Yaşananlar, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin tasfiyesinden çok, bu partinin temsil ettiği güçlerin ve zihniyetin iktidar sınırlarına işaret etmek şeklinde gelişiyor.
Başka bir açıdan bakıldığında, son kriz, 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra egemen blok ile AKP'nin arkasına dizilen toplumsal güçler arasında gerçekleşen fiili "uzlaşma"nın daha önce yapılmayan bir zemin tarifi diye de okunabilir.
Ya da bütün olup bitenler, Türkiye eliti (establishment) ile mutabakat sağlamadan ülkeye ve devlete yeni bir yön çizmeye çalışan AKP hükümetine, esastan itiraz diye yorumlanabilir.
Kısaca hatırlamak gerekirse; görünüşte bu krizin nedeni, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Bülent Arınç'ın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle vereceği resmi resepsiyona türbanlı eşiyle birlikte ev sahipliği yapmak istemesinden kaynaklanıyor.
Bu girişim üzerine devletin zirvesinde bugüne kadar görülmemiş bir olay yaşanıyor ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ve kuvvet komutanları ile ana muhalefet örgütü Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) davete katılmayacaklarını ilan ediyor.
Gerilimin tırmanması üzerine, başbakan R. Tayyip Erdoğan duruma müdahale ediyor ve Arınç, bir son dakika manevrası yaparak eşinin resepsiyona katılmayacağını açıklıyor. Ancak, bu manevra da işe yaramıyor ve cumhuriyet tarihinde ilk kez, bir kurum olarak Cumhurbaşkanlığı ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) 23 Nisan akşamı verilen resmi resepsiyona katılmıyor.
Bu sert tutumun nedeni, "cumhuriyet değerleri"ne ve devletin kurucu ilkelerine karşı "gerici-siyasal bir simgeye dönüştüğü" belirtilen türbanın topluma ve devlete dayatılmasına karşı tepki diye açıklanıyor.
Yeni türban krizinin aktüel boyutu böyle özetlenebilir sanırım.
Şimdi, türbanın ötesine geçip gerçekte ne olup bittiğini anlamaya ve "devlet dilini" tercüme etmeye çalışalım.
3 Kasım tablosu
Konu birçok bakımdan önemli. Bugün olup bitenleri anlamak için 3 Kasım seçimlerine kadar gidilebilir. Dünyanın içine girdiği yeni dönemde, ülkenin ulaştığı büyüklüklere uygun olarak egemen blokun bölgesel ve küresel ihtiyaçlarına yanıt veremeyen; başka bir anlatımla, yeniden yapılanma hamlesini taşıyamayan eski siyaset sınıfı, kendisini yenileme dinamiklerini yitirerek deyim uygunsa topluca "intihar" etti.
Ortaya çıkan tablo, 28 Şubat 1997'de başlayan restorasyon sürecinde örtük ve kısmi bir başarısızlığa işaret ediyordu. Batıcı büyük sermaye ve askeri-bürokratik elit, yeni bir siyasal pozisyon belirleyemeden kendisini ansızın farklı bir siyasal tablonun karşısında buldu.
Kuşkusuz bir dizi tarihsel ve siyasal sürecin ve etkenin ürünü olan AKP, esas olarak 1980 sonrasında gelişen ve artık orta büyüklük sınırlarını aşan (örneğin yer yer dünya Pazarlarına açılan) taşra sermayesinin siyasal örgütlenmesi olarak ortaya çıktı. Yeni bir ihtiyacın ürünüydü. Bu yanıyla, Refah Partisi (RP) ve Fazilet Partisi'nin (FP) hem bir devamı hem de bu geleneğin bir eleştirisiydi.
Eleştirisiydi çünkü, RP-FP geleneği, siyasal hattını esas olarak devletin kurucu ilkeleriyle çatışma üzerine kurmuş ve sistemin temelini olmasa bile kabuğunu (üst yapı kurumlarını) yeniden tanımlamaya yönelmişti. Bu çatışmacı bir siyasal hattı. Söz konusu geleneğin bu tutumu, servetten ve iktidardan daha çok pay isteyen taşra sermayesinin sürekli olarak devletin kıyısında tutulmasına yol açıyordu.
28 Şubat'ın çocuğu
Diğer önemli bir gelişme ise Soğuk Savaş döneminin kapanmasıydı. Soğuk Savaş sonrası dünyada siyasal İslama duyulan ihtiyacın ortadan kalkması, bu siyasal geleneğin daha önce sistem içinde elde ettiği mevzilerin tartışılmasını ve geriletilmesini de beraberinde getirdi.
İşte Türkiye'de 28 Şubat süreci, içine girilen dönemin ihtiyaçlarına uygun olarak devletin yeniden yapılandırılması hamlesi diye de okunabilirdi. Ve 28 Şubat'la birlikte anlaşıldı ki, geleneksel tezleri ve politik programıyla Türkiye'de islamcı bir iktidara izin verilmeyecekti.
Bu bağlamda değerlendirildiğinde, AKP'nin 28 Şubat sürecinin çocuğu olarak doğduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Servetten ve iktidardan daha çok pay isteyen, dahası ulaştığı büyüklükle Marmara/İstanbul sermayesinin merkezinde olduğu iktidar blokunun yeniden tanımlanmasını talep eden sermaye çevreleri -ki ağırlığını taşra sermayesi oluşturuyor- kaçınılmaz olarak yeni bir siyasal temsil kanalı oluşturmak zorundaydı.
Devletle ve Türkiye eliti ile çatışmak yerine, onunla uzlaşma arayan ve bu arayış içinde egemen blok içinde kendisine alan açmaya çalışan bir siyasal yapılanma...
İşte AKP böyle bir ihtiyacın bir ürünü olarak siyaset sahnesine çıktı. AKP işte bu nedenle kendisini islamcı değil, "demokrat muhafazakar" bir parti olarak tanımladı.
Zoraki uzlaşma
Geçen seçimlerin ortaya çıkardığı yeni siyasal tablo, Türkiye elitinin taşra sermayesi ile uzlaşmasını kaçınılmaz hale getirdi. Bu gönülsüz ve zoraki bir uzlaşmaydı. Bir mecburiyetten kaynaklanıyordu. Merkez-çevre çatışmasından yeterince tanımlanmamış bir merkez-çevre uzlaşmasına geçiliyordu. Sorun da buradaydı.
Bu bakımdan AKP hükümeti, RP-FP geleneğinden çok, 1950'lerdeki Demokrat Parti'nin (DP) 2000'ler Türkiyesi'ndeki bir yorumu olarak görülmelidir.
Ancak, AKP liderliği bu uzlaşmanın sınırlarını yeterince doğru şekilde göremedi. Seçim sistemindeki çarpıklığın da bir sonucu olarak, Meclis'te elde ettiği olağanüstü gücü fazlasıyla abarttı. Dünyanın içine girdiği yeni dönemde adeta yön duygusunu kaybeden ve bu konuda bir arayış, tartışma ve hatta çatışma sürecinden geçen Türkiye'ye tek başına yeni bir pozisyon belirlemeye çalıştı.
Örneğin Irak Savaşı'ndan önce Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile tek başına çeşitli angajmanlara girdi. Daha önce Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarına şerh koydu. Devlet içinde olağan sınırları aşan, yeterlilik, birikim ve eğitim düzeyi gibi ölçüleri bir yana bırakıp daha çok "ideolojik" ölçüler kullanarak yaygın bir kadrolaşmaya yöneldi.
Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) ve Milli Eğitim alanında yine bir uzlaşma aramadan köklü değişiklikler yapmaya koyuldu. Dış politikada, yurtdışındaki Milli Görüş örgütlenmesini ve Fettullah Gülen faktörünü yeni bir unsur olarak devreye sokmaya kalkıştı. Ekonomik kararların alınmasında Marmara sermayesinden çok, doğrudan kendi temsil ettiği güçlerin duyarlılıklarını esas aldı vb.
Aslında Türkiye eliti 'evet' demişti
Seçimlerin ortaya koyduğu tablo nedeniyle, batıcı büyük sermaye ve askeri-bürokratik elit iktidarını paylaşmaya razı oluşmuştu olmasına ama, yeni bileşim içinde yer alan güçlerin iktidarı nerede başlıyor nerede bitiyor pek belli değildi. Bu olguya, AKP kadrolarının tecrübesizliği de eklenince varsayılan sınırlar sıklıkla ihlal edildi.
İşte, bir kaşık suda fırtına kopartmak gibi görünen son türban krizi, AKP iktidarının sınırlarını çizme ve bunu gösterme girişimi diye okunabilir. Bu sınırlar üzerinde yeni bir mutabakat sağlanırsa -ki her anlaşma iki tarafında taviz vermesi demektir- istikrarlı bir dönem yaşanacak, eğer tersi olursa çatışma derinleşerek ve gerçek bir siyasal krize dönüşecektir.
Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın birinci yolu tercih ettiği anlaşılıyor. Birinci seçenek gerçekleştiğinde, bu kez AKP içinde bir ayrışmanın yaşanması sürpriz olmayacaktır.
Son bir not; Hürriyet gazetesinin Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'a karşı yürüttüğü bir nevi kampanya ise ordunun "sivriliklerinin törpülenmesi" olarak değerlendirilebilir.
Orgeneral Kılınç, laiklik konusundaki taviz vermez tutumu, Avrupa Birliği (AB) karşıtlığı ve Avrasya'da Türkiye'nin de içinde yer alacağı yeni küresel eksen arayışları ile tanınıyor. Dolayısıyla Hürriyet gazetesinin bu yayını, İstanbul sermayesinin de bir uzlaşma arayışı içinde olduğunu göstermesi bakımından ilginç bir gelişme olarak kaydedilmeli. (MY/NM/NK)