Başka bir anlatımla, devletin tepesinde bir iktidar parçalanmasının yaşandığını, daha da önemlisi farklı iktidar odakları arasındaki çatışma olasılığının giderek güçlendiği bir politik durumla karşı karşıyayız. Üstelik bu çatışma, sadece iç politikanın sorunları üzerinden değil, Türkiyenin küresel düzen içindeki yeni yerinin tayin edilmesine kadar uzanan geniş bir alanda cereyan edeceği görülüyor.
Çünkü, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetiyle birlikte, sistemin yeniden yapılanma (buna restorasyon da diyebiliriz) sürecinin kesintiye uğradığı ve bir kırılma yaşandığı anlaşılıyor. Son Emniyet atamalarında, 28 Şubat sürecinde ordunun tasfiye ettiği polislerin en üst görevlere atanması örneklerden sadece biridir.
Zoraki uzlaşma bozuluyor mu?
Gerek Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıtın Harp Akademilerinde yaptığı konuşma, gerekse Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkökün İpek Yolu-2003 General/Amiral Semineri ndeki kimi değerlendirmeleri, bir siyasal kriz ve çatışma olasılığının işaretlerini fazlasıyla taşıyor. (Özellikle Büyükanıtın konuşması bu bakımdan önemlidir.)
AKPnin seçim zaferiyle birlikte, askeri-bürokratik elit, İstanbul burjuvazisi ve taşra sermayesi arasında oluşan zoraki uzlaşma, bozulma çizgisine doğru hızla ilerliyor. Çünkü, geçen haftaki makalemde de belirttiğim gibi, AKP kendisine açılan iktidar alanının sınırlarını tam olarak kavrayamamış görünüyor. Dahası, bu sınırlara çarptığı her yerde de iktidar alanını genişletmeye çalışıyor. İşin dramatik tarafı, bunu yapmadığı zaman gerçek anlamda hükümet edemeyeceğini de seziyor.
AB üzerinden kuşatma planı!
Bu nedenle seçimlerden hemen sonra, iktidar olmak için yüzde 34 oyun yetmeyeceğini gören AKP liderliği, bir tür iktidar meşruiyeti üretmek amacıyla Batıya ve ABDye yöneldi. Yani, içeride yetersiz olan iktidar kudretini dışarıdan alacağı güçle tamamlamaya yöneldi. AKP bu stratejiyi hâlâ sürdürüyor. Örneğin, Avrupa Birliği (AB) üzerinden askeri bürokrasiyi sıkıştırmaya çalışıyor. Avrupa Parlamentosunda 5 Haziran 2003 günü kabul edilen Türkiye Raporunun eksenini, ordu-siyaset ilişkisi ve inanç özgürlüğü oluşturuyor. Türkiye ilerleme raporuna temel oluşturacağı için önem taşıyan bu metinde, Milli Güvenlik Kurulunun (MGK) kaldırılması isteniyor.
Ancak, AKPnin iktidar analını her genişletme hamlesi bir direnişle karşılaşıyor ve çatışmaya yol açıyor. Başbakan R. Tayyip Erdoğanın, Hükümet olduk ama iktidar olamadık, ülkede bürokratik bir oligarşi var demesinin anlamı budur.(*) (Bkz. 10.6.2003 tarihli gazeteler) Erdoğanın bu sözleriyle tapu-kadastro memurlarını değil, Cumhurbaşkanlığını, Türk Silahlı Kuvvetlerini (TSK) ve bir ölçüde de Hariciye Teşkilatı (Dışişleri) hedeflediği belli oluyor.
Diğer taraftan, Türkiyenin önümüzdeki bir yıl içinde yeniden şiddetli bir siyasal krizin içine girip girmeyeceğini belirleyecek olan asıl şey ise, AKPnin izleyeceği siyaset olacak. AKP, kendisine tanınan iktidar alanının sınırlarına çekilirse, ufak-tefek sorunlar çıksa bile, esas olarak çatışmasız ve karşılıklı tavizlere dayalı bir dönem yaşanacak. Değilse, ülkenin tepesindeki çatlak büyüyecek ve hükümeti paralize edecek farklı iktidar odakları öne çıkmaya başlayacaktır. Bu da tam bir fetret durumu demektir.
TSK, ABDden uzaklaşıyor mu?
Yukarıda, çatışmanın sadece iç politik alanda yaşanmadığını, küresel kapitalist düzen ve hiyerarşi içinde Türkiyenin yeni yerinin ve yönünün tayin edilmesiyle de yakından ilgili olduğunu belirttim. Bu belirlemeyi biraz açmak gerekiyor. Bunun için, Orgeneral Büyükanıtın Harp Akademilerindeki, Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik konulu sempozyumun açılış konuşmasında söyledikleri belli bir kolaylık sağlayabilir.
Büyükanıtın konuşmasının en önemli boyutunu, TSKnın ilk kez ve kamuoyunun bilgisine açık bir alanda, ABD ile arasına bir mesafe koyduğunu ilan etmesi oluşturuyor. Bu gelişme, stratejik ortaklığın bitmese bile derin yara aldığının TSK tarafından da teyit edilmesidir. TSK, Washingtonun Avrasya merkezli hegemonya siyasetini ülkeye yönelik bir tehdit olarak algıladığını ortaya koymuştur. Bu ilginç bir durumdur.
ABDye karşı güvenlik endişesi
Orgeneral Büyükanıt şunları söylüyor:
Gelişmiş ve güçlü ülkelerin tehdit algılamaları ile, gelişmekte olan ülkelerin tehdit algılamaları, aynı eksende çakışabilir mi? Yoksa, gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerin tehdit algılamalarını koşulsuz kabul eden ülkeler konumunda mıdırlar? Güçsüz ülkeler, bu ithal malı tehdit algılamaları üzerine kurdukları ulusal güvenlik politikaları ile ne kadar güvenlidirler? (...) Acaba güçlü ülkeler, kendi ulusal çıkarları yönünde tanımladıkları tehdit algılamalarını, güçsüz ülkelere dayatarak, o ülkelerin ulusal çıkarlarına zarar verecek yaklaşımlar içinde mi bulunuyorlar? (Cumhuriyet, 30 Mayıs 2003; Ayrıca konuşmanın tam metni için bkz. (www.genelkurmay.gov.tr)
Bu soruların, en güçlü ülke olan ABDye yöneldiği açık. Gerçi konuşmada ABDnin ismi hiç anılmıyor ama, TSKnın AB konusunda son zamanlarda sergilediği esnek tutumla bu sözleri birlikte değerlendirdiğimizde, hedefin Atlantik ötesi olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Küreselleşmeye kategorik olarak karşı çıkmayan Büyükanıt, sözlerini şöyle sürdürüyor:
Küreselleşmede, ülke çıkarları yönünde özgün yaklaşımlar ve bu yaklaşımların stratejik sonuçları güçlü ülkelerin amaçları ile çatışabilir. Ve belki de bu kaçınılmaz hale gelebilir. Ancak çıkarlarını küresel çıkarlarla uyumlu hale getiren ülkeler barış içinde yaşayabilecekler, aksi durumlarda, sürekli güvenlik endişesi içinde yaşayacaklardır. (agy)
Ulus devlet bir engel mi?
Ulusal çıkarların küresel çıkarlarla nasıl uyumlu hale getirileceği sorusu bir yana, TSK, Büyükanıtın ağzından yeni bir küresel çatışma alanı ve ulusal pozisyon tarifi de yapıyor. Daha doğrusu, yeni oluşmaya başlayan küresel düzene karşı duyduğu güvensizliğin ve bu endişenin beslediği ABDye mesafeli yaklaşma tutumunun gerekçesini ki buna teorik-politik arka plan da denilebilir- açıklıyor. Şu soruları soruyor Büyükanıt:
Küresel boyuttaki bu ekonomik yaklaşım acaba, uluslararası sermayenin, ulus devletten kaynaklanan bir dirençle karşılaşmadan, tek yönlü küresel pazarlara ulaşma amacını mı taşımaktadır? Başka bir ifade ile, gelişmekte olan ülkelerin ulusal güvenlik politikaları, bu yaklaşımlar önünde birer engel midir? Ve acaba, gelişmekte olan ülkelerde yaratılmaya çalışılan mikro-etnik çatışmalar, ulusal direncin zayıflatılmasında birer vasıta olarak mı kullanılmaktadır? (agy)
Darbe kime karşı olur?
Bu sorular böyle uzayıp gidiyor. Bu konuda askeri bürokrasi ile AKP hükümeti arasında bir uyumun olmadığı tarafların her halinden anlaşılıyor. Durum öyle bir hal alıyor ki, ABDnin eğilimlerini artık içeriden izleyebilecek bir konumda olan gazeteci-yazar Cengiz Çandar, bugüne kadar Türkiyede yapılan askeri darbelerin ABD desteği ve yönlendirmesiyle gerçekleştiğini belerterek, Türkiyede bir darbe olursa, geçmişten farklı olarak bu ABDye karşı olur diyor. Çandarın analizi şöyle:
Bundan sonra, şayet olacaksa, Türkiyedeki bir askeri darbe fazlaca ulusal yani yerel olmak durumundadır. Dahası Türkiyedeki bir askeri darbe doğrudan Amerikaya karşı olmak durumundadır ve onu hedef aldığı anlamına gelir. (Milliyet, 2 Haziran 2003)
Ordu ABye göz mü kırpıyor?
Gelinen aşamada, TSKnın AB konusunda koyduğu şerhlerin kamuoyunda yanlış yorumlandığını düşünüyorum. Ordu, almaya çalıştığı viraja bağlı olarak, yani ABD ile arasındaki mesafeyi açtıkça ABye yakınlaşma siyaseti izliyor. Ve kendi meşrebince, ABye katılım için bir uzlaşma zemini tarif ediyor. Dikkat edilirse, TSKnın AB konusunda ortaya koyduğu çekinceler eskisi gibi ne fazla sert ne de çok ısrarlı.
Gelişmeler dikkatle izlendiğinde, TSKnın, Amerikanın bölgede oluşturduğu ağırlığın karşısında, Washington ile ilişkileri bozmamaya çalışarak ki bu tutum tipik bir Yeni Abdulhamitçilik olarak değerlendirilebilir- AB üzerinden yeni bir ağırlık merkeziyle ilişkilenmek istediği anlaşılıyor. Ancak, ordu bunu yaparken, sadece Türkiyenin özgün koşullarının ve hassasiyetlerinin anlaşılmasını talep ediyor. Eh, o kadar da olacak!
Irak Savaşıyla birlikte, Türkiyenin ABDyi dengeleyecek yeni bir eksen arayışında olduğunu başlangıçta fark edemeyen AB, son zamanlarda durumu bir ölçüde kavramış görünüyor. Yukarıda da işaret ettiğim AB Raporunda, Türkiyenin attığı pasın alındığına ilişkin işaret veriliyor. Ve her nedense, AB birden bire Türkiyeye karşı esnemeye başlıyor.
Avrupa Parlamentosunun kabul ettiği Türkiye Raporuna son anda şu cümlenin eklenmesi başka türlü nasıl yorumlanabilir?
Türk hükümetinin reformlara kararlılıkla devam etmesi halinde, Aralık 2004te müzakerelere başlanabilir. (Hürriyet, 6 Haziran 2003)
Önümüzdeki günlerde Selanikte toplanacak AB zirvesinde ki dönem başkanlığı Yunanistandan İtalyaya geçecek- Türkiyeye güçlü bir sinyal verilmesi sürpriz olmayacaktır. Tek sorunun, Türkiyenin AB için fazlasıyla büyük ve görece güçlü olmasından kaynaklandığı düşünülebilir. Onlar da (AB) bu sorunu çözmeye çalışıyorlar zaten!!
Anlayacağınız, Türkiyenin tepesindeki çatlağın ucu neredeyse Atlantikin iki yakasına kadar uzayacak.
Haydi hayırlısı! (MY/EK)
__________________________________________________
* Türkiyede güçlü bir bürokratik oligarşi bulunduğu yolundaki yaygın inanç doğru değildir. T. Erdoğan kitlelerin en geri duygularını okşamak için böyle bir söyleme yöneliyor. Tam tersine, sistem bakımından Türkiyenin temel sorunlarından biri, güçlü sivil bir bürokratik geleneğinin kalmaması (özellikle 1970li yıllardan itibaren) ve devlet yönetimindeki süreklilik ilkesinin bozulmasıdır. Osmanlı bürokrasisinden devralınan, Cumhuriyetle güçlendirilen bilgili, görgülü, saygın ve kişilikli bürokrat tipi artık yoktur. Nitelik kaybına uğrayan sivil bürokrasi iktidarların oyuncağı haline gelmiştir. (Askeri bürokrasinin dışında bu yıkıma uğramaktan kurtulan sadece Dışişleri Örgütüdür.)