Demokrasisi defalarca darbeler ve muhtıralarla kesintiye uğrayan Türkiye, yurttaş bilincinin yerleşik hale getirildiği, bireysel hak ve hukuk arama kaygısının güdüldüğü, siyasi alanın daha fazla kontrol edildiği bir seviyeye nasıl gelecek, sivil toplum örgütlerinin rolü ne olmalı sorusunun yanıtını Gaziantep Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Özkan Yıldız ile masaya yatırdık.
Ege Üniversitesi mezunu Dr. Özkan Yıldız, doktorasını sivil toplum örgütleri konusunda yaptı. Çeşitli sivil toplum örgütleri üzerinde araştırmalar yaptı.
Birçok dergide makaleleri yayınlandı. Dr. Yıldız, politik kültür, siyaset sosyolojisi, yerel yönetimler ve kent sosyolojisi konusunda dersler veriyor.
Dr. Yıldız, Gaziantep Üniversitesi'nde halen devam eden "Sokak Çocukları Sorunu" konulu saha çalışmasının koordinatörlüğünü yürütüyor.
Sn. Yıldız, sivilleşme biraz da kentlilik bilincine bağlı olduğuna göre söyleşimize buradan başlayalım. Kent ve yurttaş bilinci nasıl ortaya çıktı?
Kent toplumlarına biz antik Yunan'da rastlıyoruz. O dönemde Yunanistan'da özünü yurttaşların oluşturduğu "polis"ler, yani kentler vardı. Özgür bireylerin yanında hiçbir seçme ve seçilme hakları olmayan köleler de polislerde yaşalardı. İlk büyük kentler kendilerini böyle var ettiler. Siyasal yaşamın ilk köklerini ve başlangıcı polislerde hayat buldu. Daha sonra Ortaçağ kentleri ortaya çıktı. Feodal derebeyliklerde kenti tam olarak tanımlayamasak da kapitalizme geçişle birlikte yaşanan siyasi dönüşümler burjuva sınıfını ortaya çıkardı. Bu geçiş dönemiyle birlikte modern kentlerin oluşumları sağlandı. Yurttaş ve birey kavramı bu sürece paralel olarak ortaya çıktı.
Batı kendi toplumsal dönüşümünü ve bireyini yaratma konusunda bu kadar arzulu iken bizde durum ne idi?
Bizde ise gerek eski Türk devletlerinde, Selçuklular ve Osmanlılarda merkeziyetçi bir otorite anlayışı hâkimdi. Devlet merkezi otorite ile yukarıdan aşağıya doğru şekillendirildiği için berilden söz etmek mümkün değil. Örneğin Osmanlı'da teba anlayışı var, çünkü bir padişah ve halifeye bağlı yönetim mevcut.
Batı tarihiyle, Osmanlıya baktığımız zaman en büyük farka burada rastlıyoruz. Batı gelişimi ile birlikte kendi bireyini de yaratmıştır. Orada da karanlık bir dönem yaşansa da Parlament dediğimiz unsurlar otoriteyi alttan alta zayıflatmış; batı bireyi, yurttaşı, yaratmıştır. Modern batıda aşağıdan yukarıya doğru bir toplumsal siyasal yapılanma süreci yaşanmışken, bizde yukardan aşağı bir anlayışla toplumun modernleştirilmesine çalışılmıştır.
Modern birey yaratma konusunda biz neden bu kadar geç kaldık? Bunun sosyolojik nedeni nedir? Öte yandan sivil toplumu nasıl açıklamamız gerekiyor?
Sivil toplumdan ne anlıyoruz, sivil toplum nasıl algılanıyor ona bakmalıyız. Sivil toplum, devletten özerk vatandaşın gönüllülük ekseninde siyasal, ekonomik, toplumsal ve gündelik hayata dair sorunların çözümünde inisiyatif aldığı, siyasal katılımı gerçekleştirmek amacıyla oluşturduğu kurumlardır.
Sivil toplum, çok boyutlu bir kavramdır. Her ne kadar bizde özellikle Osmanlı döneminde lonca gibi esnaf örgütleri sivil topluma yaklaşsa da tam olarak modern sivil toplum örgütleriyle bir tutulamaz. Çünkü bunlar merkezi otoriteden özerk değildirler. Yurttaş hakları ve "hak arama geleneği" Batı'da burjuvazinin feodal aristokrasiye karşı mücadelesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Sanayi toplumuna geçişle birlikte yaşanan siyasal-ekonomik ve toplumsal dönüşümler yeni toplumsal aktörlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Bu süreçte işçi sınıfı örgütleri, çalışma hayatının iyileştirmesi yönünde hak ve talepleri dile getirirken, kadın örgütleri kadının siyasal hayata katılımı, seçme ve seçilme hakkı gibi temel yurttaşlık haklarının toplumsal tabana yayılmasını sağlamışlardır. Ama ne yazık ki batıda iki yüzyıl gibi bir zaman dilimini hatta daha gerilere giden bu süreç bizde ancak Cumhuriyet döneminde başlamış ve bu da daha çok yukarıdan aşağıya toplumu dönüştürme projesi şeklinde gerçekleşmiştir. Türkiye'de 1980'ler sivil toplumun gelişmesinde önemli bir kırılma noktasıdır.
Neden 80'li yıllara kadar beklememiz gerekti?
80 öncesinde de çok partili siyasal yaşama geçiş ve onu takip eden dönemlerde toplumsal alanda bir farklılaşma temayülü ve sınıfsal anlamda işçi ve işveren örgütlenmeleri görülse de sivil toplum alanı güdük kalmıştır. Bu süreç 80'li yıllara gelindiğinde sivil toplum alanında nicel ve niteliksel bir sıçrama görüldü.
Bu süreç liberal rüzgârların esmesi, dışa açılmanın etkisiyle görece ivme kazandı. Yine bu dönemde otoriter devlete karşı tüm ana siyasal akımlar sivil toplumu bu otoriter devleti demokratikleşme yönünde dönüştürmede araç olarak kullandılar. Yani sivil toplum bu dönemde güçlü devleti aşındırmanın, demokratikleştirmenin bir aracı olarak nitelendirildi. Sadece sağda değil, solda da konumlanan tüm siyasi akımların sivil toplumu önemsemeleri, sivil alanda birçok örgütlenmenin öne çıkmasını, yaygınlaşmasını ve sayılarını artmasını sağladı.
Sağda ve solda konumlanan ideolojik akımların desteklediği sivil toplum örgütleri demokrasi sürecini istendiği ölçüde besleyebildi mi?
Siyasi akımların, sivil toplum örgütlerini her derde deva bir çözüm aracı olarak düşünmeleri son tahlilde şunu getirdi: Sivil toplum bir nevi taktik bir kavram haline geldi. Farklı siyasal gruplar kendi politik projelerini gerçekleştirmenin, topluma nüfuz ettirmenin aracı olarak sivil toplumu algılamaya başladılar. Sonuçta sivil toplumun kendisi bir özne olmaktan çok araçsallaşan bir konuma büründü. Belki bugün demokratikleşme konusunda yeterince olgunlaşmamız bunun bir nedeni olarak görülebilir.
Son günlerde kamuoyunun gündemini bir hayli meşgul eden Azınlıklar Raporu meselesinde bunu görebiliyoruz. Türkiye'de öteden beri var olan, cumhuriyetten sonra giderek derinleşen kültürel ayrışmalara bakalım. Bir yandan İslamcılar diğer taraftan laikler ve birçok farklı anlayış...
Bu ayrışmalar aynı zamanda sivil toplumun rengini de belirliyor. Beraberinde sivil toplumun kırılgan bir özellik arz etmesini getirmektedir. Batıda gördüğümüz toplumun taleplerini, bireyin çıkarlarını, isteklerini siyasal alana taşıyan, devletin politikaları üzerinde baskı mekanizması oluşturan, bu politikaların demokratikleşme yönünde değişmesini sağlayan yani özne durumundaki bir sivil toplum oluşumunu, bizde göremiyoruz.
Sivil toplumun siyasi yada resmi anlayışın dışındaki alan olduğunu söylediniz. Ama bir yandan da ideolojik akımların desteklediği yapılar olarak ortaya çıkıyor. Sivil toplum örgütleri siyasi alanın dışında olarak görülse de, kendileri politize bir yapı olarak ortaya çıkıyor. Bu sivil alanın kırılmasını beraberinde getirmiyor mu?
Bu öteden beri sıkça tartışılan bir konu. Medyada, siyasi parti aktörlerinin söylemlerinde, akademisyenlerin değerlendirmelerinde sıkça ele alınan bir mesele. Aslında liberalizmle de ilgili. Küreselleşmenin ve yeni politikaların üretilmesiyle bağlantılı. Çünkü sivil toplum örgütlerine aşırı bir misyon yüklendi.
Örneğin Türkiye'de son deprem felaketinden sonra şöyle bir söylem gelişti: Devlet öteden beri hep hantal olmuştur. Devletin kurumları görevlerini yetirince ifa edememişlerdir. Siyasi alanı oluşturan, inşa eden siyasi partiler fonksiyonelliğini kaybetmiştir. Kriz, yolsuzluklar, rüşvet almış başını gitmiş, halkın çıkarları temsil edilememiştir.
Buradan hareketle liberal sivil toplum yaklaşımını benimseyenler ortaya şöyle bir görüş attılar: O halde devlet, ya da siyasi oluşumların yerine sivil oluşumları ikame edelim. O zaman daha etkin, daha canlı bir sivil toplum oluşur. Bu da liberal ekonominin ve neo-liberal düzenin daha iyi işlemesini sağlar, piyasa ekonomisi savunucularının politikalarını destekleyici rol üstlenir.
Hemen söyleyeyim bu görüşe ben eleştirel yaklaşıyorum.
Eleştirinizin dayanağı nedir?
Ben, sivil toplum ile devlet ya da siyaset arasında katı bir ayrım olmaması gerektiğini, böyle bir yapılanmanın demokrasi üzerinde olumlu etki yapmayacağını, tam tersine olumsuz etkileyeceğini düşünüyorum.
Sivil toplum çoğulculuğa ve özerkliğe ihtiyaç duyar. Sivil toplum ile siyasal toplum arasında demokratik bir ilişki kurulmalıdır. Siz sivil toplumu bir yerde, siyasal toplumu başka bir yerde konumlandırıp katı bir ayrıma giderseniz, bu durum demokrasiye olumlu yönde katkı sağlamaz. Çünkü sivil toplum alanında yer alan kimi örgütler her daim demokrasi projesine katkı sağlamayabilir.
Liberal sivil toplum söyleminde, katı bir ayrım yapılması; sivil toplum alanındaki yerleşik güç ilişkilerinin, çıkar çatışmalarının, hegemonik ilişkilerin perdelenmesine yol açabilmektedir. Tekrar başa gelirsek, sivil toplum ile siyaset ilişkisi arasında sürekli bir etkileşim olmak zorundadır. Yani bir dengenin kurulması önemlidir...
Sivil toplum örgütlerinin, sivil hak ve talepleri siyaset alanına taşıması gerekir. Demokrasinin gelişimi, sivil toplumun siyasetle karşılıklı bir denge içinde eklemlenmesinde yatar.
Bu denge karşılığını buluyor mu?
Bulduğunu söylemek zor. Burada devletin kurum ve kuruluşlarının niyeti önemli. Siyasal alanı oluşturan oluşumların demokratikleşme yönünde çaba sarf etmesi gerekir. Yani devlet birtakım yasaları çıkartarak demokratik olduğunu gösteremez. Siyasal kurumlar sivil toplum örgütleriyle ilişki içinde olmak zorundadır. Şu anda bir uçurum söz konusu. AB tartışmalarında bunu net olarak görebiliyoruz. Sivil toplum, "açıl susam açıl" kabilinden bur durum arz etmektedir. Yani her şey sivil topluma havale edilmiş durumda.
Sivil toplumun geliştirilmesi, STÖ'lerin önem ve fonksiyonlarının ön plana çıkarılması, sivil topluma büyük misyonların yükletilmesi, yüceltilmesi söz konusu.
Ama gerçekten sivil toplum böyle bir özne durumunda mı? Şimdi Türkiye'de sayıları her geçen gün artan hemşehri dernekleri ne kadar sivil? Cami yaptırma derneklerini sivil toplum örgütü olarak kabul edebilir miyiz? Demokratik alanı genişletebilen, yurttaşların haklarını ve özgürlüklerin alanın genişletebilen sivil toplum örgütlerinin motor gücü hemşehri derneklerinde ne kadar var? Bunların siyasal alanla demokratik bir ilişki kurabilmeleri mümkün mü?
Bu pencereden bakıldığında siyasi alanla sivil toplum örgütlerinin eklemlenemediğini, karşılıklı etkileşimi kuramadığını söyleyebiliriz.
Bir de, trenle yolculuk etmeyi sevenler derneği, ne bileyim işte güvencin uçurmayı sevenler derneği gibi burada tarifini yaptığınız sivil yapılanmaların çok dışında, bana son derece enteresan gelen yapılar var. Acaba biz örgütlülük ya da yurttaşlık bilincimizin oluşmasında bir sakatlık mı yaşıyoruz. Yurttaş olmamızla ilişkili bir durumu mu var? Sizce nedir?
Kesinlikle ilişkili. Burada Türkiye'nin sosyal dokusunu yani toplumsal yapısını, politik kültürünü analiz etmek gerekli.
Türkiye henüz tam anlamıyla geleneksel yapıyı çözüp modern bir toplum olamadı. Bölgeler arasında ekonomik kültürel uçurumlar söz konusu. Toplumun bazı kesimleri değer yargılarıyla tüketim kalıplarıyla yaşam biçimleriyle gelişmiş bir batı toplumuna benzerken büyük bir kısmı geleneksel değerlerin altında ezilmekte hala ortaçağdan kalma töre cinayetlerinin pençesinde ekonomik açıdan ciddi bir sefaletin eşiğinde yaşamaktadır.
Kuşkusuz böylesi bir toplumda gerçek anlamıyla bir sivil toplumun yeşermesi zordur. Hemşehri dernekleri, cemaat etnik dinsel dışlamaya örgütler ve yapılar burada anlam bulmaktadır. Bu tür dernekler elbette işlevsiz değil ama bizim bildiğimiz, teorik olarak izah etmeye çalıştığımız sivil toplum örgütlerinin demokrasi üzerindeki etkisinden çok uzaklar. Geleneksel değerlerin hemşehri dernekleri ile yeniden üretilmesi söz konusu.
Peki kendileri demokrasi üzerinde etkili olması gereken sivil toplum örgütleri iç işleyişleri bakımından ne kadar demokrat. Üyelerinin temsil edilmesi ve karar mekanizmasına katılmasını sağlayabiliyorlar mı? Mesela Gaziantep'te yüzlerce dernek, vakfı, sendika, meslek odası var. Sayısal çoğunluk ile, temsildeki yoğunluk arasındaki ilişki nedir?
Sivil toplum örgütlerinin temsil noktasında iyi olduklarını söylemek çok zor. Derneklerin, sendikaların, meslek odalarının iç işleyişlerine baktığınızda dikkatinizi çeken ilk şey örgüt içi demokrasinin gelişmemiş olmasıdır. Güçlü bir başkan kültü ön plandadır. Yönetim anlayışında bir elitizm, profesyonalizm hakimdir.
Ben, birkaç sivil toplum örgütü üzerinde yaptığım araştırmada şunları gözlemledim: Örgütü 8-10 kişilik şube ya da merkez yönetim kurulu aktif olarak yönetiyor. Diğerleri sadece üye aidatı ödüyorlar ve aktif değiller. Bir görev üstlenmiyorlar.
Şunu sormak lazım: Böyle bir yapılanmada üye katılımını ne derece sağlayabilirsiniz? Bu bireyleri birer özne olarak yurttaş kimliliğine nasıl oturtabilirsiniz? Bu tür sivil toplum örgütleri içinde siyasal yada sivil bir fonksiyonu üstlenebilirler mi? Yada ne yapılabilir?
Şimdi şu çok önemli: Sivil toplum örgütlerini birer alt küçük kamusal alan olarak kabul edersek; bunların her birindeki müzakere ve etkileşim sürecinde alınacak kararlar bir nevi o ülkede demokratik katılımın yönünü ve seyrini tayin edecektir. STÖ'lerde örgüt içi demokrasi varsa, siyasal katılım söz konusu ise o sivil toplum örgütünün demokratik parametreler üzerinde belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.
Ama biz bunu göremiyoruz. Sendikalara bakıyorsunuz aynı şeyi görüyorsunuz. Bir başkanın 8-10 defa seçildiğine tanık oluyorsunuz. Örgüt içi demokrasi açısından bir değerlendirme yaptığınızda belirleyici olan, son sözü söyleyen başkan ve yönetim kurulu oluyor. Tartışmalar, başkan ve yönetim kurulunun söylediklerini onaylamak üzerine kuruluyor. Bunları göz önüne getirdiğinizde sivil toplum örgütleri ve sendikalarda bir temsil sorunu krizi gündemde.
Tüm üyelerin temsil edildiği, siyasal karar alma sürecine katıldığı, demokratik bir siyasetin, o küçük alt kamusal alanlarda gerçekleştiğini söylemek başta da söylediğim gibi çok zor. Özellikle kentlerdeki sivil toplum örgütlerinde güçlü bir elitizm söz konusu. Üye profillerine baktığınızda ise tam bir profesyonellik görüyorsunuz.
Elitizm ve profesyonalizmin sivil toplum örgütleri üzerindeki etkisi nedir, bunu biraz açar mısınız?
Türkiye'deki derin kültürel ayrışmalar, demokrasinin gelişim seyrini de belirlemektedir. Sivil toplum örgütleri politik kutuplaşmanın aracı olarak varolan bu gerginliği sivil toplum alanına taşımaktadırlar. İslamcı sivil toplum örgütlerinin projelerinin içeriğine bakarsanız bunu görebilirsiniz. Yani apolitik bir görünüm altında politik bir yapı arz etmektedir. Bunu diğer derneklerde de görebilirsiniz.
Örneğin gecekonduya giden her sivil toplum örgütü kendi ideolojik politikası ile gidiyor. Örneğin burada kadınlara okuma-yazma öğretilmesinin altındaki eğitim anlayışı politik bir stratejiye dayanmalı mı, gibi bir soru çıkıyor ortaya. Sonuçta ideolojik projelerini hayata geçirmek isteyen kesimler bunu sivil toplum eliyle gerçekleştiriyor.
Burada biraz da sosyal mühendislik anlayışı söz konusu. Toplum eldeki mevcut kalıba uydurulmak isteniyor bu da sivil toplum örgütlerini aşırı politize edilmiş bir yapıya büründürüyor.
Resmi anlayış ile çelişen sivil toplum örgütlerinin, yasal alanın dışında gibi gösterilmesi gibi bir durumu yaşadık. Örneğin İnsan Hakları Derneği'ne sayısız dava açıldı, Eğitim-Sen'e açılan kapatma davası gündemi işgal ediyor. Sivil toplum örgütleri devletle aynı mı düşünmek zorunda?
Son dönemde sivil toplum örgütlerinin devletin yanında konuşlanıp diğerlerine cephe alıyor. Taban tabana bir zıtlık söz konusu.
Son Azınlık Raporu tartışmalarından bakıyorsunuz. Türk dünyasının araştırılması konusunda bir dernek kuruluyor. Devletin politikalarını denetlemekten çok resmi ideolojiyi koruyan ve kollayan bu yapılanmalar sivil olamıyor, sivil projeleri hayata geçiremiyor.
Yani sivil toplum örgütleri arasında da bir ayrışma meydana gelmiş durumda. Birinin varlığı, diğerinin üzerinde hegemonya oluşturmaya başladı.
Sonuç olarak genel bir değerlendirmeyle sivil toplum örgütleri meselesin bağlayabilir miyiz?
Sivil toplum örgütleri kırılgan bir yapı arz etmektedir. STÖ alanında demokrasi üzerinde olumlu olacaksa siyasete eklemlenmelidir. Siyasetle ilişkisini kurup geliştirebilirse demokrasiyi besler ve geliştirir. Özellikle AB sürecinde bu çok önemli. STÖ'ler iç işleyişlerini demokratikleştirmeli, diğer sivil toplum örgütleri ile ilişkilerini geliştirmeli.
Devlet de sivil toplum örgütleri ile sahici bir ilişki kurmalıdır. Sivil toplum örgütleri siyasal alanın ve demokratik hakların dolayısıyla vatandaşın siyasal alana katılımını güçlendirmelidir. (MG/TK/EÜ)