya yönelmiş bir halde misin? Operaya devam etmeyi de düşünüyor musun?
Uİ: Türkiye'ye iki sene önce aslında nihai bir kararla geldim. Operada çalışıyordum, kadroluydum, ama yazdıklarım da epeyce birikmişti. Evet, "sinema yapacağım bundan böyle" diyerek geldim.
Kafamda bununla da ilgili herhangi bir tereddüt yok. Ama sonuçta bütün sanat dalları birbirleriyle kesişiyor veya birbirine değiyor. Müziği evde kendim çalışıyorum, ya da ara sıra arkadaşlarımla çalışıyorum.
Belki orta vadede konser vermek gibi şeyler söz konusu olabilir. Ama enerjimin büyük bir kısmını, neredeyse tamamını sinemaya yöneltmiş vaziyetteyim.
YBS: Kısa vadede opera için üzgünüm, ama Türk sineması adına çok sevindiğimi belirtmek isterim.
MB: Benim içimde, daha uzun vadede belki bir opera yönetirsin diye de bir umut var. Çünkü İstanbul'da şu anda o kadar klasikleşmiş bir opera tarzı hakim ki, artık ben operaya gitmiyorum, gidemiyorum.
Her gittiğimde dehşete kapılıp yarısında çıkıyorum çünkü. Daha genç, daha farklı birilerine yönetme izni verirlerse bir şansımız olabilir.
Uİ: Evet, mesela "La Traviata"yı Dogma tarzıyla sahneye koyarsak bence ilginç olabilir.
MB: Baz Luhrmann "La Bohème"i kendine göre yaptı, "La Traviata" neden olmasın?
Uİ: Yapılabilir. Bütün sanat dallarında gerçekçilik ve biçimcilik kutupları arasında gidip gelmek mümkün.
YBS: Böylece Türk sineması da yeni bir soluk kazanmış oldu. Bu bizim kendi düşüncemiz.
Uİ: Teveccühünüz.
YBS: Altın Portakal'daki başarın için tebrik ediyoruz tekrar. Bitirmeden önce şunu da sormak istiyorum. Türev'in yurtdışında festivallere katılması söz konusu mu?
Uİ: O konuyla da ilgili bir parantez açmak isterim açıkçası; Türev filmi iki seneden beri festivallerde geziniyor, dağıtımcı aradı ve bulamadı gibi basında bir takım haberler çıktı.
Film, Antalya Altın Portakal Film Festivali'ne gitmeden beş gün önce laboratuardan 35mm olarak çıktı. Yani filmin tamamlanması Eylül'ün 15'ine denk düşüyor.
Antalya'da ilk defa birkaç yurtdışından gelen festival organizatörüyle irtibata geçme şansımız oldu. Üç-dört yerden davet aldık. Zannedersem o konuyla da ilgili birkaç hafta içinde bakınmaya başlayacağız.
YBS: İnşallah biz de Türev'in güzel haberlerini buradan dinleyicilerimize iletmeye devam ederiz. Türev'in de sizin de yolunuz açık olsun sinema dünyasında! (YBS/ MB/BA)