Anayasa üzerinden gelişen tartışmalar kaçınılmaz olarak eşitlik ve kota kavramlarını gündeme getirdi. Bu iki kavram kapsamlı, karmaşık ve tarihi bir içeriğe sahip. Kota üzerinden süregelen "atışmalar"sa esas sorunun eşitlik kavramı üzerinde olduğunu ve bu konuda "ortak bir dil" geliştirmenin gerekliliğini ortaya koyuyor.
Görünüşte çok çekici ama içerik olarak son derece sınırlı olabilen eşitlik ilkesi, ön açıcı olabileceği kadar dışlayıcı bir karaktere de sahip. Kısacası "herkes eşittir" demekle mesele çözülmüş olmuyor. Genel olarak, yasalar önünde eşitliğin, sonuçta herkes için eşitliği sağlayacağı düşünülür. Aslında durum hiç de öyle değil.
Ne var ki eşit haklar kavramı modern ve demokratik olduğu varsayılan toplumlarda "bütün insanlar eşit yaratılmıştır" ilkesiyle aşılmaya çalışılıyor. Bu anlayış siyasal yapılanmaların da sıkı sıkıya tutunduğu bir hedef oluyor. Sorun da tam burada başlıyor. Çünkü farklılıkları yok sayarak herkesi "aynılaştıran" böylesi bir eşitlik tanımlaması, eşitsizliği yaratan koşulları kolaylıkla göz ardı eder.
Başınızın çaresine bakın!
Modern toplumlar, "farklılık" biçimlerini kabul ediyor görünmekle birlikte, toplumsal eşitlik meselesinin siyasal boyutunu irdelemekten kaçınarak, fırsat önceliği/özel önlem politikalarından veya bunun çok bilinen bir aracı olan "kota" gibi uygulamalardan olabildiğince uzak durmayı yeğler ve kadınları bir yerde kaderleriyle baş başa bırakır. Nasıl mı?
Kadınlara ailenin/hanenin temel direği tanımı çerçevesinde anne, eş rolü biçilir. Yetmedi, ücretsiz emek karşılığı çocuk, yaşlı, hasta bakan dolayısıyla da kamunun görevi olan sosyal hizmetlerden sorumlu kişi rolü de verilir. Diğer taraftan, yurttaşlık statüleri çerçevesinde kamusal alanda yer alabilecekleri ve önlerinde hiçbir engel olmadığı söylenir ama en temel gereksinimleri olan çocuk bakım hizmetleri gibi destek politikalar sağlanmaz.
Çalış senin de olur
Dolayısıyla kadınlardan, bu çok pahalı hizmetleri kendi başlarına halledecekleri varsayılarak eşit rekabete girmeleri beklenir. Kısacası kadınlara, anayasa/yasalar çerçevesinde "yurttaş kadın" olabilirsin ama anne, eş ve gönüllü sosyal hizmetler uzmanı görevlerini de yerine getirmek koşuluyla deniliyor. Bu durumda kadınlar için eşit haklar ve yurttaş olma kefesi aşağı doğru kaymaya başlıyor.
"Özel önlem" veya "kota" talep ettiği zaman da "anayasal bir engel yok, serbest rekabet var, sen ikinci sınıf vatandaş mısın ki kota istiyorsun?" deniyor. Amaaa çocuklara, yaşlılara da sen bak, yemeği de pişir, evi de temizle, annelik de yap, ayrıca bir eş olarak görevlerini de yerine getir, hatta bakımlı filan da ol.
Bu arada istersen kamusal alanda da çalış, yüksel ve hatta milletvekili de ol. Peki kadınların bütün bunlardan sorumlu görülmeyen erkeklerle eşit rekabete girmelerini beklemek adaletli mi? Ya da kadınlar ‘süper varlıklar mı?’ Acaba hiçbir destek politika almadan dağları devirmesi beklenen kadınlara ‘süper kadın yurttaşlar’ diye ayrı bir başlık mı açsak, ne yapsak?
Bu süper kadınların yüklerini ve hayatlarını normalleştirmek için fırsat eşitliği lazım, kota lazım.
Aileye/özel alana delege edilen kadınlar, temsil, yurttaşlık hakları ve kaynakların bölüşümünden pay almakta zorlanacağı açık. Kutsallaştırılmış ve soyutlaştırılmış bir eşitlik kavramı kadın yoksulluğu gibi en temel eşitsizliği de dikkate almaz, tersine varlık nedeni bu eşitsizliği maskelemeye dönüşebilir.
Bu durum, eşitsizliği gidermede bir çözüm olarak kadınlara destek politikalar oluşturmanın zeminini meşrulaştırıyor. Ancak kaynakların yeniden dağılımını da içinde barındıran bu uygulamaların sağ veya sol hükümetler farketmeksizin hepsi tarafından dirençle karşılanacağını da akılda tutmak gerek.
Bu tür uygulamaları bir yükümlülük haline getiren en önemli uluslararası yasal doküman olan CEDAW Sözleşmesi’ni Türkiye 1985’te onayladı. Sözleşmenin 4. maddesi eşit toplumsal sonuçlar veya fiili eşitliği sağlama açısından büyük önem arzeder. Yeni anayasa tasarısı tartışılırken hem bu yükümlülüğümüz ve hem de adaylık süreci nedeniyle yine yükümlü olduğumuz AB eşitlik müktesebatını da önemle göz önünde bulundurmalıyız.
Özel önlem politikaları; bir cinsiyet grubu tarafından yaşanmak zorunda kalınan dezavantajlardan yola çıkıp koşulları çeşitlendirerek sonuçlarda eşitliği sağlamayı amaçlar. Türkiye’de kadınların hem yerel yönetimlerde hem de (son seçimlerde 50 kadın milletvekili ile durum biraz düzelmiş olsa da) parlamentoda "temsil krizi" var.
Bu nedenle yeni anayasa taslağında kadınlar için "kota" uygulamalarına temel sağlayacak 10. madde (taslaktaki 9. madde) kadınların talepleri doğrultusunda düzenlenmeli.
"Özel önlem" şart
Bu tür uygulamaları yapmış olan Arjantin, İspanya, liste kotası ve tercihli oy uygulaması ile çifte kota uygulayan Belçika gibi ülkelerde kadın temsilinde önemli gelişmeler sağladı. Arjantin’de kotanın yasallaşması sonucunda ilk seçimlerde kadın temsil oranı yüzde 4’ten yüzde 27’ye fırladı.
İspanya’da Zapatero hükümetinin kadınların eşit temsili konusundaki inançlılığının sonucu da olarak 16 kişilik kabinenin 8’i kadın olarak belirlendi. Finlandiya’da ise yüzde 40 kota uygulamasının da somut sonucu olarak 2007 Mart ayında yapılan genel seçimler sonrasında ve yeni hükümetin siyasi kararlılığı sonucunda 20 bakanlı kabinede 12 kadın yer aldı.
Şurası açık ki, herhangi bir sistemde kadın hakları konusunda reformlar gerçekleştirebilmek siyasi bir meseledir ve politika oluşturma süreçlerinin sivil hareketlerin talepleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Zorlu bir süreçtir, sabrın ve aklın yanısıra, siyasi ve toplumsal kararlılık gerektirir.
Cinsiyetlerarası eşitlik politikalarının başarılı olabilmesi için çeşitli koşullardan söz edilebilir ama en önemlisi siyasal iktidarların kararlılığı. Anayasa tartışmaları bu siyasi kararlılık açısından önemli bir test olacak. Katılımcı demokrasiyi ve kadın hakları konusunu sözde değil özde içselleştirmiş bir hükümet ve Türkiye’den bahsetmek için önümüzde önemli bir fırsat var. Dileğim bu tarihi fırsatın kesinlikle kaçırılmaması. (SA/GG)