Avukat Noyan Özkan'ın anısına…
Bu gecikmiş bir yazı; Konyalı lise öğrencisi MEA tutuklanmadan önce; tam olarak belirtmek gerekirse de eski ANAP ve AKP milletvekili Feyzi İşbaşaran tutuklandıktan sonra yazılmalıydı. Zira bir haksızlığa karşı çıkmak için en doğru an, haksızlığın ilk yapıldığı andır. MEA'nın çocuk olması elbette vahameti artırmaktadır. Bu son tutuklama, Sayın Ali Sirmen'in deyişiyle "bu yılı simgeleyen olaydır" (Cumhuriyet, 26 Aralık). Ama cumhurbaşkanına hakaret suçundan dolayı tutuklama verilmesi, kim olursa olsun yanlış daha da ötesi zalimane bir harekettir. Bu nedenle 16 yaşındaki bir çocuğun tutuklanmasını beklemeden, öncelikle Feyzi İşbaşaran'a reva görülen uygulamaya karşı çıkmak daha doğru olurdu. Bunun yapılmaması, aksine örneğin Ahmet Hakan gibi konuya tam hakim olmadan tutuklayanı değil tutuklananı eleştirmek yanlıştır (Hürriyet, 9 Aralık). Dünyayı isimlerden ibaret görenlere için de altını çizelim, burada savunulan İşbaşaran değil, istisnai bir adli tedbir olan tutuklamanın hakaret suçu için asla söz konusu olamayacağıdır.
Konunun hukuksal boyutu çok da çetrefilli değil. Zaten özellikle son yıllardaki özel yetkili ceza mahkemelerinin korkunç tutuklama pratiği nedeniyle, herkes az çok tutuklamanın koşulları konusunda bilgi sahibi.
Evet, şeklen, üst sınırı 2 yılı aşan bir suçta, başka birtakım koşullar da varsa tutuklama kararı verilmesi mümkündür. Cumhurbaşkanına hakaret suçunun üst sınırı da 4 yıl olduğu için ilk şekil şartını aşmaktadır. Ancak aklı başında hiçbir insanın bu suç nedeniyle tutuklama önlemine başvurulmasını savunma imkanı da yoktur.
Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 100. maddesinin şu cümlesi son derece açıktır: "İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez." Hesap basittir: Olağan koşullarda kişinin önceden kasıtlı bir suçtan sabıkası yoksa, bu suçtan mahkum olsa bile 1 gün bile cezaevinde yatma olasılığı yoktur. Zira özel bir neden yoksa, verilecek ceza alt sınırdan olmak zorundadır ve bu da bir yıl hapisten ibarettir. Ülkemizde iki yılın altındaki hapis cezalarında sanık aksine talep etmezse "hükmün açıklanmasının ertelenmesine" karar verilir. Bu da verilen kararın 5 yıl boyunca başka bir kasıtlı suçtan mahkum olunmaması koşuluyla "hiçbir" hukuksal sonuç doğurmaması demektir.
Buna göre, gerek İşbaşaran'ı gerek MEA'yı tutuklayan yargıçlar, gerçekte suçları sabit görülürse dahi cezaevinin kapısından içeri adımını atmayacak insanları, cezaevine yollamışlardır. Bu kararların hukuken ve vicdanen kabul edilebilir hiçbir yanı yoktur. Verilen bu kararların, tutuklananların temel bir insan hakkı olan kişi güvenliği ve özgürlüğü haklarını çiğnediği de kuşkusuzdur. (Başvuru olması halinde Anayasa Mahkemesi'nde, orada değilse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden ihlal kararı çıkacağı kesine yakındır. MEA yönünden tutukluluğun iki gün sonra kaldırılması da bu durumu değiştirmez.)
Ama konu birkaç yargıcın insan haklarını gözümüzün içine bakarak yok saymalarından ibaret değil. Adli hatalar ülkemiz için vakayı adliyeden olup kimi zaman haber değeri bile taşımaz. Ancak bu kararların işaret ettiği başka bir tehlike, başka bir gerçeklik var. Bu kararlar zamanlama ve içerikleri itibariyle otoriterlikten totaliterliğe doğru çıktığımız ürkütücü yolculukta temel bir taş oluşturacağa benzemektedirler. Bu yönüyle münferit değil, planlı olduklarını düşünmek için elimizde yeterli veri bulunuyor.
Bu verilerin ilki, 17-25 Aralık'tan sonra yargıyı sil baştan değiştiren yasal düzenlemeler ve yargıç atamalarıdır. Yeni düzenleme ile yakalama, el koyma ve tutuklama, yeni kurulan, yargıçları yeni atanan yargıçlara bırakılmıştır. Düzenlemenin en önemli yanı ise üst mahkemelere başvuru hakkının ortadan kaldırılmasıdır. Buna göre, adliyelerdeki birkaç sulh ceza hakimliği bütün pratiğe hakim olmaktadır. Somutlaştırırsak - Prof. Dr. Kemal Gözler'in tespitiyle, örneğin İstanbul Adliyesinde; değişiklik öncesi tutuklama istemi sonrası 38 sulh ceza mahkemesinden birinin önüne, buna itiraz üzerine de 55 asliye ceza mahkemesinden birinin önüne çıkılırken, bugün sadece 6 hakim bu işi görmektedir. Yine Prof. Gözler'in deyişiyle bunun anlamı şudur: "Eski sistemde, siyasal iktidarın, bir ihtimal, art niyetle arama, gözaltına, tutuklama kararı çıkartmak istemesi durumunda İstanbul Adliyesinde etkilemesi gereken hâkim sayısı 93 iken, yeni sistemde bu sayı 6’ya düşmüştür. Haliyle 6 hâkimi etkilemek, 93 hâkimi etkilemekten daha kolaydır." Öyle de olduğu çıkan hukuk ve vicdan dışı kararlarla anlaşılmaktadır.
İkinci veriyi, aynı suç tipiyle ilgili olarak önceki cumhurbaşkanlarının dönemine ait bilgilerimiz oluşturmaktadır. Bilindiği kadarıyla, ne Sayın Ahmet Necdet Sezer'in, ne de Sayın Abdullah Gül'ün dönemlerinde, cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla tutuklanmış kimse vardır. Dahası örneğin, Erdoğan'la aynı siyasi yapıdan gelen Sayın Gül, internet medyasında yer alan hakaret olduğu düşünülebilecek hiçbir yoruma suç duyurusunda dahi bulunmamıştır (Bu bilgi, 23.10.2012 günlü bilgi edinme başvuruma verilen Cumhurbaşkanlığı Halkla İlişkiler Müdürlüğü'nün yanıtına dayanmaktadır.). Oysa, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Feyzi İşbaşaran'ı gözaltına alındığına ilişkin haberlerin çıktığı gün şikayet etmiştir. Erdoğan'ın diğer cumhurbaşkanlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde eleştiriye kapalı olduğu aşikardır. Ama burada asıl önemli olan cumhurbaşkanının bu "huyunu", ifade özgürlüklerini tümüyle boğacak yöntemler ile hayata geçirmesidir. (Gazetecilere açtığı sayısız tazminat davası, şikayetleri, "bombadan tehlikeli kitap" sözleri ve "Alo Fatih" hattı bu kapsamda ele alınmalı.)
Cumhurbaşkanına hakaret nedeniyle verilen iki ayrı tutuklama kararını, bu verilerle değerlendirdiğimizde, bunların rastlantısal olmadığı tezini ortaya atabiliriz. Karar içeriklerinin (internette kolayca bulabilirsiniz) son derece zorlama olması, bu kuşkuyu çoğaltmaktadır. Öyle ki Feyzi İşbaşaran'ın dosyasında, cumhurbaşkanının eşine yönelik çirkin sözlerin sarf edildiği dahi şüphelidir. Gerçekten de haberlerden anladığımız kadarıyla emniyet yaptığı incelemede bunları tespit edememiştir, İşbaşaran da kabul etmemektedir. Ancak görünen o ki, bizim hukukumuzda artık şüpheden "sanık" değil "cumhurbaşkanı" yararlanmaktadır. Totalitarizme giden yol da işte yargı mamulü bu taşlarla örülmektedir.
Sonuç olarak bu her yanı dökülen kararları tartışmak ve bunların Türkiye'deki Erdoğan'da cisimleşmiş iktidara karşı duran herkesi susturmaya yarayacak bir gözdağı verme planının bir parçası olup olmadığı üzerine düşünmek zorundayız. Aksi taktirde hiç direnemeden yaşayarak öğrenme tehlikesi var ki; bu da son derece aptalca olur.
(Not: Sevgili M. bu yazı tamamlanmaya yakın; tahliye haberin geldi. Büyük geçmiş olsun. Umarım sana yapılan haksızlığı, iyi bir şeye dönüştürür, ömrün boyunca başka insanların uğradığı haksızlıklara başkaldırırsın. Okul yönetiminin seni rahat bırakmayacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok. Lütfen pes etme, ne yap et okulunu bitir. Belli ki sana ihtiyacımız var.) (TP/HK)