Onu bir akşam vakti, bir işgal günü tanıdım. Adı ...? Adını soramadım. Adını sorsaydım cevabını alamazdım. Zaten ne fark ederdi ki. Onun adı Irak'tı, o Arap, Türkmen, Kürt, Şii, Sünni, kadın, anne, Müslüman, insandı.
Herkes gibi hayatlardan bir hayat yaşıyordu. Mütevazı bir evi, küçük bir mutfağı, çocukları ve eşi ile huzurlu bir hayatı vardı.
Çocuklarından birini ambargo döneminde büyümeden kaybetmişti. Eşi inşaat işçisiydi. iki kızı ilkokula gidiyor, bir oğlu babasına yardım ediyordu, diğer oğlu ise daha beş yaşındaydı.
Bir gün onların ülkesine insan haklan, demokrasi ve özgürlük geldi. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve ingiltere tarafından getirilen insan hakları önce ülkesini işgal etti.
Sonra demokrasi değer o arak atfedilen ne varsa yağmaladı ve özgürlük geldi bir gece vakti.
Bir yaz günü, gece geç vakitte büyük bir patlama sesi ve arkasından büyük bir sarsıntı ile yerlerinden fırladılar. Çocukları çığlık çığlığa bağırıyordu. Bir anda içeriye onlarca ABD askeri daldı ve bağırarak etrafa ateş ederek kocasını bir tarafa, kendisini ve çocuklarını bir tarafa aldılar.
Sonra kocasının başına bir torba geçirdiler ve son kez kocasını o torbadan önce çaresiz bakışı ile gördü. Günler ve korku içerisinde geçen uykusuz geceler kocanın ve babanın çaresiz bir biçimde beklenmesiyle ardı ardına geçiyordu.
Ne işgal bitiyordu ne de umut Bir taraftan yokluk da devam ediyordu. Artık çaresizlikten, geçinebilmek ve çocuklarına yiyecek bulabilmek için, her yere başvuruyor ama hayatlarını sürdürebilmek her geçen gün güçleşiyordu. Akrabaları, komşuları, hepsi kötü durumdaydı. Bazıları kayıp yakınlarını arıyor, bazıları yokluktan dileniyor, ama hepsi birbirinden daha sıkıntılı bir biçimde yaşıyordu.
İşte böyle geçen bir işgal günü üç çocuğu ile beraber bir minibüse binmiş, kocasını bir kez daha sorup bulabilmek için yola çıkmıştı, işte ben onu o günün akşamında tanıdım, Yola çıkmıştı, ama onun minibüsünü yolda ABD'li askerler durdurmuş ve kurşunlarla taramışlardı. On dört kişi, kadın ve çoğunluğu çocuk olmak üzere, orada can vermişti.
Onu, iki kolundan bir ABD askeri ayaklarından diğeri tutmuş minibüsten indiriyorlardı. Kanı toprağa akıyordu. Siyah başörtüsü kaymıştı. Kafası benden yana düşmüştü. Gülümsüyordu. Ben evimde televizyonun başında ayaktaydım. Donakalmıştım. Ben de ona gülümsedim. Tanıştık
Cibutili Ayşe
Onu 50 dereceden fazla bir sıcakta Afrika'nın küçük ülkesi Cibuti'ye insani yardım için gittiğimizde tanıdım. Dört çocuğu vardı, ikisinin dudakları çatlamıştı. Küçük kızı İtalyanların yaptırdığı küçük bir klinikte hastanede yatıyordu.
O ve etrafta toplanan kadınlar merakla bize bakıyorlardı, ilk kez beyaz Müslüman kadınlar, onlar için gelmişti.
Beyazdık, Müslüman'dık ve karşılıksız yardım ediyorduk. O, "Her şey şimdi daha farklı, umutlandık tekrar" diyordu.
Hastanede çocukların açlıktan deri ve kemikten ibaret kalmış, yaşlarından yıllarca küçük gözüken bedenlerde çırpınırken, o ve kızı elini yüzümüze uzatıyordu. "Ağlama, üzülme" dercesine, dermansız, küçücük eller.
"Daha ne yapalım sizin için" dedik. "Siz geldiniz ya" dediler. "Çocuklarınızı bırakıp bize bizim için geldiniz ya..."
Bizse "Keşke daha çok, daha sık gidebilseydik." düşüncesinde ve burukluğundaydık Cibutili çocuklar gerçekten bizim çocuklarımızdan daha mı az kıymetliydiler?
Onun yaşadığı yerde her yaz yirmi kişi susuzluktan hayatını kaybediyordu. Yokluk, tam anlamıyla yokluk yaşıyorlardı. Kocası hastaydı. Bir bidonla dört
saatlik yolu yürüyerek kat ediyor, çamurlu yağmur suyu birikintisinde bidonunu dolduruyor, sonra dört saat tekrar yol alıyor ve sazlıktan yapılma bir baraka olan evine dönüyordu.
Sonra evinde pirinç varsa, o suda pirinci haşlıyor ve çocuklarına yediriyordu. Orada su kuyusu açacağımızı öğrendiğinde, dağıtılan gıdayı görünce çatlamış yüzündeki gözleri yaşardı.
Kız kardeşlerini kucaklar gibi kucakladılar bizi. Hayat basit, kısa ve zordu. Sabır ve tevekkül hâlinde o gülümsüyordu. Biz gülümsüyorduk.
Türkiyeli Ayşe
Onu cezaevinde tanıdım. Etraftaki herkes "Bu kadın neden burada?" diye anlamsızca bakarken biz orada olmasının çok da anormal olmadığını etrafa anlatamamakla meşguldük.
Bizi gören cezaevi çocukları (cezaevinde doğan ve büyümek zorunda olan, anneleriyle beraber hapsolan çocuklar) eteğimize /apışıyor ve bize dokunuyordu.
Bizim tipimizde, üzerlerinde uzun bol kıyafetler, başlarında başörtüleri olan kadınları sadece televizyonda görmüşlerdi.
Bir yandan onlara gülümserken, öte yandan tutuklu-avukat görüşmesi yapıyorduk.
O ilkokulu bile okuyamamıştı. Ailesi okutmamıştı. O zaman kızlar okutulmazdı. O ısrarla kızlarını okuttu. Altı tane kızı vardı.
Hepsinin okuması için her türlü fedakârlığı yapmıştı. Sonra kızları okula giderken bir gün onun kızlarına başlarında Örtü olduğu için artık okula alınmayacakları söylendi, inanamadı.
Dilekçeler yazdı. Okul müdürlerinin ve her taraftan yetkililerin kapılarını aşındırdı. Sonra kızı ile okul önünde beklemeye başladı. Polis baskılarına karşı "Hayır! Kızımın hakkını arayacağım." diyordu.
Sonra bir gün kızı için okul önünde beklerken gözaltına alındı ve tutuklandı. Cezaevine görüşmeye gitmiştim. Herkesten mektuplar geldiğini ve herkesin onu desteklediğini söylüyordu. Mutluluktan bir yandan ağlarken diğer yandan da gülümsüyordu. Ben de ona gülümsüyordum.(GS/AD)
* Bu yazı Kadın Çalışmaları Dergisi'nden özetlenerek alıntılanmıştır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin yayını olan dergi dört ayda bir yayınlanıyor.
Kadın çalışmaları alanında çok farklı konuların ele alındığı dergi Mayıs-Ağustos sayısında "Feminist Metaforlar: Felsefeye Ne Sunabilirler?, Klasik Dönem İslam Yorum Geleneğinde Cinsiyetçilik Düşüncesinin Anatomisi, Kadın Aydınlanması ve Din gibi çeşitli alanlarda yazılmış makalelere yer veriliyor.
Ayrıca Kadın, Kapitalizm ve Savaş teması etrafında hazırlanan Soruşturma dosyasının yanı sıra Haber Panosu, Kadın Kitaplığı ve Gelecek Etkinlikler bölümleri kadınların ajandasına yer alıyor.
Kadın Çalışmaları Dergisi'nin Yayın Kurulu: Prof. Dr. Ömer Çaha, Doç. Dr. Gülgün Erdoğan Tosun, Dr. Mehmet Yıldırım, Muhammet Koçoğlu, Rabia Babacan, Emine Çınar Akalın, Alpaslan Durmuş, Lütfi Sunar, Murat Şentürk'ten oluşuyor.