Günlük basında ender görünen Le Carre, bu hafta başında tam da kendisinden beklediğim bir yazı yazdı. Bu yazının önemli iki boyutu vardı: Birincisi, Batılı toplumlarda iktidar sahipleri tarafından (özellikle Amerika'da) kamuoyunun nasıl yanıltıldığının, cahilleştirildiğinin ve yönlendirildiğinin yine Batılı ve aristokrat bir yazar tarafından ortaya konulmasıydı. İkincisi ise, sistemi çok iyi bilen dünyaca ünlü bu yazarın, bütün bu olup bitenlerde medyanın oynadığı role işaret etmesiydi.
En büyük halkla ilişkiler oyunu
Le Carre, geçen Salı günü İngiliz The Times gazetesinde yayımlanan, Türkiye'de de Cumhuriyet gazetesinin Perşembe günü manşet yaptığı yazısında; ABD'nin McCarthy'cilik, Domuzlar Körfezi ve Vietnam Savaşı döneminden çok daha tehlikeli bir sürece girdiğini belirtiyor. ABD'nin, olmuş ve olabilecek en kötü "delilik dönemlerinden birini" yaşadığını da yazan Le Carre, "Amerikalıların yüzde 88'inin savaş istediği söyleniyor. Öte yandan bu Amerikalıların 'ne savaşı' istedikleri pek belli değil" diyor. Cahilleştirilen kitlelerin neden savaşacaklarını bilmediklerine ve basit bir "iyiler ve kötüler" ikilemi içinde düşündüklerine de dikkat çeken yazar; olup bitenleri "tarihteki en büyük halkla ilişkiler oyunu" diye nitelendiriyor. John Le Carre, yanıltılan Amerikan kamuoyunun "güçlü bir ikna kampanyasına hedef olduğunu" özellikle vurguluyor.
Elbette, insanların "cahilleştirilmesi" ve "tarihteki en büyük halkla ilişkiler oyununun" televizyonlar, gazeteler, radyolar ve diğer iletişim araçları kullanılarak gerçekleştirildiğini tahmin etmek zor değil.
Gazetecileri satın alma fonu
ABD hükümetinin, kamuoyu oluşturmak amacıyla şöhretli gazetecileri kendi tezlerine kazanmak ve büyük medya kuruluşlarını yönlendirmek için iki milyar dolara ulaşan bir fon oluşturduğu, artık herkesin bildiği bir sır haline geldi. Ortada Amerikan yönetimi ile gazeteler, televizyonlar ve gazeteciler arasında; çıkar sağlama, satın alma ve rüşvet dağıtma gibi ahlaksız bir ilişki var. Elbette bu rüşvet dağıtma işi, berber çırağına bahşiş verir gibi yaka ya da yan cebine para sıkıştırılarak yapılmıyor. Böyle kaba yollara başvurulsa da, çoğu kez daha ince, dolaylı ve "gazetecilik onurunu kırmayacak" yöntemler de geliştiriliyor. Özel bağlantılar kuruluyor, adres ajandası büyütülüyor, referanslar veriliyor, imtiyazlı ilişkiler sağlanıyor.
Bütün bunlar, orta düzeyde bir gazetecinin yıldızlar katına çıkarıyor ya da orada kalmasını sağlıyor. Ve bu güç kısa zamanda kolayca paraya çevrilebiliyor. Yani hem "onur" korunuyor hem de cüzdan doluyor. Bunu iki taraf da biliyor. İş sadece "küçük" bir kararı vermeye kalıyor. Bazıları ise, zaten dünya görüşleri, politik tercihleri ve sınıfsal pozisyonları nedeniyle savaş kampanyasında gönüllü olarak yer alıyor. Onlar, ayrılan bütçeden kendilerine düşecek payı biliyor.
Karanlıklar komisyoncusu
ABD hükümetinin ve savaş lobisinin medyayı satın almak için oluşturduğu bütçenin bir bölümünün de Türkiye'ye ayrıldığı biliniyor. Bunun böyle olması çok da mantıklı görünüyor. Çünkü; Türkiye'nin savaşa katılması hayati bir önem taşıyor. Ankara'nın vereceği karar İngiltere'den bile daha önemli hale geliyor. Öyle ki; bu durumun savaşın maliyetini ve dolayısıyla kaderini bile etkileyeceği (hatta belirleyeceği) öne sürülüyor. Bunun için de önce kamuoyunun kazanılması ve "avanak yığınların" ikna edilmesi gerekiyor. Yani anlayacağınız iş şöhretli gazetecilere düşüyor.
ABD'nin Ankara eski Büyükelçisi Mark Parris bu görevden ayrılalı 2,5 yıl olmasına karşın Ankara'yı sık sık ziyaret ediyor. Son ziyaretini geçen hafta yapıyor. Tayyip Erdoğan ve Deniz Baykal ile görüşüyor. Savaş lobisi yapıyor. Şöhretli gazeteciler ve genel yayın yönetmenleriyle biraraya geliyor. Türkiye'yi tehdit ediyor; "Hatalı karar verirseniz Beyaz Saray meşgul çalar!" diyor. Bu fiyakalı sözler Hürriyet'in manşetinde yer alıyor.
Aranızda köstebek var
Mark Parris'in Türkiye'ye bir çanta dolusu dolarla geldiği belirtiliyor. Bu paranın Türk kamuoyunu kazanmak için harcanacağı kulaklara fısıldanıyor. Bu bilgi Ankara kulislerini dolaşıyor. Bu durumu, gazetecilik mesleğinde orta-üst düzey sorumluluklarda bulunmuş herkes biliyor. Nitekim skandal bu hafta başında, Mark Parris Türkiye'den ayrıldıktan hemen sonra (geçen Pazar gitti) patlıyor. Başbakan Abdullah Gül geçen Salı günü AKP grup toplantısının basına kapalı bölümünde, Amerikan yönetiminin Türkiye'de gazetecilere para dağıttığını söylüyor. Amacı, basının savaş kışkırtıcılığına karşı milletvekillerini uyarmak.
Bu sözler basına sızıyor ve ortalık karışıyor. Gül, haberi yalanlıyor. Ama Ertuğrul Özkök, Hürriyet'in Ankara temsilcisi Sedat Ergin'e haberi iki kere doğrulattığını yazıyor. Gül, Özkök'ü arıyor ve böyle bir şey söylemediğine dair yemin ediyor. Özkök inanmış görünüyor ama, yine de iktidar partisini uyarmak ihtiyacını duyuyor; "Dikkat, aranızda köstebek var!"
John Le Carre'nin kulakları çınlasın.
Gül'ün bu sözleri söylemesi de milletvekillerini uyarması da son derece normal. Çünkü, bu bilgi kendisine çok yakın bir arkadaşı, İngiltere'ye birlikte dil öğrenmeye gittikleri kadim bir dostu tarafından iletiliyor. Yeni Şafak gazetesinin istihbarata ve komplo teorilerine meraklı yazarı Fehmi Koru, Parris'in randevu isteğini Başbakan'a iletiyor. Bu isteği Koru'ya ileten kişi ise Mehmet Ali Birand. Bu bilgiyi bizzat Birand açıklıyor. Parris, Başbakan Gül'le görüşmek istediğini önce Birand'a söylüyor ve yardım istiyor. Birand'da, Başbakan'ın yakın dostu olduğunu bildiği Koru'ya "Parris'i bir dinle ilginç şeyler söylüyor" diyor. Birand'ın ihtiyatlı davrandığı ve bu ilişkilerin dışında kalmaya çalıştığı anlaşılıyor. Başbakan Parris'e randevu vermiyor.
Doların gölgesi
Nitekim ilk haber Yeni Şafak gazetesinde geçen Salı günü çıkıyor. Kaynak belirtilmeyen haberi Fehmi Koru'nun patlattığı anlaşılıyor. Ve arkası geliyor; Basın Konseyi Başbakan'dan açıklama istiyor. Köşe yazarları, "Gazetecileri ağır bir zan altında bıraktınız. Bu suçlamadan gazetecilerin tümünün pay almaması için isim açıklayın" diye, "haklı" yazılar yazıyor. Gül, yazılı bir açıklama yapıyor ve böyle bir şeyi "ima bile etmediğini" söylüyor. Mark Parris'in Türk gazetecilere dolar dağıttığını söylemek her babayiğidin harcı değil çünkü! Ve biz biliyoruz ki; Türk gazetecileri, zeki, dürüst, çalışkan ve bağımsızdır!
Ama, Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Genel Başkanı Tuncay Özilhan, stratejik müttefik olmanın gereğini yerine getirerek ABD'nin yayında savaşa girmemiz gerektiğini, televizyonların canlı yayınladığı bir toplantıda açıkça söylüyor. Üstelik Özilhan uyarıyor; Savaş yoksa petrolden ve yeni pazardan pay da yok! Gazetelerdeki savaş kışkırtıcılığı her geçen gün artıyor. Kerameti kendinden menkul stratejistler, istihbarat meraklısı muhabirler ve köşe yazarları, bugüne kadar iki gün sonrasını bile tahmin etmekte yanıldıkları defalarca ortaya çıkan analistler, "savaşın kötü ama kaçınılmaz" olduğunu her nedense daha sık yazmaya başlıyorlar.
Ve Mark Parris'in çantasında taşıdığı dolarların gölgesi necip Türk basınının üstüne düşüyor. Bize de kaçınılmaz olarak "savaşın kötü ama kaçınılmaz" olduğunu yazan her gazete ve gazeteciye, televizyon habercisine ve yorumcusuna şüpheyle bakmak kalıyor.
Yüzüklerin efendisi
Kitle iletişiminin önemli araçlarından biri de sinema oluyor. Ve tam bu dönemde, Hıristiyan ve batı mitolojileri üzerine kurulmuş iki masal, büyülü sinema afişlerinde yerini alıyor; Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter... Gişe rekorları kıran bu iki filmden biri çocuklara, diğeri ise "sokaktaki insana" hitap ediyor. Cahilleştirme Ve onlara diyor ki; Dünyada iyiler ve kötüler arasındaki savaş devam ediyor. Arada kalamazsın. Sen de tercihini yap ve birini seç.. Yani, bir tür "benden yana değilsen bana karşısın" vaziyetleri! Ya da, savaş sonunda ganimetten pay alacaksan, tıpkı bu filmlerdeki gibi genç "kahramanların" yanında olacaksın.
Herhalde söylemeye gerek yok, filmde iyilerin simgeleri, sembolleri ve çağrıştırdıkları her şey Batı'yı ima diyor. Kötüler ise Doğu'yu. Tanrılar katındaki necip Türk gazetecileri Doğulu da olsa işini bilir. Kötüler ne derse desin onlar iyilerin yanında yer alır!
Ne demeli, insanın canı sıkılıyor. Daha zekice, sofistike, iyi tasarlanmış ve parlak operasyonları hak ettiğini düşünüyor. Çantaya dolarları koyup Ankara'ya gelmek gibi hiçbir pırıltı taşımayan girişimler insanın ağırına gidiyor. Ve insan John Le Carre'yi özlüyor. Çünkü onun romanlarında, bütün Batılılar iyi bütün Doğulular da kötü olmuyor. Zeki casuslar, tasarlama gücü yüksek ajanlar ve iyi planlanmış operasyonlar bulunuyor. Tıpkı, binbir gece devam eden Doğu'nun muhteşem masalları gibi.(MY/EK)