Mehmet Boncuk'un, sorularına Başkaya şöyle yanıt veriyor.
Bir yandan demokratikleşmeden söz edilirken, bir yandan da baskı ve şiddet artıyor. Muhaliflere ve rejimi eleştirenlere yönelik baskıcı önlemler artıyor. Yeniden hapse ve para cezası ödemeye mahkum edilmeniz bu bağlamda nereye oturuyor? Cezayı bekliyor muydunuz?
Fikret Başkaya: Elbette demokratikleşmeden kimin söz ettiği önemlidir. Demokrasi ve demokratikleşme kavramları herkes için aynı anlama gelmiyor, sınıflı bir toplumda başka türlüsü de mümkün değildir. Egemenlerin çıkarı özgürlüğün ve demokrasinin gerçekleşmesinde değil , onun engellenmesindedir. Ama, bu kavramları da sıkça kullanıyorlar. Amaç, kitle bilincini yönlendirmek(manüple etmek), kafaları bulandırmak, rejimin gerçek niteliğini gizlemektir. Onlar ne zaman demokratikleşmeden bahsetseler, sınırlı demokratik hakları da ortadan kaldırmışlardır. Zira, demokrasi ve özgürlük, ona asıl ihtiyacı olanların sorunudur. Eğer, şurada, burada demokratik haklar ve özgürlükler alanı az-çok genişse, bunun nedeni emekçi kitlelerin bu amaç doğrultusunda mücadele etmiş olmalarıdır. Bu yüzden bir şeyi olmadığı yerde aramak,kuruntulara kapılmak yanlıştır.
Peki son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fikret Başkaya: Son dönemde asıl geçerli olan, demokratik hakların genişlemesi değil,budanmasıdır. Özellikle cezaevi operasyonlarından sonra adı konulmamış bir 'sıkıyönetim' rejimi geçerli. Egemen sınıflar bloku artık şiddet dışında bir araca sahip değiller .
Rejim bütünüyle 'yeniden kompradorlaşmış' durumda. Rejim hiç bir ulusal kaygı ve sorumluluk taşımıyor.
Bu ulus devletin aşınması demektir. Her şeyin özelleştirildiği, özelleştirme kapsamına alındığı, devletin askeri sorumluluklarından da arındığı, işsizliğin işsizin, yoksulluğun yoksulun sorunu sayıldığı, kamu hizmeti kavramının nerdeyse sözlüklerden çıkarıldığı koşullar söz konusu ise orada geçerli devlet de artık ulus-devlet olmaktan çıkmış demektir.
Peki Türkiye nereye gidiyor?
Fikret Başkaya: Dikkat ederseniz kalkınma, sanayileşme işsizlikle mücadele vb. gibi kavramlar artık kullanılmıyor. Devlet kamu hizmeti alanında daha çok rol üstlenmek bir yana, her türlü kamu hizmeti ve sosyal hizmetler özelleştirme girdabına sokuluyor. Kompradorlaşmış bir rejim demek, rejimin toplum sorunlarına yabancılaşması , 'içerinin değil , dışarının' hizmetine koşulması demektir. Bugün Türkiye'de geçerli rejim, bu toplumun sorunları ile ilgili olmaktan hızla uzaklaşıyor; çokuluslu şirketlerin, finans
odaklarının, vb. ayak işlerine koşulmuş bir aygıta dönüşüyor. Böyle bir rejimin asgari düzeyde bile bir meşruluk temeli olamaz. Rejim hızla 'yanılsama yaratma','kitleleri oyalama ve aldatma' yeteneğini kaybediyor. İnsanlara bir talan halini alan vergiler dayatılır ve toplanan vergi gelirleri de finans baronlarına,rantiyelere, spekülatörlere peşkeş çekilirse ve bu peşkeş, kamu hizmetinin tasfiyesi pahasına gerçekleştirirse, rejimin hala bir inandırıcılığı kalır mı?
İnandırıcılığı kalmazsa ne yapar?
Fikret Başkaya: Biliyorsunuz, her egemenlik sistemi bir zaman iki ayak üstünde durur: Bunlardan birincisi kaba kuvvet veya çıplak şiddet; diğeri de ideolojik yanılsama veya rızadır (gönüllü kabullenme)...
Şimdilerde Türkiye'deki rejim ikincisini hızla kaybediyor. .Yani ayaklardan biri yok oluyor. Artık bundan sonra iki ayak üzerinde yürümek yerine tek ayak üstünde sekmek zorunda ...Yola devem etmek için, daha çok çıplak şiddete başvurmaktan başka seçenekleri kalmıyor.
Uygulanan ekonomik model her seferinde daha çok insanı işsiz, aç, bir gelirden yoksun veya kazandığıyla yaşayamaz duruma getiriyor. Bir işte çalışan da her an işini kaybetme korkusuyla yaşıyor. İşsizliğin yoksulluğun, sefaletin bu ölçüde derinleştiği, gelir dağılımı uçurumunun bugünkü boyutlara vardığı bir toplumda, bu kadar kapsamlı bir saldırı karşısında insanlar uzun süre sessiz ve tepkisiz kalamazlar .
Saldırının karşı saldırıyı davet etmesi işin doğası gereğidir . Bu yüzden beklenmedik bir şekilde kitle hareketinin kabarmasından korkuyorlar . O zaman "civcivi yumurtadayken ezelim" diyorlar. Son dönemde baskıyı artırmalarını bu çerçeve içinde kavramak gerekir.
Söylediklerinizden, 21 Şubat'ta alınan virajın bir sürecin doğal sonucu olduğu anlamını mı çıkarmak gerekiyor?
Fikret Başkaya: Bilimsel çabanın, bir anlamı olabilmesi için, görüntüyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu açığa çıkarması gerekir. Son kriz veya sizin viraj dediğiniz şey, akşamdan sabaha ortaya çıkmış bir şey değil. Bugünkü
ekonomik-sosyal-siyasal-ideolojik-kültürel tablo, doğrudan doğruya 24 Ocak -
12 Eylül 1980 tercihinin bir sonucudur ve 24 Ocak-12 Eylül, rejimi yeniden
kompradorlaştırmak üzere gündeme getirilmişti.
Yeniden kompradorlaşma 28 Şubat müdahalesi ile artık tamamlanmış sayılabilir. Söylem bir yana bırakılırsa amaç Türkiye'yi her türlü ulusal kalkınmacı amaçlardan uzaklaştırmaktır. Ve bugün bu amaç büyük bir ölçüde gerçekleşmiş sayılır.
Artık kimse üretmekten söz etmiyor. Parayla para kazanmak kural haline geliyor. Ekonomi tam bir üretimsizlik kıskacında Bu durum bilinen kapitalist üretim çevrimine de ters düşüyor. Her seferinde ekonominin üretici temeli daha çok aşınıyor. Ekonomi artık finans ve rantiye sermayesinin, finansal spekülatörlerin yağma alanına dönüşüyor .
Her seferinde bir tuzak kuruyorlar ve tuzaktan yakayı kurtarmak için her seferinde daha büyük tavizler dayatıyorlar. Finans ve rant sermayesinin bu ölçüde etkinlik sağladığı bir ekonomik yapı sürdürülebilir değildir.
Türkiye'nin iç ve dış borçları insan hafızasını zorlayacak düzeye çıkmış durumda. Ve hızla büyümeye davam ediyor. Yoksul ve sürekli yoksullaşan halktan toplanan vergiler, dar bir iç ve dış spekülatörler kliğine peşkeş çekiliyor. Her seferinde üretim daralıyor; üretici temel aşındıkça ekonomi ve toplum; uluslararası finans sermayesi spekülatörleri ve onların içerisindeki uzantılar tarafından rehin alınıyor.
Son kriz öyle ileri sürüldüğü gibi devletin çatısındaki bir kavganın sonucu değil; tam tersini söylemek gerçeğe daha uygun düşer; tabandaki çatlak, aslında; temeldeki gerilimin dışa vurulmasından başka bir şey değil. Ama bu sıradan bir ağız dalaşı da değil. Son alınan virajla döviz kurunun serbestleştirilmesiyle fiili bir devalüasyon yapıldı. Sonuç ortada, emekçi halk çoğunluğun sahip olduğu her üç ekmekten en az biri elinden uçtu.
Bu durum aynı zamanda bu süreçte zarar gören emekçi halk çoğunluğu için bir fırsat, mevcut yapıyı aşmak için bir şans anlamına da gelmiyor mu?
Fikret Başkaya: Birinin eksiği diğerinin fazlası diye bir kural yok elbette. Türkiye birçok bakımdan başka yerlere benzemiyor. Yolsuzluklar, hırsızlıklar, açlık, sefalet dizboyu, bir günde insanlar yüzde 30, yüzde 40 oranında yoksullaşıyor ama,buna tepki gösterilmiyor.
Niçin?
Fikret Başkaya: Bunun tarihsel-toplumsal nedenleri üzerinde kafa yormak gerekir. Zira realiteyi anlamadan değiştiremezsiniz. Topluma köklü bir örgütlenememe ve örgütlü hareket edememe özürü musallat olmuş durumda. Bunun taa Osmanlıya kadar varan nedenleri var. Devlet dışı, devlet ideolojisinden
(resmi ideoloji densin) bağımsızlaşmış, gerçek anlamda muhalif örgütler kolay
kolay ortaya çıkamıyor. Hemen hemen sivil toplum örgütü tanımına girecek
örgütler ortaya çıkamıyor. Tüm örgütsel yapılar doğrudan veya dolaylı ama, mutlaka devlet tarafından yönlendirilen (manüple edilen), güdülen örgütler .
Yapılan eylemlerden hiçbir sonuç alınamaması, doğrudan bu durumla ilgili. Eylemler bir şeyler kazanmak için değil, rejime 'demokratiklik' görüntüsü vermek ve bir de örgüt bürokrasilerini meşrulaştırmak, iktidarlarını pekiştirmek için yapılıyor .
Aslında mevcut örgütsel yapıların bizzat kendileri demokratikleşmenin önünde engel durumunda. Bütünüyle iğdişleşmiş, içi boş yapılar... Bir de Türkiye'de köklü bir Avrupa merkezli yabancılaşma var ki, bu yabancılaşma, rejim muhalifi örgütlerin kitleyle bağ kurmasını zorlaştırıyor. Biliyorsunuz yabancılaşma 'kendisi olmamaktır'. Avrupa merkezli yabancılaşma bu toplum insanlarını en sağdan en sola kendi gerçekliğine yabancılaştırmış durumda. Kendi gerçekliğine kendi gözüyle bakamaz durumdaki insanların bir şeyler yapması baştan problematik hale geliyor.
Şimdilerde sivil toplum örgütlerinden çok söz ediliyor. Bu söylem neden bu dönemde gündeme geldi?
Fikret Başkaya: Yine aynı sorunla karşılaşıyoruz... Sivil toplumdan kim ne anlıyor? Bizim ne anlamamız gerekiyor? Neoliberal saldırı sendikaları kendi projesinin önünde en büyük engel sayıyor ve sendikalara yönelik sinsi ve açık saldırı nerdeyse 25 yıldır aralıksız sürdürülüyor . Peki burjuva toplumunda en önemli sivil toplum örgütünün sendikalar olması gerekmiyor mu? Aslında burada da söylenenle, asıl yapılan ve yapılmak istenen farklı.
Şimdilerde sivil toplum örgütleri ve sivil toplum söylemi, toplumu apolitize etmenin, depolitize etmenin bir aracı. Saldırı karşısında durmayacak, duramayacak kimi örgütler, matah bir şeymiş gibi sunuluyor.
Bir taraftan gerçekten sivil toplumu temsil eden odakları tasfiyeye çalışmak diğer yandan da asla taşı yerinden oynatması mümkün olmayan, üstelik öyle bir niyeti ve kavgası olmayan kimi örgütlerin ortaya sürülmesi kafaları bulandırmak, muhalefeti etkisizleştirmek, insanları apolitize etmenin aracı olma işlevini görüyor.
Olup-bitenleri bilince çıkarmak durumunda olanlar; "aydınlar", "bilim
insanları" neden ideolojik mücadelede etkili değiller?
Fikret Başkaya: Bir kere 'aydın'la ilgili yaygın bir kafa karışıklığı var. Bu toplumda diplomalı kişi, aydın sayılıyor. Diplomayla 'aydın olmak' arasında neden ilgi olsun? Diploma bir insanın bir konuda 'uzman olduğunun' belgesidir. Dolayısıyla okullarda okuyanlar orada bir uzmanlık kazanıyorlar. Nasıl bir delikanlı bir marangozun yanına çırak olarak girer, orada bir meslek öğrenirse, nasıl kasabın çırağı bir süre sonra kasaplığı öğrenip o işte uzmanlaşırsa, bir yüksek okula giden de sonuçta bir meslek öğreniyor veya öğrendiği var sayılıyor. Dolayısıyla,hukuk fakültesini bitirenle marangozluk öğrenen arasında aydın olmak bakımından bir fark yoktur.
Aydın olmak, başkaca gereklerin yerine getirilmesiyle mümkündür. Onun için 'aydın' kavramı yerine ben, yaygın kullanımdan farklı olarak 'entelektüel' kavramını tercih ediyorum. Türkiye'de diplomalı taife, resmi tarihin ve bağnaz resmi ideolojinin rahle-i tedrisinden geçtiğinden, artık entellektüel olma durumuna yeterince yabancılaşıyor . Devlet ideolojisi dışında düşünme yeteneği, büyük ölçüde dumura uğruyor.
Türkiye'de resmi ideoloji bilimsel, entellektüel, estetik planda yaratıcılığı, orjinal ve farklı bir şeyler yapabilme yeteneğini büyük ölçüde arındırıyor. Bilim adamları da giderek birer 'bilgi satış memuru' durumuna geliyorlar.
Tabii, üniversiteler de bilginin alınıp-satıldığı birer 'bilgi süpermarketine' dönüşüyorlar. Oysa, biliyorsunuz, etik kaygılara yabancılaşmış bilim ve bilim insanı mümkün değildir. Elbette bu duruma bakarak umutsuzluğa kapılmamız gerekmiyor.
Nasıl olsa bu dalga dönecektir ve işçi sınıfının, emekçi çoğunluğun, ezilenlerin organik aydınlar asıl bulunmaları gereken zamanda sahneye çıkacaktır. Kitle hareketi yükselirken entellektüel müdahale olanakları da gelişecektir.
Böyle bir cezayı bekliyor muydunuz?
Fikret Başkaya: Türkiye'de geçerli rejimin dünü ve bugününe kafa yoran biri olarak, bu ceza benim için sürpriz değildi . Rejim, tüm 'çağdaşlık', 'modernlik' retoriğine rağmen, aslında 'eski rejimin' cilalanmış bir versiyonudur. Toplum-halk ilişkisi,egemen sınıfın niteliği ve halka bakışı Osmanlı döneminden özde farklı değildir. Modernlik görüntüsü veren kurum ve mekanizmalar, aslında rejimin gerçek yüzünü gizlemeye yarıyor . Rejim, farklı düşüneni 'hain', muhalifi de 'düşman' olarak görüyor. O zaman da gerçekten farklı düşünüyorsanız ve muhalifseniz, başınıza bir iş gelmemesi mümkün değildir...
Özgür Bakış Gazetesinde yazdığınız yazıdan ceza aldınız. Neden?
Fikret Başkaya: 1999'un 1 Haziran günü "Tarihi Dava mı?" başlığını taşıyan bir yazı yazmıştım. Yazı İmralı'da Öcalan duruşması başlamadan bir gün önce yazıldı. Davanın ikinci gününde yayınlandı. Kısa bir süre sonra soruşturma, daha sonra dava açıldı. Geçtiğimiz Haziran'da İstanbul 2 Nolu DGM, yazıda bölücülük yapıldığı gerekçesiyle beni bir yıl dört ay hapis ve 1 milyar 66 milyon lira para cezasına çarptırdı. 26 Ocak 2001'de ceza Yargıtay 9. Dairesi tarafından
onaylandı. Tabi ben kendimi ne mahkum edilmiş sayıyorum ne mahkum ! Söz
konusu olan sadece bir tersliktir . Asıl mahkum edilmesi gerekenler beni
mahkum edenlerdir. Her şeyin bir bedeli vardır, özgürlüğün de hasiyetli
yaşamanın da...
------------------
Fikret Başkaya Kimdir?
Halen Türkiye ve Ortadoğu Forumu'nun ve Özgür Üniversitesi 'nin başkanı olan Doç. Dr. Fikret Başkaya 1940 yılında Denizli 'de doğdu. İzmir Atatürk Lisesi'ni ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdikten sonra Paris ve Poiters Üniversitelerinde doktora yaptı. Yurda döner dönmez askere alındı. Yedek Subay Okulu'ndan sakıncalı piyade çıkartılıp Erzurum'a sürgün edildi. Daha sonra çeşitli kurumlarda araştırmacı olarak çalıştı. 1979'da akademik kariyere geçti.
1993'de ünlü eseri Paradigmanın İflası 'nda bölücülük yaptığı gerekçesiyle 20 ay hapse ve para cezasına çarptırıldı ve üniversitedeki görevine son verildi.
Eserleri
Çok sayıda kitap makale ve çevirileri bulunan Fikret Başkaya'nın en bilinen eserleri arasında Paradigmanın İflası, Yedi Yüz,
Osmanlı Beyliğinden 28 Şubat'a Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi, Az
Gelişmişliliğin Sürekliliği, Kalkınma İktisadinin Yükselişi ve Düşüşü,
Resmi İdeoloji Bilim ve Sosyalizm bulunmaktadır.(MB/YÖ/NU)