Diyasporadakiler Türklerin değişemeyeceğini, uygarlığın getirdiği tüm yeniliklere karşın, onların ötekini kabullenemeyen özlerinin hep orada olduğunu söylerlerdi. Biz ise "Türkler" diye bir kategoriden söz etmenin yanlış olduğunu, son dönemde Türkiye'de her kesimde önemli bir değişim dinamiğinin yaşandığını, artık geçmişe ve ötekine farklı biçimlerde de bakıldığını, toplumun kandırılmaktan bıktığını örnekleriyle anlatırdık. Sonuçta karşımızdaki grubun büyük çoğunluğunun bizim fikrimize geldiğini, Türklerle ilişkide normalleşmenin bizzat Ermeni kimliğinde bir normalleşme ürettiğini gözlemler, kendimizden memnun otelimize dönerdik. Yolda hemen her zaman sevinçli, hatta coşkulu olduğumuzu hatırlıyorum. Sanki adım adım köhnemiş kilitleri açıyormuşuz, bir toplumu ve kültürü açık havaya, özgürlüğe taşıyormuşuz gibi bir duygumuz olurdu. İyimserliğimiz bir gün bile azalmadı... Sonunu gördüğümüz hayırlı bir yolda ilerlemekte olduğumuza ilişkin güçlü bir kanaatimiz vardı...
Oysa Türklere ilişkin bu "değişmezlik" kanısı hiç de yabancı olduğumuz bir görüş sayılmazdı. Çocukluğumdan beri ve özellikle siyaset yazmaya başladığımdan bu yana babam sık sık geçmiş örneklere dönerek fazla kendimi yıpratmamamı, çünkü "bu Türklerin değişmeyeceğini" konuşmasının bir yerine iliştirirdi. Kendi babası da ona hep bunu söylemiş ve nihayette haklı çıkmıştı... Anlaşılan her Ermeni nesli geleceğin artık eskisi gibi olmayacağı kanaatiyle kendini bir süre avutuyor, sonra da Türklerin değişmeyen özüyle karşı karşıya geliyordu. Ama Hrant'la ben bu telkinlerin üzerinde durmaz, kendimizi ikna ettiğimiz bir umut çizgisi üzerinde yolumuza devam ederdik. Şimdi düşünüyorum da demek ki henüz gençmişiz... Babamın çoktan öğrenmiş olduğunu bilecek yaşta değilmişiz...
Hrant'ın gidişi Türklerin bize "artık kendinizi kandırmayın" demesidir belki de. Bugün sokaklarda Hrant için biriken insanlara bakarak değişimi görsem, "benim Türklerim işte bunlar" desem de, acaba o Türk'ten içerü değişmeyen başka bir Türk mü var, diye sorgulamadan edemiyorum. Bu farkındalık içimi burkuyor... Benim "Türk" dediğim insanların hayatımı, günümü, fikirlerimi, iç dünyamı paylaştığım can yoldaşlarım olduğunu nasıl es geçebilirim? Ama eninde sonunda diğer "Türk'ün ortaya çıkıp her şeye damgasını vurduğu gerçeğini de nasıl görmezden gelebilirim? Bugün artık mesele "Ermeni sorunu', "soykırım" falan değil... Artık bu iki Türk'ün arasındaki esas meseleyi yaşıyoruz... Ermeniler olarak yarını hangi Türk'ün belirleyeceğini merak ediyoruz. Ve gönlümüz bir güvercin tedirginliği içinde bizim can yoldaşlarımızın bu insanlık sınavından yüz akıyla çıkmasını diliyor...
Hrant'ı hazmedemeyen, onun varlığına bile tahammül edemeyen öteki Türk'ün cinayete uzanan elini tutacak, onu anlayacak halimiz yok. Katil henüz reşit değilmiş... Hrant olsa "tam da bu işte" derdi, "Türkler reşit mi ki?" Olgunlaşması engellenmiş bir toplumda yaşadığımızın farkındaydık zaten, ama belki şu soruyu da sorma zamanı geldi: Yoksa kendi kimlik sorununu ötekine yönelen bir şiddet eylemine dönüştürerek ayinleştiren, bu işler için "yaşı küçültülmüş" bir toplum mu bu? Benim Türklerimin önündeki mesele artık açık... Toplu patolojiye doğru hızla kaydırılmak istenen toplumun intiharını engellemek, herkesin kendisini "insan" hissedeceği bir var olma halini ortaya koymak...
Türkler değişebilir tabii ama öteki Türkleri değiştirebilirler mi, gerçekten de söylemek zor. Ama niye olmasın?.. Hrant olsa benim bu kuşkuculuğuma karşı çıkar, "onlar da insan değil mi, hayret bişey" derdi... (EM/TK)
* Etyen Mahçupyan'ın yazısı, 21 Ocak'ta Zaman gazetesinde yayınlandı.