"Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle aklınıza ne gelirse, hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliği altında bir ve beraber olacağız. Alt kimliklere saygı duyacağız, yani Türkü Türküm diyecek, Kürdü Kürdüm diyecek, Lazı Lazım diyecek herkes buna saygı duymak mecburiyetinde. Ama hepimizin bir üst kimliği var. Nedir o, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız" şeklindeki açıklama, Türkiye'nin temel tıkanma noktasının resmi düzlemden ilk dillendirilmesidir.
Kuşkusuz cumhuriyetin kurtuluş ve ilk kuruluş dönemlerinde böylesi bir söylem çok doğaldı. Kimlik vurgulu söylem, Türkiye'nin gerçekliği olarak bu ilk dönemin kongre ve anlaşma süreçlerinde doğallıkla yer alabilirken, ilk parlamentodaki mebusların, Kürdistan, Lazistan gibi mensubiyetleriyle anılmaları da doğaldı.
Ancak bu doğallık, rejimin kendi restorasyonu sonrasında en temel tabu kılındı ve bırakalım bölge isimlendirmesini, kimlik isimlendirmesi bile ağır cezai yaptırım konusu yapıldı. Tüm bu tarihsel gerçekliğimizi anımsayacak olursak, Erdoğan'ın açıklamasına, resmi söylemde bir "devrim" önemi atfetmek bile mümkün.
Ancak ülkemiz bir gariplikler ülkesi ve bu gariplikler içinde söz konusu açıklama aynı zamanda ciddi bir paradoks oluşturuyor.
Nitekim öteki kimliklerle birlikte Türklükten de "alt kimlik" olarak söz edildiği ülkemizde her sabah güne Türklük övüncüyle başlatılıp Türklük övüncüyle uyutuluyoruz. Ötekilerin reddi temellindeki bu aşırı Türklük vurgusu, tarih yazımından anayasamıza, ceza yasamızdan sokağa taşan linç uygulamalarına kadar uzanan güvencelerle ağır bir korumaya alınmış bulunmakta.
Dahası ülkemizin yüz akı aydınlarından ikisi, eski Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu'nun başkanı İbrahim Kaboğlu ve raportörü Baskın Oran, benzeri bir söylemi, üstelik Başbakanlık için hazırladıkları rapora koymalarının karşılığı olarak aynı günlerde 5 yıl hapis cezası ile yargılanıyor.
Türkiye'nin en büyük, üstelik laikliğin savunulmasında da en etkin demokratik kitle örgütü olan Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası'nın (Eğitim-Sen) bile, ana dilde eğitim gibi sıradan bir hakkı dillendirmesinin kapatılma kararıyla karşılanabiliyor.
Başbakanın Türkçülük yerine Türkiyeliliği önerdiği günlerde, etnik vurgulu Türkçü söylemin hızla yükseldiği, dahası "Kürt aydını", "Kürtler" vb. ifadelerin bile bizi "böleceği" gerekçesiyle en üst düzeyde tepki veren reel bir devlet iradesiyle karşı karşıyayız.
Çok büyük insani ve ekonomik yıkıma neden olan çok acı bir savaşa ve uluslararası hukukun aşılamaz basıncına rağmen muktedirler, Kürtün inkarına dayalı mevcut statüyü sürdürebilmek için toplumu Türkçü bir cinnet atmosferine iteliyorlar.
İşte bu atmosferin de doğal sonucu olarak, resmi kimlikli bazı şahısların sorunlarımızın üstüne tüy dikmek babından Şemdinli'yi "Teksas'a" çevirmesi ve halk tarafından suçüstü yakalandıklarında bile yargıdan kaçırılmasıyla karşılaşıyoruz.
Özetle gelişmeler, sorunlarımızın çözümünün ciddi zorluğu bir yana, kurumlar arası parçalanmanın da giderek derinleşmesine işaret ediyor. Durum buyken Başbakanın konuya ilişkin Şemdinli'deki anlamlı açılımı, sorunların çözümü için umut üretmiyor.
Burada statükonun direnişi yanı sıra Başbakanın şeriatçı aslına rücu edercesine laiklik karşıtı açıklama ve uygulamaları da, inandırıcılığına ciddi anlamda gölge düşürerek sorunları daha da çözümsüzleştiren bir işlev görüyor.
Başbakanın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) türban kararına karşı çözüm için ulemaya işaret eden tepkisi, antidemokratik iktidar geleneğinin elini ve toplumsal desteğini güçlendirirken Başbakanınkini zayıflatıyor. Böylece çetesel faaliyetin suçüstü yakalanmasıyla ortaya çıkan sorunların çözümü olanağı Başbakanın İslamcı hassasiyetinin kurbanı oluyor.
AİHM kararı karşısında kendini dizginleme yeteneği sergileyemeyen bu İslamcı refleks, AKP'nin memleketin sorunlarını çözme konusundaki yetersizliğini daha da belirginleştirirken, toplumdaki laik hassasiyeti de haklı olarak arttırıyor. Bu durumda AKP'nin, zaten hakketmediği halde AB sürecinin suyu yüzü hürmetine elde ettiği toplumsal desteklerini kaybetme sürecine girmesi bir yana, Başbakanın Kürt sorununu çözmek dahil demokratikleşmeden yana zaten güvenilir olmayan açılımlarını da zayıflatıyor.
Gelinen noktada içine girilen kriz atmosferine, eğer kurumlar arası bir uzlaşı olanağı bulunamazsa, Türkiye'yi yeni bir 28 şubat sürecine taşıyacak. Esasen cumhurbaşkanlığı seçiminin yakınlaşması ve AB'nin demokratikleşme basıncı da bu eğilimi güçlendirecek. Bu koşullarda bulunabilecek bir uzlaşı ise, demokratikleşme ve Kürt sorunu aleyhine bir uzlaşı olacak.
Çünkü Kürt ve Türk kimliklerinin birbirine yabancılaştığı, çoğunluk ve muktedir olan Türk kimliğininse milliyetçi koşullanmalarla statükoya teslim alındığı bir dönemeçte gerçekleşecek böyle bir uzlaşıdan demokrasi üretmek zor.
Daha kötü olasılık ise, Kürt hareketinin de bu sürece silahlı mücadeleyle dahil olmasıdır; ki bu durum AB sürecinin olası etkilerini de ortadan kaldırarak Türkiye'yi yeni bir şiddet ortamına sürükleyecek. Bu her iki seçeneğin faturası da, esas olarak toplumun hak ve özgürlükleri yanı sıra ülkenin kalkınma potansiyeline patlayacak.
Kuşkusuz bu iki birbirinden kötü seçeneğe mahkum değiliz. Ancak iyimser seçeneğin belirginleşmesi için bir dizi ek desteğe gereksinim var. 28 Şubat sonrasının aksine bu yeni kriz atmosferinden hiçbir egemenin karlı çıkamayacağı gerçeği belirginleştikçe, bu durum taraflar üzerinde dizginleyici etki görebilir.
Türkiye'nin orta vadede AB dışında bir seçeneğinin olmadığı gerçeği görüldüğü oranda gerilim politikalarının toplumda prim yapması zorlaşacak ve bu durum AB'nin burjuva demokratik düzenleme etkisini arttırabilir. Hükümetin bizzat kendi iktidarda kalma çıkarı adına şeriatçı reflekslerini bastırma konusunda kendi içinde yeni bir irade üretebilir.
Kürt muhalefetinin silahlı mücadeleye itibar etmeyerek Şemdinli'de yakaladığı meşruiyet çizgisini geliştirerek sürecin barışçıl gelişimine çok anlamlı bir katkısı olabilir. Demokratik kitle örgütleri ve aydınların bu hassas dengeyi demokratikleşme yönünde zorlama konusunda geliştirecekleri inisiyatifler ciddi bir işlev yüklenebilir. Bizzat büyük burjuvazi ve egemen medya, gelişmelerin bizzat kendi çıkarlarını sonu belirsiz bir maceraya sürüklediğini görerek bu puslu havayı dağıtıcı bir misyon üstlenebilir.
Türkiye gerçekten de kritik bir dönemeçten geçiyor ve bu koşullarda geliştirilebilecek demokratik bir iradenin veya olmadı etkin bir baskı gurubunun her zamankinden büyük bir işlev görmesi mümkün. (EA/KÖ)