Kriz ve sonrasını konuştuğumuz Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Özer Ertuna,Türkiye'de bankacılık sektörüne yönelik sorularımızı yanıtlarken sözünü sakınmadı.
- Türkiye'de özel banka olduğunu söyleyebilir miyiz?
Prof. Ertuna: Hayır söyleyemeyiz. Söyleyemiyoruz. Çünkü, bunu bankacılar da söyleyemiyor. Hep sorulur bu: "Türkiye'de özel bankalar ne zaman özelleştirilecek?"
- Devletin borçlarının büyümesi, rant elde etmek isteyenlerin işine yaradı mı?
Prof. Ertuna: Evet,yaradı. Türkiye'nin temel hastalıkları bunlar. Türkiye bir borç batağına girdi. Vergi toplayacağına devlet borçlandı. Önce bu borçlanma ile kaynak yarattı. Ondan sonra artık kaynak yaratamaz duruma geldi. Ve borç faizlerini ödemek için borçlanır hale geldi. Bugün öyle bir noktaya geldik ki, topladığımız verginin yüzde 85'inden fazlasını borç faizi olarak ödüyoruz. Bu olacak iş değildir. Eğer, bir yapısal reformdan sözedilecekse, önce, reformun bu temel sorunu çözmesi lazım.
- Bu temel sorun çözülecek gibi duruyor mu?
Bunun çözülme yolları var. Ama şu anda bu yapılmıyor.
Şu anda yapılan nedir peki?
Prof. Ertuna: Şu anda IMF ve Dünya Bankası ile çok iyi aramız ama, hala borçlarımız artıyor.
Ertuna'ya göre Türkiye, "borçlar" konusunda kısaca şunu yapmak zorunda:
"Borçlarını azaltmak zorunda. İthal etmek değil, yerli üretmek zorunda. Çünkü: Türkiye'yi çok ciddi tehlikeler bekliyor. Fabrikalar işçi çıkardıkça, satın alma gücü düşüyor. Yeni işçi çıkarmalara neden oluyor bu. Türkiye bir kısır döngüye doğru gidiyor. İhracat artacak deniyor. Ama, bu program ithalatı daha çok artırır. Çünkü dışarıdan gelen kaynaklar, ithalatı artırır. Bugünkü programın yolu da aynı. Dışarıdan gelen kaynaklarla borçları ödemeye kalkmanın başka bir anlamı yoktur çünkü."
Yine sözün yönünü bankacılık sektörüne döndürmeli.
"Bir yandan, 'serbest piyasa düzeni, yerleştirilecek, artık kimseye destek yok. Tarıma sübvansiyon yok. Devleti kazıklama dönemi bitiyor' deniyor. Tüm bunlar hararetli hararetli konuşulurken, bakıyoruz, kimsecikler bankacılık sektörünü ırgalamıyor."
Bankalar, devletin borçlanma ihtiyacına (faizi beğenmeyerek) yanıt vermediği zaman da bakıyoruz, en yetkili ağızlardan çıkan formül aşağı yukarı şöyle:
"Bu işi piyasa dışında çözmek gerekecek."
Yine soruyoruz Ertuna'ya:
Bankalara hala arka çıkılmıyor mu? O bankalar ki, yıllar yılı, topladıkları kaynakları devlete borç vererek, hiç risk almadan olağan üstü bankacılık geliri elde etmediler mi?
Prof. Ertuna: Çok para kazandılar. Ama... Evet. Geçen yıl ilk kez bankalar cephesi, (enflasyonu geriletme hedefi tutmayınca) devlete borç vermede kayıplara uğradı. Evet. Bankaların büyük bölümü bu yüzden çok zor durumda.
Ama risk bu. Kimse onlara zorla satmadı bu devlet kağıtlarını. Risk alan kazanır da kaybeder de. Kâr, risk alanların elde ettiği bir şey değil midir?
Prof. Ertuna: Haklısınız. Türkiye'de biz bankalar konusunda esas soruna yönelemiyoruz. Sorunu, 1994 yılında kendimiz başlattık. Dedik ki: "Bankaların bütün borcu devletin borcudur." Yüzde yüz mevduat güvencesi verdik.
Bankaların tüm borcu devletin olduğu için... Bankalar, sorumluluk duymuyordu. Çok yüksek faizlerle dolar ya da Türk Lirası toplayabiliyorlardı. Böyle bir sistem, piyasa sistemi değildir. Piyasa sistemi, batmanın doğal kabul edildiği yerde vardır. Oysa, Türkiye'de bankalar için şimdiye kadar "batma" gündeme hiçbir zaman getirilmedi. Devlet bu problemi çözemiyor.
- Desenize, bankalar, hep sistemi tehdit eden bir unsur olarak kalıyor Türkiye'de.
Prof. Ertuna: Evet, tehdit halinde... O kadar ki, "madem" deniyor, "bankaların bilançosunda pasif hanesi zaten devletleştirilmiş vaziyette. (Bankaların borcu devletin borcu kabul edildiğine göre). O zaman aktiflerinin de yani varlıklarının da devletleşmesi gerek." Bu tabii, bir çözüm önerisi olmaktan çok, tabloyu çarpıcı olarak göstermek için yapılmış bir yorum.
Sormak farz artık:
- Kamu bankalarının bu kadar hedef tahtasında olduğu şu günlerde; özel bankaların pasifi devletin ise, ve bu hiç dile getirilmiyorsa, burada bir adaletsizlik yok mu?
Prof. Ertuna: Evet bu bir adaletsizliktir. İkincisi, piyasa mekanizmasına uymaz. Üç, kamu bankası dediğimiz bankalar da piyasa mekanizması içinde çalışan bankalardır. Ne yazık ki, "hortumlama" kavramı ile "görev zararı"nı aynı kefeye koyanlar oldu. Aslında bu ikisi çok farklı şeyler. Devlet bütün dünyada çiftçisine destek olur. Amerika'da da... Avrupa Topluluğu'nda da... Devlet diyor ki, çiftçiye destek olacaksın. Ama (herkes için olduğu gibi) Ziraat Bankası için de) paranın maliyeti yüksek. İşte maliyet ile aradaki farkı devlet görev zararı olarak ödüyor. Görev zararı, ekonomik bir amaca ulaşmak için uygulanan bir şeydir. Ama ne olmuş? Devlet bu görev zararını Ziraat Bankası'na ödememiş. Ödemeyince de, Ziraat Bankası devletten alacağına karşı faiz yürütmüş. Bu durumdan (yanlış bir uygulama varsa) sorumlu olan hükümettir. Ziraat Bankası değil. Çözümü Ziraat Bankası'nı yok etmekte aramak yanlıştır.
- Siz ki, özelleştirmeden yana birisiniz.
Prof. Ertuna: Evet.
- Özel bankalar için aslında risk yok değil mi? Şu haliyle var mı?
Prof. Ertuna: Yok gibi görünüyor. Mevduat sahibi için öyle görünüyor.
Türk bankacılık sektörünün , öteki sektörlere göre yıllar içinde edindiği bir ayrıcalığı bir daha hatırlamanın tam sırası:
- Bir yandan özel bankalar için risk yok. Onların borcu devletin borcu sayılıyor. Bir yandan da bu özel bankalar, devlete borç vermeyi riskli buldukları için (nedense) gayet yüksek reel faizlerle devlete borç vermekten büyük getiriler sağlamış olacak. İkisi birada, biraz fazla değil mi?
Prof. Ertuna: Tabii ki fazla. Bankalar devlete borç vermek üzere ihaleye girdikleri zaman inanılmaz risk primleri istiyor. Bunlar yüzde 32'lere tırmandı bir ara.(Enflasyondan arındırıldıktan sonra,) Dünya'da çöp kağıt (junk bond) diye nitelenen tahviller için bile yüzde 17'yi geçmez bu oran. Borçlanırken, yüzde 32 risk pirimi ödeme yükünü hiçbir ülke, hiçbir kurum kaldıramaz. Türkiye'nin borç sarmalına girmesinin gerisindeki mekanizmalardan biri de budur.
Yüksek faizler borçları artırdı. Borçlar da faizleri?..
Prof. Ertuna: Bu bir çığdır. Eğer, borcu değil de borcun faizini ödemeye başlamışsanız... İşte orada çığ başlar. Bu çığ da ezer o toplumu. Türkiye'nin faizi ödemek üzere borçlanmaya başlaması bundan üç beş yıl öncesine dayanıyor.
Türkiye'nin ne yapması gerek?
Prof. Ertuna: Türkiye'nin bir ekonomik alanda seferberliğe ihtiyacı var. Türkiye'nin borçlanması değil, borç ödemesi gerek. İthal etmesi değil, üretmesi gerek. Devlet sisteminde israfları da önlemesi lazım. Türkiye sarhoş bir biçimde tüketmeye yöneldi. Düşünün ki, asfalt yollarda kullanmak için arazi arabaları satın almaya bu yıl 7 milyar dolar harcamışız. Ondan sonra 10 milyar dolar bulabilmek için her türlü baskıyı kabul eder duruma girmişiz. Türkiye böyle olmamalı.
Türkiye gibi bir ülke var mı? Bu kadar uzun süre, bu kadar yüksek enflasyonla yaşamış?
Prof. Ertuna: Türkiye hep yüksek ateşle dolaşıyor. Türkiye, 20 yıldır zıplıyor. Hamle yapmıyor. IMF politikası yanlıştır.
- Yıllar yılı, devlete borç vererek sermaye birikimi sağlayan Türk bankacılık sistemi, döviz çapası uygulamasının ardından gelen devalüasyon nedeniyle, o güne kadar edindiği sermaye birikiminin bir bölümü yurt dışına transfer etmiş oldu. Bu yapı nasıl kırılacak? Meclis'ten çıksın diye tutturulan 15 Yasa; yapıyı kırmaya yeter mi?
Prof. Ertuna: Bu 15 Yasa'nın birçoğu da çağın gelişmelerine ters düşebilecek yasalar. Örneğin, Türkiye'nin önceliklerinden biri de bölgeler arasın farklılıkların giderilmesidir. Allah aşkınıza siz Şeker Yasası ile 2 milyon beş yüz bin pancar işçisini zor durumda bırakırsanız, üretimi kısıyorum, bunlara oturdukları yerde para ödeyeceğim derseniz, (bu parayı ödeme imkanınız yok ya neyse) Türkiye'deki gelir dağılımı sorunlarına da, yöresel kalkınma hedeflerine de ters düşersiniz. Bunlar, kolay konular değil. Şeker Kanunu tartışılmadan geçti. Şeker pancarı üreticileri, olayın içine alınmadı. Başka yerlerde hazırlanmış tasarılar Türkiye'de kanunlaştırıldı. Amerika da Avrupa da kendi çiftçisini korur. Ama Türkiye kendi çiftçisini koruyacağı zaman sorun oluyor.
Ertuna sözün bu noktasında ilginç bir çelişkiye parmak basıyor:
"Fransa'da devletin ekonomide payı Türkiye'den çok daha yüksek. Ama ne oluyor. Bir de bakıyoruz bizim işadamımız, Fransa'daki devlet şirketi ile işbirliği yapmış. Yeni oluşan bir çok yabancı ortaklıkta, yabancı muhatap, Fransa'nın devlet şirketi.
- Peki, devlete borç vermekten olağanüstü rantların elde edildiği ve sıcak paraya davetiye çıkaran bir ortama, hakiki yabancı yatırımcı gelir mi?
Prof. Ertuna: Türkiye'ye gelen yabancı fonlar, ellerindeki kaynakların yüzde 70'ini emin kağıtlara yatırmıştır. Ancak yüzde 5 ya da 10'u ile bizim gibi kalkınmakta ülkelerde kullanır. Türkiye'ye yüzde 32 net getiri sağlamak üzere geliyorlar. Limit budur. İşin hoş yanı, net getiri yüzde 32'yi aşıyorsa, o zaman da kaçıyor yabancı fonlar. Bunlar artık delirmiş olmalı, herhalde batacaklar diye düşünüyorlar.
Sıcak paraya teşne bir ortamın bulunduğu yere, doğrudan yatırım yapmak üzere hakiki yatarımcı gelir mi?
Prof. Ertuna: Gelmez. Bunlar çıldırmış, batar diye düşünür. Niye stabilite yok onu sormak gerek. Stabilite yok, çünkü soyuluyoruz. Gazetelerde şöyle bir haber okudum. Almanya'da tedavülde dolaşan para toplum 260 milyar markmış. Bunun 60 milyar markı Almanya'da dolaşıyormuş, geri kalanı da dünyanın diğer ülkelerinde... Türkiye'de dolaşan kısmın, 90 milyar markı bulduğu ileri sürülüyor. Bu doğru ise bunun yüzde 6'sı da 4.5 milyar markı hibe etmiş oluyoruz. Almanya'ya dolaşımdaki paranın yüzde 60'ı kadar sıfır faizle borç vermek demek. Cebimizde hangi ülkenin parasından ne kadar varsa, o ülkeye o kadar faizsiz kredi vermiş oluyoruz. Halkın cebinde 30 milyar dolar civarında döviz olduğu söyleniyor. Bunun yüzde 6'sı 1 milyar 800 milyon dolar eder. (net bağış) İşte biz bunu Amerika'ya bağışlamış oluyoruz. Ama oradan gelecek 10 milyar dolar bizi kurtaracak sanıyoruz.(NU)