"Yeni bir olgu olmasa da; bunun toplum açısından taşınması giderek ağırlaşan bir yük olduğuna dikkat çekmek isteriz."
"Yabancılar dahil başkalarının haberleşme özgürlüklerine müdahalenin ve bu meyanda söz konusu haberleşmelerin gizliliğinin üçüncü şahıslar tarafından ihlali yasalarımız açısından açık bir suç" olduğunu hatırlatan TESEV açıklamasında şu saptamalar yapıldı:
* Son haftalarda yaşananlar Türkiye'nin hukuk anlayışı açısından maalesef iyi bir sınav olmamıştır.
* Anayasa, yasalar ve uluslararası anlaşmalar ihlal edilmiş, ancak bu ihlallerin gereği yapılmamıştır.
* AB bağlamında, kamuoyunun manipüle edilmesi ve buna uygun bir dezenformasyon atağının başlatılmasının tek anlamı ise, Türkiye'nin AB normları çerçevesinde üstlendiği değişim projesinin engellenmesine yönelik yapay bir gündemin oluşturulmak istenmesidir.
Açıklamanın tam metni şöyle:
Türkiye Cumhuriyeti bir 'hukuk devleti' olma ve "hukukun üstünlüğünü sağlama" hedefini Anayasasının temel bir ilkesi olarak belirlemiştir. Bu ilke birbiriyle tutarlı bir yasalar demeti yaratılabilmesinin çıkış noktasını oluşturur. Hukukun üstünlüğü sadece herkesin aynı yasalara tabi olmasını değil, herkesin temel hak ve özgürlüklere sahip olmasını da ifade eder. Çünkü burada kastedilen 'hukuk', yasa koyma disiplininin teknik adından ziyade, evrensel hukuk kazanımlarının yarattığı birikime gönderme yapar.
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sı temel özgürlüklere sahip çıkan ve bunları herkes için geçerli sayan bir anlayışı yansıtır. Düşünce özgürlüğünün ayrılmaz parçası olan haberleşme özgürlüğü de işte bu anlayışın uzantısıdır. Anayasa'nın 22. Maddesi 'herkes'in haberleşme özgürlüğüne sahip olduğunu belirtir ve bu özgürlüğün temelinin gizlilik olduğunu vurgular. Buradaki 'herkes' sözcüğü bilinçli bir hukuki tercihi yansıtır ve bu konuda vatandaşlarla yabancılar arasında ayrım yapılamayacağı anlamını taşır.
Dahası Türkiye haberleşme özgürlüğü açısından ülkede, çeşitli amaçlarla var olan yabancılar arasında da ayrım yapmamış; altına imza attığı Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi'nin 27. Maddesi uyarınca, diplomatik misyonların her türlü resmi amaç için serbestçe haberleşmesine izin vereceğini ve bunu koruyacağını taahhüt etmiştir. Buna göre her diplomatik misyon diğer misyonları ve konsoloslukları ile haberleşirken kodlu ve şifreli mesajlar da dahil olmak üzere, uygun bütün haberleşme vasıtalarını kullanabilir.
Önemli hukukçularımızdan Turgut Tarhanlı burada vurgulanan noktanın bir özgürlük olmayıp, "yüzyıllar boyunca sürdürülen uygulama sonunda oluşmuş diplomatik ilişkilere ait teamül kurallarının belirlediği ve kabul eden devlete ait bir yükümlülük" olduğuna işaret etmektedir. Buna göre her devlet, kendi ülkesindeki diplomatik misyonların resmi haberleşmesini sağlamak ve kolaylaştırmakla yükümlüdür. Diğer bir deyişle Türkiye bir 'hukuk devleti' olma hasebiyle yabancıların ve bu arada yabancı diplomatik misyonların haberleşme özgürlüğünü kabul etmekle kalmamakla; onların kodlu ve şifreli mesajları da dahil olmak üzere her türlü haberleşmesini gizlilik koruması altına almayı garanti etmektedir.
Diğer taraftan yabancılar dahil başkalarının haberleşme özgürlüklerine müdahale, ve bu meyanda söz konusu haberleşmelerin gizliliğinin üçüncü şahıslar tarafından ihlali yasalarımız açısından açık bir suçtur . Haberleşmenin takibi bile sadece kamu otoritesine tanınmış ve belirgin koşullara bağlanmıştır. Son günlerde gündemde olan AB Büyükelçisi Karen Fogg'un elektronik postalarının takip edilip kamuoyuna sunulması meselesi, bu nedenle sadece Anayasa'nın ve Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi'nin değil; ceza yasasının da ihlalini ifade etmektedir. Çünkü Fogg'un elektronik postalarının takibi eğer kamu görevlileri dışında kimseler tarafından yapılmışsa bu zaten suçtur. Buna karşılık kamu görevlilerinin elektronik takip yapabilme koşulları ise 4422 sayılı Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu'nca düzenlenmiştir. Buna göre, sadece bazı suçlarda elektronik takip mümkündür ve bunlar söz konusu yasayla açık olarak belirtilmiştir. Ayrıca yasa elektronik takibi ek koşullara bağlamış ve örneğin hakim kararını zorunlu kılmıştır. Ne var ki Türk mevzuatı, 'hakkında elektronik takip yapılan kişiye elektronik takip hakkında sonradan bildirimde bulunulması' şartını içermemektedir. Konunun uzmanı olan hukukçularımızdan Vahit Bıçak, bu durumun Avrupa İnsan Hakları İçtihatlarıyla uyumlu olmadığını;ve bildirim yükümlülüğünün olmamasının yasalarda öngörülen şartlara uygun bir elektronik takip yapılması açısından denetimi olanaksız kıldığını vurgulamaktadır.
Bu tür hukuksal boşlukların suçu cezasız bırakma ihtimalini artırması, suçun dolaylı olarak teşvik görebileceği bir algılamaya meydan verebilir. Söz konusu algılama ise, haberleşme özgürlüğünün ve buna bağlı olarak haberleşmenin gizliliğinin anlam ve değerini yıpratacak; temel özgürlükleri ideolojik ve araçsal bir bakışa kurban edecektir. Karen Fogg adı etrafında kopartılan yapay fırtına, yapılmaya çalışılan şeyin tam da böylesine ideolojik ve araçsal bir manipülasyon olduğunu ortaya koymaktadır. Elektronik postaların elde edilmesinden hemen sonra gündeme getirilen Fogg'un 'istenmeyen kişi' ilan edilmesi talepleri; AB'nin Büyükelçisini çekme niyetinin olduğuna veya Türkiye'nin böyle bir talepte bulunduğuna dair dezenformasyon atağı, manipülasyonun boyutları hakkında yeterli bir fikir vermiştir.
Şu ana kadar açıklanan elektronik postalarda Türkiye'nin 'ulusal çıkarları' açısından ciddiye alınabilecek hiçbir nokta olmaması bir yana; yargının 'gizli kalması Türkiye Devleti emniyet ve siyasi yararlarına uygun bilgilerin ifşa edildiği' tesbiti de ne yazık ki, kamuoyu tarafından inandırıcı bulunmamıştır.
Karen Fogg'un kullandığı dilin niteliği ise tamamen konu dışıdır; çünkü diplomatların kendi öznel haberleşmelerinde de diplomatik bir tarz ve dil kullanmaları beklenemez. Öte yandan kamuoyunda olay bir elektronik posta 'hırsızlığı' olarak algılanmış ve faillerinin kamu görevlileri arasında olduğuna dair bir kanı oluşmuştur. Nasıl ele geçirildiği belli olmayan binlerce elektronik postanın, devletle olan bağını sürekli vurgulamasına karşın, toplum nezdinde sürekli prestij kaybı içinde olan bir siyasi parti lideri vasıtasıyla ortalığa çıkması ise ayrı bir talihsizliktir.
Son haftalarda yaşananlar Türkiye'nin hukuk anlayışı açısından maalesef iyi bir sınav olmamıştır. Anayasa, yasalar ve uluslararası anlaşmalar ihlal edilmiş, ancak bu ihlallerin gereği yapılmamıştır. AB bağlamında kamuoyunun manipüle edilmesi ve buna uygun bir dezenformasyon atağının başlatılmasının tek anlamı ise, Türkiye'nin AB normları çerçevesinde üstlendiği değişim projesinin engellenmesine yönelik yapay bir gündemin oluşturulmak istenmesidir.
Kritik reform kararlarının arifesine her gelindiğinde, gündemin saptırılıp sahte bir milliyetçiliğe doğru savrulmaya çalışılması yeni bir olgu olmasa da; bunun toplum açısından taşınması giderek ağırlaşan bir yük olduğuna dikkat çekmek isteriz. Söz konusu manipülasyonun bedelinin hukuktan, hukukun üstünlüğü anlayışından, dolayısıyla demokrasiden uzaklaşma biçiminde ödenmesi ise, toplumsal düzen ve bütünlüğün tamiri zor yaralar almasını ifade eder. Özel alana saygı, hukuk devleti ile baskı rejimlerini birbirinden ayıran en çarpıcı göstergelerden birini oluşturmaktadır.
Bu nedenle kamu otoritesini bir an önce hukuksal temel ilkeleri ön plana almaya davet ederken; huzur ve refahın kamu otoritesine duyulan güvenle birlikte büyüyebileceğini; bunun ise temel hak ve özgürlükleri titizlikle savunan bir demokrasiyi gereksindiğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz.