“Gezi ve Türkiye Protestolarının Yıldönümünde Yerel ve Uluslararası Hareketler” başlıklı konferans Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği tarafından 24-25 Mayıs 2014 tarihlerinde Cezayir Restaurant’da gerçekleştirildi.
Gezi Parkı protestoları ile başlayan ve Türkiye geneline yayılan eylemlerin üzerinden bir yıl geçti.
Eylemlerle birlikte yolsuzluklardan hesap soran, yaşadığı kente sahip çıkan, daha demokratik bir ülke beklentisi oluşmuştu. Gezi’den sonra akılda şu sorular kaldı: Direnişin talepleri nelerdi? Protestocular neden sokağa çıkmıştı? Türkiye’de çeşitli illerde meydana gelen protestoların taşıyıcıları kimlerdi? Protestocuların amaçları ve eylemlerinin sonuçları ne oldu?
Gezi klasik örgütlenme biçimlerini sorgulatan ve ezber bozan bir süreç oldu. Türkiye’de olduğu gibi, komşu ülkelerde de benzer protestolar meydana geldi. Bu protesto hareketlerinin talepleri her ne kadar farklı olsa da, protestolara katılanlar ve protesto biçimleri açısından benzerlik gösteriyor. Protestolarda kadınların çoğunlukta olması ve LGBT hareketi aktivistlerinin eylemlerin ana bileşenlerinden biri olması, eylem biçimlerini etkilemeleri, cinsiyetçilik ve nefret içeren, homofobik söylemlerin eylemlerde mercek altına alınmasında, tartışılmasında ve reddedilmesinde etkili oldu.
Konferansta, çeşitli ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de sosyal hareketler, protesto hareketleri ve sivil toplum örgütlerinin sürdürebilirliği, birlikteliği ve güçlendirilmesine yönelik bu tür sorulara cevap vermeye çalışıldı. Masaya yatırılan sorular hem protestolara katılan örgütlü olmayan kesimlerin görüşleri hem de mevcut sivil toplum örgütlerinin ve siyasi örgütlerin temsilcilerinin görüşleri ile birlikte tartışıldı.
Gezi sürecinde LGBTİ hareketi
Konferansın ikinci günü olan 25 Mayıs 2014’de ilk olarak “Protestolar, Toplumsal Hareketler ve Sivil Toplum Örgütleri” başlıklı panel Seda Alp moderatörlüğünde gerçekleştirildi. SPOD adına panele katılan Erdal Demirdağ LGBTİ hareketinin hem Gezi öncesi hem Gezi sonrasındaki durumunu ve bu süreçteki dönüşme ve dönüştürme gücünü dinleyicilerle paylaştı. [1]
Demirdağ konuşmasının başında LGBTİ hareketinin Gezi öncesinde, sırasında ve sonrasında nasıl bir süreç izlediğinden bahsetti.
Türkiye’de LGBTİ hareketi 1990’ların başında somut olarak başlayan bir hareket. 1993’de LAMDA İstanbul ve 1993’lerin sonunda KAOS GL’nin Ankara’da kurulmasıyla başlayan süreç günümüzde devam ediyor.
Demirdağ konuşmasında LGBT hareketini 93’den 2000’lerin başına kadar “dolaptan çıkmayan” bir hareket olarak tanımladı. “Dolaptan çıkmak” sokağa çıkmak, iş yerinde görünür olmak, yaşanan her yerde açık kimliğiyle bireyin var olması anlamına geliyor. Tarihsel sürecine baktığımız zaman ise hareketin 2001’in 1 Mayısına kadar kapalı mekanlarda etkinlik yürüten ve evlerde örgütlenmeye çalışan bir hareket olduğunu görüyoruz. 2001 yılından itibaren sokaklarda özellikle savaş karşıtı yürüyüşlerde ve 1 Mayıs’larda kendi bayraklarıyla daha görünür olmaya başladı hareket. Demirdağ bugün birçok sol örgütün özellikle LGBT hareketine daha çok sahip çıkmasının o zamanlarda karşılığının olmadığının altını çizdi. Tüm bu süreç boyunca LGBT’nin kendini ifade etme yöntemi “anlatmak” oldu, yeri geldiğinde bunu sokaklara çıkıp bağırarak dile getirdiler.
Bunlar Mars’tan değilmiş
Gezi öncesine geldiğimiz zaman LGBT’lilerin binlerce kişinin katıldığı Onur Yürüyüşüyleriyle artık daha fazla farkındalık yarattığına tanık oluyoruz. İlk Onur Yürüyüşü 2003 yılında kırk veya elli kişinin katılımıyla gerçekleştirilmişti. 2010 yılına geldiğimizde ise bu rakamın binlere çıktığını görüyoruz. LGBT örgütü Gezi ile gerçek görünürlüğünü kazandı. Demirdağ bunun arkasında yatan en önemli sebebin daha önce oluşturulan örgütlülük olduğunu belirtti. Çok hızlı bir şekilde bireyler biraraya gelip Gezi’de kendi bayraklarıyla bulundular ve parkın içinde LGBT masası açtılar.
Gezi sürecinin hareketler açısından en büyük kazanımlarından biri de birçok insanın hayatında hiç yüz yüze gelme fırsatı bulamadığı hareketlerle yüzleşmesi oldu. Demirdağ’ın ifadesiyle yüz yüze gelme hali insanlara “bunlar da Mars’dan değilmiş” dedirtti. Gezi’de aynı yemeği yemek, aynı mücadeleyi vermek, barikatlarda direnmek solun, daha alternatif hareketlerin ve hayatında daha önce bir LGBT bireyiyle karşılaşmamış vatandaşların LGBT’ye karşı önyargılarının kırılmasında çok etkili oldu.
Hareket dolaptan çıktı
Gezi Parkının, birçok insanın farkında olmadığı, LGBT bireyleri için çok ayrı bir anlamı daha var. Gezi Parkı LGBT bireylerin biraraya geldiği bir kamusal alan olma özelliğini taşıyor. Belki de 100 yıllık bir tarihte LGBT bireylerin buluştuğu tek kamusal alanın yıkılıp AVM yapılması, hareket içinde politik bir sorun haline geliyor.
Gezi sürecinden sonraya gelir isek LGBT hareketin çok daha görünür olduğunu söyleyebiliriz. Haziran sonunda yapılan Onur Yürüyüşü’ne harekete dahil olan ve olmayan binlerin katılması, İstiklal Caddesi’ni rengarenk bir panayır alanına dönüştürmeleri ve Gezi’nin en renkli hareketi olmaları bunun en somut göstergesidir. Demirdağ Gezi olmasaydı da bu yürüyüşe onbinlerce kişinin katılacağını ayrıca ifade etti. Artık hareket “dolaptan çıkmıştı”!.
Gezi’nin LGBT hareketine en somut katkılarından biri hareketin yerel yönetimler meselesini masaya yatırması oldu. Gezi sürecinden sonra LGBT hareketi ilk defa, Gezi ile yükselen ve sonrasında da artan bir görünürlükle, yerel yönetim meselesini gündeme getirdi. Yerel yönetimlerde LGBT bireylerinin temsili için çalışmalara başlanıldığına değindi Demirdağ. 30 Mart yerel seçimlerinde LGBT bireyler bunun için kampanyalar yaptılar. Bu hareket LGBT bireylerin siyasete ilk müdahaleydi, tabii burada anaakım siyasetten bahsediyoruz. Çeşitli belediyelere “LGBT Dostu” belediyecilik protokolü imzalatıldı. Şu anda İstanbul’da üç Belediye (CHP Belediyeleri) bu protokolü imzalamış bulunuyor. Demirdağ bundan sonraki süreçte de LGBT hareketinin daha fazla temsili ortaya koymak için daha fazla çaba sarf edeceğini belirtti. LGBT hareketinin bu kadar etkin çalışmasının nedeninin olaylara olumlu bakan ve sadece iş yapmaya odaklanan bir toplumsal hareket olduğunun da altını çizdi. Demirdağ ilerdeki dönemlerde muhafazakar iktidar yapısıyla daha fazla çatışmaya gireceklerini, buna hazır olduklarını belirtti ve sözlerini “tek rakibimiz Erdoğan” diyerek tamamladı.
Gezi Direnişi’nde kadınlar
Panelin ikinci konuşmacısı İstanbul Feminist Kollektif’ten Selime Büyükgöze idi. Büyükgöze’de Gezi sürecinde kadın hareketinin bu süreci nasıl etkilediğini, kadın hareketinin bu süreçten nasıl etkilendiği ile ilgili bir çerçeve çizdi.
Öncelikle Gezi öncesine bir göz atarsak, Türkiye’de feminist hareket 70’lerin sonu ve 80’lerin başında ikinci dalga dediğimiz dönemde filizlenmiş bir hareket. 1987’de Yoğurtçu Parkı’nda kadına yönelik şiddete karşı bir yürüyüş yapılmasıyla hareket ivme kazandı. 2000’lere kadar olan süreçte verilen mücadeleler sonucunda Medeni Kanundan, Ceza Kanununa ve İş Kanununa kadar çok önemli alanlarda kanun değişiklikleri yapıldı ve ülkemizdeki ataerkil zihniyetin dönüştürülme çabaları hız kazandı.
Gezi’den tam bir yıl öncesine giderek hafızamızı tazelersek, Başbakan’ın yaptığı kürtaj konuşması ve kürtajı cinayetle eşleştirmesi (her kürtaj bir Uluderedir), üç çocuk doğurmaya yönelik talebi, sezeryanı doğru bulmayan ifadeleri, kadınların güvencesiz şartlarda çalışmak zorunda bırakılmaları, artan kadın cinayetleri son yıllarda ülkemizde artan muhafazarlığa ve kadın bedenine yönelik müdahaleye örnekler olarak gösterilebilir. İstanbul Feminist Kollektif diğer kadın hareketlerinin ortaklığıyla özellikle son 5 yılda büyük bir hızla artan kadın cinayetlerinin önüne geçebilmek amacıyla “Kadın Cinayetlerine İsyandayız” adlı bir platform oluşturdu. Çeşitli kadın hareketleri biraraya gelerek sokak eylemlerinde bulunarak seslerini duyurmaya ve bu sorunu kamusallaştırmaya çalıştılar.
Bedenime dokunma
Büyükgöze Gezi’nin en heyecan verici kazanımlarından birinin hareketin dışında bulunan kadınların da “bedenime dokunma” sloganı ile sokağa çıkması olduğunu belirtti. AKP’nin beden politikası kadınları Gezi’ye getiren en büyük motivasyonlarından biriydi. Büyükgöze Türkiye’nin bugüne kadar cinsiyetçi olmayan bir zihniyet tarafından yönetilmediğini fakat kadınların bedeni hakkında bu kadar hükmedici konuşmalar yapan bir hükümet şimdiye kadar görmediklerini ifade etti.
İstanbul Feminist Kollektif Gezi’nin ilk günlerinde beraber düşünme ve tartışma fırsatı yaratabilmek amacıyla parkda bir çadır kurdu. Çadır etrafında en fazla konuşulan ve tartışılan konu cinsiyetçi küfürler idi. “Abla sen geri çekil”, “aa kadınlara bak nasıl direniyorlar!”, “teyze sen geç sana bir şey olur” söylemlerine karşı herkesin çok öfkeli olduğunu ve buna karşılık hareketin “küfürle değil inatla diren” ve “kadına, orospuya, ibneye küfür etme” sloganlarını kullanmaya başladığını belirtti. Cinsiyetçi küfürleri değiştirerek stickerlar yapılıp parkta dağıtıldı.
Büyükgöze’nin ifade ettiği üzere erkeklerde bu cinsiyetçi dilin nasıl bir dönüşüm yarattığından ziyade bu farkındalığın kadınlar arası bir duygudaşlık ve dayanışma yaratması çok önemli bir kazanımdı. Erkekler kısmında ne değişti diye sorarsak uyarılar yapıldığında “dikkat edeceğiz, özür dileriz” cevapları alındı fakat Büyükgöze kendi düşüncesine göre bunun Gezi’de gerçek bir değişiklik yaratmadığının altını çizdi. Gezi’de bulunan diğer muhalif hareketlerden en büyük farklarının ise, LGBT hareketi ile birlikte, sadece dışarıya karşı değil kendi içlerinde de politika üretmeye çalışmak olduğunu ifade etti. Örneğin hükümet ile basın konferansına giden ilk grubun içinde sadece erkeklerin olması “birlikte mücadele ediyoruz ama...?” sorusunu sordurttu kadın hareketlerine. Bu hala cevabını bekleyen bir soru olarak önümüzde duruyor.
Büyükgöze: Gezi gelecek hayal etme pratiğiydi
Gezi sürecindeki gözaltı süreçleri ve takibinde gelen tanıklıklar hareketin takipçisi olduğu ve kamusallaştırmaya çalıştığı diğer bir konuydu. Gözaltı süreçlerinde kadınların uğradıkları taciz sonucunda hakları hakkında bilinçlenmelerini sosyal medya ve basın aracılığı ile yaygınlaştırmaya çalıştılar.
Gezi sonrasında ise çeşitli forumlar yapılmaya başlandı parklarda; Yoğurtçu Parkı forumunda kadınlar her hafta toplanmaya devam ediyorlar. Daha kapalı olarak ifade edilebilecek bir yapının içine yeni kadınların gelebildiği, politika yapma zeminine kavuştukları bir alan oldu bu forumlar.
Büyükgöze konuşmasının sonunda Gezi’nin çok güzel bir deneyim olduğunu, buradan çıkartacağımız dersler olduğunu ve neler yapabiliriz sorusuna odaklanmamız gerektiğini ifade etti. Gezi bir yandan da ortak bir gelecek tahayyül etme pratiğiydi. Bu geleceğin militarsit, milliyetçi, cinsiyetçi, homofobik, transfobik olmaması gerektiğinin özellikle altını çizdi.
Gezi ve kent hareketi
Panelin üçüncü konuşmacısı İstanbul Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümü doktora öğrencisi Hatice Kurşuncu idi. Kurşuncu konuşmasında kent hareketinin Gezi sürecine etkisini tartıştı.
Kurşuncu Gezi sonrasında yaşananlara baktığımızda özellikle en son Soma’da yaşanan facia ile güzel bir rüyadan kabusa uyandığımızı, esas şimdi Gezi için konuşmanın çok önemli olduğu belirterek sözlerine başladı. Gezi’nin anmak gereken üstünden geçip gittiğimiz bir şey olmadığını ve halen devam ettiğinin altını çizdi. Kurşuncu “Nerden başladı Gezi?” sorusunu sorarak konuşmasını devam ettirdi.
Kurşuncu Gezi’nin tek bir olaydan kaynaklanmadığını ve bir süreç olarak incelenmesi gerektiğini ifade etti. Gezi’de tek bir konu üzerinden bir mücadele, bir direniş yaşanmadı. Gezi pek çok mücadele pratiğinin yanyana geldiği bir yerdi, çok farklı deneyimler paylaşıldı. Gezi’de ilk defa tüm farklı deneyimlerin ortak bir zeminde paylaşıldığı bir tarih yazılmaya başlanmıştı. Gezi’nin ilk günlerine geri gidersek hatırlayacağız “3-5 ağaç siyaseti yapıyorlar” diye çok küçük düşürücü bir söz vardı; Kurşuncu tam da bu 3-5 ağaç siyasetinin çok önemli olduğunu vurguladı. Gezi öncesine baktığımızda hem kentte hem kırda yaşam alanlarının savunulmasına yönelik mücadeleler hareketlenmeye başlamıştı. Kırda HES’lere, termik santrallere, madenlere karşı; kentte kentsel dönüşüm projelerine, Emek sinemasının yıkılmasına karşı verilen mücadelelere tanık olduk. Bu deneyimler sayesinde de bir mekanın nasıl savunulacağı öğrenildi aslında.
Ekoloji alanında nükleer santraller, termik santraller ve HES’lere karşı çok ciddi mücadeleler yaşandı Türkiye’de. Bunun yanı sıra madenlere karşı yıllardır verilen çok ciddi bir mücadele söz konusu. Tarım ve gıda alanında yerel üretim ve yerel üreticiyi destekleyen bir hareket grubu var, bu arada GDO’lu ürünlere karşı ciddi bir mücadele devam ediyor. Kentsel alana baktığımızda da yerinden edilmelere ve barınma sorununa karşı mahallelerde yürütülen mücadeleler var. Son 10 yılda özellikle İstanbul’da kentsel dönüşüm projelerine karşı mahalle bazında ciddi mücadeleler sürdürülüyor. Kurşuncu TOKİ’nin bu süre zarfında sosyal konut üreten bir kamu kurumundan inşaat sektörüne hizmet eden bir şirkete dönüştüğünü belirtti. Yeni çıkan Afet Yasası ile de yerleşme sorunu kent merkezlerine doğru yayılmaya başlamıştı. Bunun yanı sıra kent merkezlerinde yer alan okulların, hastanelerin satılması sorunu gündeme geldi. Kamusalın özelleştirilmesi sadece fiziksel bir dönüşüm değildir; kamu varlıklarının satışı aynı zamanda kamu yararına olan varlıkların talanını da içermektedir.
Kurşuncu Gezi’ye kadar olan süreçte verilen mücadele alanlarını bu şekilde özetledikten sonra Gezi’yi tüm bu deneyimlerin bir arada yaşandığı bir süreç olarak ifade etti. Öncelikli olarak Gezi Parkı’nın yerinde kalmasının ve yerine AVM yapılmamasının hükümetin kendi isteğine göre bir şey yapamayacağının işareti olduğunu belirtti. Her adımda izlendiğini, her adımda itiraz eden birilerinin olduğunu görüyordu hükümet ve Gezi Parkı hükümetin en korktuğu alan oldu dersek sanırız yanılmış olmayız. En ufak bir gösteri talebi karşısında anında kapatılan bir park haline geldi Gezi.
Yataylık, eşitlik, doğrudan pratik
Gezi Parkı’na mekan siyaseti açısından baktığımızda ise verilen direniş kullanım değerinin savunulması mücadelesiydi aynı zamanda. 1 Mayıs’lar için verilen mücadele işçi sınıfının kendi tarihini savunması mücadelesiydi biryandan da. Gezi Parkı yukarıda bahsedilen tüm bu mücadelelerin ortasına oturan bir yerde aslında. Kurşuncu atlanılmaması gereken bir başka noktanın da Gezi Parkı’nda siyaset yapma biçimi olduğunun altını çizdi. Yataylık, eşitlik, birebir ilişki ve doğrudan pratiklerle farklı bir siyaset biçimi ortaya kondu parkta. İnsanların somut taleplerine ilişkin, aşağıdan yukarıya düz örgütlenme, kendini savunma ve yeniden kendini var etme pratiklerinin yaşandığı bir direniş olarak gelişti.
Gezi direnişi sonrasında ne oldu? Kurşuncu bir senenin sonunda başarılı mı başarısız mı sorularına cevap vermek için erken olduğunu ve temel sorunun “Gezi direnişi bitti mi?” sorusu olması gerektiğini ifade etti. Kurşuncu’nun buna cevabı bitmedi oldu. Mekansal olarak Gezi parkı önemli bir merkezileşme yaratmıştı. Gezi parkından çekilmeye başlandıktan sonra hareket mahalle ve park forumlarında devam etti. Yeni yerelliklerin ortaya çıktığı, yeni mücadele alanlarının açıldığı ve mücadeleye yeni insanların katıldığı bir sürece girildi. Kurşuncu bu bağlamda parktan çıkarılmanın olumlu olduğunu da belirtti.
Kurşuncu: Yerel pratikler önemli
Kurşuncu Gezi’de sadece fiziksel bir mücadele yaşamadığımızı, bundan çok daha fazlasını yarattığımızın altını çizdi. Park ve mahalle forumları yerel yönetim pratikleri açısından çok önemli deneyimler oldu. Soma katliamından sonra da birçok forumda Somadaki aileleri destekleme çalışmaları ve bu faciadan sorumlu olanlara karşı hesap sorma toplantıları ve eylemler yapıldı. Bu eylemler sermayenin her alanda kar elde etmek için insan yaşamını hiçe saydığını deşifre eden eylemlerdi. “İşçi kanıyla bina yapılmaz” sloganı bunu çok açık bir şekilde gösteriyor.
Kurşuncu Gezi süreci sonrasında almamız gereken derslerle ilgili eleştirel bir kaç noktaya değinerek konuşmasını bitirdi. Gezi’den sonra yeni ortaya çıkan hareketlerle Gezi öncesinde önemli deneyimler elde etmiş mücadelelerin bağının yeterince kurulamadığını belirtti. İkinci olarak da, Gezi öncesinde ekoloji ve kent hareketlerinin biraraya gelerek çalışma çabalarının genel olarak başarılı sonuçlar vermediğini belirterek, Gezi’den sonra tüm yerel deneyimlerin yeniden toparlanma eğilimine geçtiğinin altını çizdi. Kurşuncu David Harvey’dan bir alıntıyla sözlerine son verdi: “Devrim sözcüğün her anlamında hareket olmak zorundadır. Farklı alanlarında içerisinde, arasında ve içinden hareket edemiyorsa sonuçta hiçbir yere gidemeyecektir”. (ÖK/HK)