Kavramlar ekseri ya içerikleri boşaltılmış olarak kullanılıyor, ya da ifade etmesi gerekenin karşıtı bir içeriğe sahip oluyor. Elbette bu tesadüfen ortaya çıkan bir şey değildir.İnsanların bilinci bu tür manipülasyonlar, kavramlar ve sözcükler aracılığıyla sömürgeleştiriliyor.
Bilinci sömürgeleştirilmiş insan (kadın- erkek) artık gerçekle yalanı, doğruyla yanlışı ayırt edemez hale geliyor, soru sorma yeteneği dumura uğruyor. Artık o aşamadan sonra şeylere, olaylara, olgulara ve süreçlere kendi gözüyle bakamaz, değilse göremez hale geliyorlar. Bunun tipik ve yaygın örneğini mitlerde (efsanelerde) görebilirsiniz. İnsanların bir şeye inanmaları için öyle bir gerçekliğin var olması gerekmez. İnandıkları şeyin mantıki iç tutarlılığının olması da gerekmez. Önemli olan onun bir inanç kategorisi haline gelmesidir.
Türkiye'de Cumhuriyet'in varolduğuna inanıyoruz
Türkiye'de hiç bir zaman Cumhuriyet diye bir rejim olmadı ama, seksen yıldır varolduğuna inanılıyor. Rusya"da da seksen yıl kadar hem dostları hem de düşmanları tarafından sosyalizm olduğuna inanılmıştı... Mesela bu gün insanlar "Batı demokrasisi" diye bir şeyin varolduğuna inanır. Oysa, orada olup-bitenin demokrasiyle ilgisi kimi görüntülerden ve retorikten ibarettir.
Türkiye'de Osmanlı İmparatorluğu'ndan Cumhuriyet denilene geçiş, bir hükümet darbesi sonucunda ortaya çıktı. Tanımı ve doğası gereği darbeyle rejim değişmez. Bir paradigma değişikliği mümkün değildir. Darbe, daima varolanı sürdürmek için yapılır. O anda yönetimde olanlar al-aşağı edilir, aracın direksiyonuna başkaları geçer ama, araç aynı istikamette yol alsın diye... "Yeniler" yeni bir şey yapmak için gelmez...
Bu vesileyle Marks'ın Friedrich Bolte'ye yazdığı 23 Kasım 1871 tarihli mektupta söylediklerini hatırlamak aydınlatıcı olur. Marks, söz konusu mektupta: "Eski veçheler yeni biçimler ve görüntüler altında kendilerini yepyeni bir şeymiş gibi sunarlar" diyor...
1923'te Mustafa Kemal bir darbeyle Padişahı (ki zaten hiç bir gücü, iktidarı ve ağırlığı kalmamıştı) devirdi, onun yerini aldı ve rejimin adını da Cumhuriyet koydu. Adı öyle kondu diye cumhuriyet olmazdı. Cumhuriyet demek halkın iradesinin tecelli etmesi demektir. Velhasıl halk iradesinin tecelli etmesi gerekir ki, oradaki rejime Cumhuriyet denilebilsin.
Halkın iradesi tecelli etti mi?
O zaman şu soru akla gelecektir: 1923'den sonra halkın (cumhurun) iradesinin tecelli etmesine imkân veren neler yapılmıştır. Ne tür yeni söylem, kurum ve mekanizmalar devreye sokulmuştur da ortaya çıkan "yeni rejim" radikal olarak bir öncekinden farklıdır? Açık ve kesin olan husus şudur ki; halk iradesinin tecellisi için hiçbir şey yapılmamıştır ama tersi yapılmıştır. Çok sınırlı özgürlük gözenekleri de kapatılmıştır. Zira, "yeni rejim" ancak özgürlükleri boğarak varolabilir, iktidarını koruyabilirdi.
Esasen tam da benim "padişahsız padişahlık rejimi" dediğim durum söz konusuydu. Fakat, Avrupa-merkezli yabancılaşmanın ve ilerleme ideolojisinin bir sonucu olarak, mistifikasyon yaratmak kolaylaşmıştı. Bu yeni olan mutlaka eskisinden iyidir yaklaşımıdır. Aslında Cumhuriyet denilen rejimle beraber emekçi çoğunluğun durumuna bakarak, eskiyle yeni arasındaki farkı görmek mümkündür. Özgürlükleri budamanın gerekçesi de bulunmuştu: halk henüz özgürlükleri hazmedecek, özümleyecek olgunluğa ve eğitime sahip değil... Bu aslında Avrupa merkezli yabancılaşmanın ve sömürge bilincinin bir tezahürüdür. Bu şu demektir: Halk henüz özgürlüğe hazır değil, hazır olması için benim vereceğim eğitimden geçmesi gerekir... Seksen yıldır da "eğitiyorlar" ve sonuç ortada... Oysa, asıl eğitenlerin eğitilmesi gerekirdi...
Cumhuriyet rejiminin ve onun bileşenlerinin tartışılması konusunda gösterilen bağnaz tepkiyi ve linç histerisini yukarıdaki kısa açıklamadan giderek anlamak mümkündür. Sorun, olmayan bir şeyi varmış gibi göstermenin zorluğundan kaynaklanıyordu. O zaman da bir resmi ideoloji oluşturmak zorundaydılar. Biliyorsunuz, resmi ideoloji yok sayma, yalan ve tahrifat üzerine bina edilir. Bir kere yalan, yok sayma ve tahrifatla işe başlandı mı, artık yalansız yol alınamaz. Gösterilen tepkinin ölçüsüzlüğü ve aşırılığı bu durumla ilgili, Yalanın yüzlerine vurulmasından, yalanın açığa çıkmasından müthiş rahatsız oluyorlar. Mâlum ayıbı açığa vurmak ayıbı büyütmektir... Ayıbın büyümesini istemiyorlar...
Bu tartışmaların gündelik hayattaki işaretlerine bakar isek şöyle bir tablo çıktığını söyleyebiliriz:
"Halk Cumhuriyet'e taraf bile değildi"
Bu ülkenin insanları (toplum sınıfları veya emekçi çoğunluk densin) hiç bir kritik tarihsel dönemeçte toplumsal sürece müdahale edip onu etkileyemedi. Cumhuriyet denilen rejimin kurulmasına aktif olarak katılmak bir yana, taraf bile değildi. Birçok benzer ülkedeki gibi anti-sömürgeci, anti-emperyalist bir mücadele ve deneyime de sahip değildir. Bu bakımdan iğdişleşmiş durumdadır.
Aslında Osmanlı İmparatorluğunun reâyasına "yurttaş" demekle yurttaş olması gerekmiyordu. Dolayısıyla, reâya bilincinden yurttaş bilincine geçiş hiç bir zaman söz konusu olmadı. Ortalama bir insan bir çeşit "misafir", "muhacir" ya da "sığıntı" bilinci taşıyor. Olup bitenlerin kendi sorunu olduğunu, kendi yaşamını angaje eden şeyler olduğunu, süreci etkileme yeteneği olduğunu, böyle bir şeye hakkı olduğunu düşünmüyor. Öyle olunca, sözünü ettiğiniz tartışmaları ve kamplaşmaların da korkuyla karışık uzaktan izlemekle yetiniyor...Elbette bu durum hep öyle gidecek diye bir şey söz konusu değildir. Böyle bir şey zaten eşyanın tabiatına de aykırıdır...
"Türkiye"yi devlet partisi yönetir"
Türkiye söz konusu olduğunda "kendine özgü olan" durum ekseri gözden kaçıyor. Bu da Avrupa merkezli yabancılaşmanın sonucudur. Bizde siyasi partiler Batı'daki benzerlerinden farklıdır. Türkiye 1908"den sonra, ama asıl Mahmut Şevket Paşa suikastının ardından (1913), benim "asıl devlet partisi" dediğim ekip tarafından yönetiliyor. Dolayısıyla, siyasi partilerin "asıl devlet partisinden" ayrı bir varlığı yoktur. Devlete hakim olan "asıl devlet partisidir". "Asıl devlet partisi" gerektiğinde siyasi parti kurar, kurdurur, açar, kapatır, yasaklar, izin verir, hizaya getirir, "balans ayarı" yapar, vb.
Dolayısıyla, devlete hakim olan bu kesim, esas rotayı belirler ve yönetir. Siyasi partilerin misyonu kitleyi oyalamak ve rejime "demokratiklik" görüntüsü kazandırmaktan ibarettir. Bir de işler sarpa sardığında ki, sarmaması mümkün değil, olumsuzluk onlara fatura ediliyor ve "asıl devlet partisi" kaldığı yerden kurtarıcı rolünü oynamaya devam ediyor...
Elbette bal tutanın parmağını yalaması, bağa girenin üzüm yemesi için doğası gereğidir...Dolayısıyla, siyasi partilerle devlet arasındaki ilişki terstir. Bunu şöyle de söylemek mümkündür: Siyasi partiler "asıl devlet partisinin"" taşeronu durumundadırlar. Biliyorsunuz, taşeronunun müteahhitten ayrı bir varlığı mümkün değildir. Bu itibarla siyasi partilerin hükümet kurduklarına bakarak "hükmettikleri" sanılmamalıdır. Taşeronunun yapması gerekeni yapmak durumundadırlar. Fakat, aradaki ilişki açıkla tanımlanıp ifade edilmediği (tanımlanıp ifade edilmesi mümkün değildir, aksi halde mistifikasyon yaratma yeteneği ortadan kalkar) için, ekseri taşeronla müteahhit arasında sürtüşmeler çıkıyor. Mesela, Erbakan hükümetiyle öyle bir sürtüşme olmuştu.
Daha önce Menderes Hükümetiyle de sürtüşme oldu ve Menderes'in idamıyla sonuçlandı. Oysa, 28 Şubat sonrasında hemen hiç sürtüşme yaşanmadı. Zira, taşeron neyi yapmayacağı konusunda güven veriyordu, sorun çıkarmıyordu. Yeni bir taşeron geldiğinde kimi sürtüşmeler yaşanıyor. Bazen bu sürtüşmeler taşeronla yapılan "zımni" akdin feshedilmesiyle sonuçlanıyor. AKP ile yaşanan sürtüşmeleri bu bütünlük içinde anlamak gerekir...(FB/NK)
Ara başlık ve vurgulamalar Bianet'e aittir.