Neler olduğunu ve neden böyle bir aşamaya gelindiğini anlamak için biraz gerilere giderek, AKP'yi ortaya çıkaran koşullara yeniden bakmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Çünkü, bugün Türkiye'nin tepesinde oluşan çatlak, AKP iktidarını ortaya çıkaran koşulların hem bir neden hem de bir sonucudur.
Babalar ve oğullar
Seçimlerden sonra yine bu sitede (bianet) AKP hakkında yazdığım bir yazıda da belirttiğim gibi; bu partiyi 28 Şubat sürecinin "çocuğu" diye nitelendirmek yanlış olmayacaktır. Anımsanacağı gibi, 28 Şubat süreci boyunca, Refah Partisi ve onun devamı olan Fazilet Partisi (FP) içinden "yenilikçi" bir kanat çıkarılmak için hayli uğraşılmıştı. Çünkü, siyasal İslamın gücü bir ölçüde kırılmış ve fakat tatmin edici düzeyde bir tasfiye gerçekleşmemişti. Bu nedenle, Milli Görüş hareketinin iç dinamiklerine dayanan bir tasfiye senaryosunu devreye sokmak kaçınılmazdı.
Bu olgu, durumun işin iradi yanıydı.
Diğer taraftan, islamcı hareket nesnel konuşların zorladığı kaçınılmaz bir ayrışmaya doğru sürükleniyordu. Böyle bir dinamiğin varlığı da görülüyordu. İşte, 28 Şubat sürecinden "ders çıkardığı" söylenen, "devletle ve cumhuriyetin temel kurumlarıyla kavga etmeyecek" bir kadro arayışı, bundan sonra hızlandı. Başında R. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener gibi isimlerin bulunduğu, uzun süredir böyle bir girişime hazırlanan ekip harekete geçti. Bu kadro, şansını önce FP içinde denedi. Olmadı. Abdullah Gül küçük bir farkla Recai Kutan karşısında kongreyi kaybetti.
RP'den sonra FP'nin de kapatılması aranan fırsatı sundu. Daha önce Anavatan Partisi'nden (ANAP) kopan muhafazakar ekiple birleşen ve büyük medyanın desteğini alan "yenilikçiler", Erbakan ekibinden daha hızlı davrandılar ve AKP'yi kurdular. Meclis'teki FP'li milletvekillerinin yarısından fazlası yeni partiye geçti. Her şey yolunda gidiyordu.
Taşra sermayesi ile zoraki uzlaşma
Ancak, AKP'ye verilen destek, seçimlerden önce yapılan bütün kamuoyu yoklamalarında bu partinin yüzde 30'un üzerinde bir toplumsal desteğe sahip olduğunun anlaşılmasıyla birlikte daha temkinli hareket edilmeye başladı. Bu kadar büyük ve hükmedici bir güç hem beklenmiyor hem de istenmiyordu. Mesut Yılmaz, Hüsamettin Özkan ve Kemal Derviş eliyle başlatılan "parlamenter darbe" girişimi de başarısız olunca, Türkiye bir anda kendisini erken seçimin eşiğinde buldu. Bu karar, geleneksel siyaset sınıfının "toplu intihar" girişiminden başka şey değildi. Erken seçime gidileceği kesinleştikten sonra AKP'ye yönelik kuşkular ve itirazlar da artmaya başladı.
Ancak, AKP yarışı açık ara önde götürüyordu. Ekonomik krizin yıkıma uğrattığı toplum kesimleri, alt sınıflar, az eğitimliler, yoksullar, kendisini dışlanmış hissedenler, tekelci sermayenin tahakkümü altındaki küçük ve orta boy işletme sahipleri AKP'ye yöneliyordu.
İktidardan daha fazla pay isteyenler
AKP bakımından, çok daha önemli olan başka bir olgu vardı; servetten ve merkezi iktidardan daha fazla pay isteyen ve "orta ölçekli" olmanın sınırlarını hayli aşmış Anadolu ve/veya taşra sermayesi de tercihini Tayyip Erdoğan'dan yana yapmıştı. AKP, ılımlı İslami söylemi, devletle çatışma yerine uzlaşma arayışı, Türkiye elitine güven verme ve kendisini bu alanda kanıtlama çabalarıyla, bu tercihin yapılmasını kolaylaştırıyordu. Geleneksel İslamcı siyaset, artık bu kesimleri taşıyamıyordu. Zaten, taşra sermayesinin bazı kesimleri için geçici bir uğrak olan MHP'de derde deva olamamıştır. İslamcı siyasetteki bölünmenin nesnel temelini bu olgu oluşturuyordu.
Bu yükselişin durdurulamayacağını gören batıcı büyük sermaye, bir uzlaşma ve "koalisyon" yolu aramaya başladı. İstanbul burjuvazisi, iktidarı, büyüyen taşra sermayesi ile paylaşmaya razı olmuştu. Askeri ve sivil bürokrasi ise bu gelişme karşısında "zoraki" bir uzlaşmadan ve yeni ekibi iktidarda "terbiye" etmekten başka bir yol kalmadığını görüyordu. Elbette bu durum bir tercihten çok zorunluluğa işaret ediyordu.
Demokrat Parti modeli
Nitekim, benim seçimlerden hemen sonra, önce Tayyip Erdoğan üzerindeki yasaklar, Anayasa bile zorlanarak kaldırıldı. Kimse bu operasyona itiraz etmedi. Muhalefet partisi CHP bile "durumun normalleşmesi" adına girişimi destekledi. Erdoğan'ın önünün açılması, varılan uzlaşmanın sözleşmesi gibiydi. Ancak, bu uzlaşma ile AKP hükümetinin iktidar sınırları da çizilmişti.
Gerek AKP'nin dayandığı toplumsal güçler, gerekse seçimlerden sonra ortaya çıkan tabloya bağlı olarak siyaset alanında yapılan yeni düzenlemeler; farklı bir tarihsel düzlemde de olsa, Türkiye'nin 1950'li yıllarda yaşananlara benzer bir süreçten geçtiğini gösteriyordu. AKP'yi iktidara taşıyan koşullar, seçim sonrasında yaşanan gelişmeler ve bu partinin kadro bileşimi Milli Görüş geleneğinin yeni bir versiyonundan çok Demokrat Parti'yi (DP) çağrıştırıyordu. Zaten bu durumu bir ölçüde gören Tayyip Erdoğan'da "Milli Görüş gömleğini" çıkardığını söylerken, kendilerini "DP'nin davamı" olarak nitelendirmeye başladı.
AKP iktidar sınırlarını göremedi
Ancak, AKP'nin sergilediği iktidar pratiği, bu uzlaşmanın sınırlarını yeterince göremediğini gösteriyordu. Yeni kadro, derin bir güvensizlik duygusuyla hareket ediyor ve iktidar alanını genişletmek için üst üste hamleler yapıyordu. Örneğin, AKP daha hükümetinin ilk günlerinde içerideki iktidarını sağlamlaştırmak için dışarıdan yani Batı'dan ve ABD'den icazet almaya yönelmişti.
Diğer taraftan, ezici Meclis çoğunluğunun, seçim sistemindeki garabetin de bir sonucu olduğunu unutan AKP, sürekli olarak "kırmızı çizgileri" aşıyordu. İktidara hazır olmadığı kısa sürede ortaya çıkmıştı. Yeterli bir kadro birikimine sahip olmadığını her adımıyla ortaya koyuyordu. Sermayenin genel çıkarlarının yerine, büyüyen taşra burjuvazisini kollayan bir siyaset izliyordu.
Devleti, köhnemiş ve artık ülkeyi taşıyamayan Soğuk Savaş zihniyetinden çıkararak, 21. Yüzyılın ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırmaya çalışan Türkiye elitinin aksine, AKP onu daha da geriye çeken bir tutum takınıyordu. İşte "kadrolaşma" fırtınası bu nedenle kopmuştu. AKP, bütün beklentileri boşa çıkaracak şekilde bir Soğuk Savaş dönemi partisi gibi hareket ediyordu. Bu kadro ve anlayışla yeni küresel düzen içinde "büyük güçler arenasına" çıkmak mümkün değildi. Sıkıntı buradaydı.
Örneğin AKP, Avrupa Birliği için uyum yasalarını hazırlarken küçük kurnazlıklara başvuruyordu. AB uyum yasalarının hiçbir şekilde konusu olmadığı halde, işi gücü bırakmış "her apartmana bir mescit" gibi tuhaflıkları paketin içine yerleştirmeye çalışıyordu.
Frene basıldı
Durum böyle olunca, önce Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ardından da TÜSİAD gibi büyük sermaye örgütleri AKP'yi önce eleştirmeye, ardından da yüklenmeye başladılar. Gerek Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün basın toplantısında söyledikleri, gerekse Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) Avrupa Birliği'ne hazırlık için çıkarılmaya çalışılan "6. Reform Paketi" hakkında koyduğu şerhler, bu gelişmenin işaretleri olarak okunabilir.
Ortaya çıkan çatlağın bir nedenini de, Türkiye'nin yeni uluslararası düzende yönünü tayin edememesinde aramak gerekiyor. AKP'nin belirgin bir dış politikasının olmadığı anlaşılıyor. Ancak, bütün geleceğini AB'ye kapağı atmak üzerine kurduğu da belli. Çünkü AKP, Irak Savaşı'ndan önce izlediği "tutarsız ve ikircikli" politikalar nedeniyle ABD karşısında büyük bir güven kaybına uğramış durumda. Ve fakat bu "kapağı atma" siyasetinin içi de doldurulabilmiş değil.
Öte yandan, ülke ekonomisinin yıkımı ve ulusal zenginliklerin tasfiye ve transferiyle sonuçlanacak bir sürece (ve IMF'ye) teslim olan AKP, uluslararası ilişkilerdeki farklılaşmayı da yeterince doğru okuyamıyor. Böylece giderek, bizzat bazı sermaye çevrelerini de içine alan daha sert bir ulusalcı tepkinin de hedefi haline geliyor.
Eğer AKP, seçimlerden sonra ortaya çıkan zoraki uzlaşmanın sınırlarını görür ve kendisine çizilen alan içinde iktidar oyununu oynarsa, hükümet devam edebilir. Yok eğer, iktidar alanını genişletme çizgisini sürdürürse Türkiye yeni bir siyasal krize hazır olmalıdır. (MY/EK)