bianet'ten Emine Özcan, Tuzla tersanelerinde çalışan işçilerle birlikteydi. Dizinin ilk yazısını okumak için tıklayın.
İçmeler'de yan yana dizilmiş apartmanların kaldırım hizasındaki bodrum katlarından süzülen cılız ışıkların ardında ne olup bittiğini anlamak için eğilip tek tek kapıları çalmak gerekiyor.
Çaldığımız kapılardan biri 35 metrekarelik bir odaya açılıyor. İçeride bir çek-yat, iki yer yatağı, bir de soba var.
Adım atacak yerin kalmadığı bu tek göz odada dört tersane işçisi yaşıyor, ikisi 50'li yaşlarında; ikisi 18'lerini yeni doldurmuş.
Urfa'dan bir ay önce gelmişler. Konuşurken çekiniyorlar; çünkü 15 gündür İstanbul'da olmalarına rağmen ancak işe başlamışlar. Yani onları ziyaret ettiğimiz gün (14 Şubat) aslında ilk iş günleri.
"15 gün bekledik, ancak bugün başladık"
Önce daha yaşlı olanlar konuşuyor:
"Tersanede çalışan Urfalı tanıdıklar telefon açtılar, taşeronla görüştük. Taşeron 'hemen gelin iş hazır' dedi. Geldik, sigorta numaramızı aldı, bir de sağlık raporu istedi. Sonra iş yok. 15 gün bekledik. Ancak bugün başladık."
Sonra genç işçiye soruyoruz işteki ilk gününü:
"Tersanede bir tankın içine girdik, 8 metre aşağıya indik. İçinde tren rayı gibi demirler var. Zemin kaygan. Su iki karış. Bir kaysan, başını demire çarptın mı, gittin... Her yer kaygan. Merdivenden indik, o bile kaygan. Bir insanın başına bir şey gelse oradan çıkmak da zor. Yakıt tankı var. Orada birisi sigara yaksa bütün gemi patlar."
"Başka bir iş yapmak isterdim, Urfa'da yapacak iş yok"
İlk gününde çok yorulduğunu anlatan işçi "Başka bir iş yapmak isterdim, tersaneler güvenli değil, insanlar ölüyor, tehlikeli" diyor. Fakat Urfa'da yapacak işlerinin olmadığını da ekliyor.
İstanbul'a ilk gelişi olan bu işçilerin izlenimlerini merak ediyoruz ama "İstanbul güzeldir herhalde, ama parası olana. Daha köprünün ötesine geçemedik" diyorlar.
Hep birlikte oturduğumuz bu odada banyo yok, tuvalet yok, mutfak yok. Urfa'dayken hayvancılıkla uğraşan işçilerden biri "Ben buraya ineğimi bile bağlamam, ama çaresizlik" diyor.
Hemen yan sokaktaki başka bir bodruma, onların tabiriyle "bekar odasına" iniyoruz. Burada da ne banyo ne tuvalet ne de mutfak var. Yaklaşık 45 metrekarelik, depo olduğu belli olan bu yerde yan yana dizilmiş yataklarda tam 17 kişi kalıyormuş, birisi hastalanıp memlekete dönünce 16 kişi kalmışlar.
Saat 17:30'da paydos eden işçiler hâlâ yemek yememişlerdi. İki taşın arasına soktukları elektrik çubuklarıyla mercimek çorbası pişirmeye çalışıyorlardı. Aralarından biri "Gece dokuza kadar ancak pişer; içer, uyuruz" dedi.
İçeride bir elektrikli ısıtıcı var, ama dışarıyla içerisi arasında sıcaklık farkı pek yok gibi. Bütün gün tersanede ağır iş kapsamında çalışan işçilerin tek sorunu bu değil. Hatta barınma sorunları, çalışma koşullarının zorluğunu ikiye katlıyor.
"Birlik olamadığımız takdirde yıkamayız"
Hayalleri farklı... Kimisi memleketinde ev sahibi olmak istiyor, kimisi evlenmek için başlık parası biriktirmek, kimisi çocuklarına iyi bir gelecek sağlamak, kimisi borçlarını ödemek için gurbete çıkmış. Ama dertleri ortak olduğu için aralarından bir sözcü seçiyorlar.
"19 yaşındayım, üç aydır tersanede taşeron firmada çalışıyorum. Sabah 6:00'da kalkıyorum. Kahvaltımı hazırlıyorum. Sekizde tersaneye giriyorum. Giyiniyorum, hazırlanıyorum, 08:30'da iş başı yapıyorum. Gemide iş güvenliğimiz yok. Ne doğru dürüst ayakkabımız ne de tulumumuz var. Günlük 25 YTL'ye çalışıyorum. En azından 60-70 YTL hakkım olduğunu biliyorum. AB bir işçiye günlük 100 dolar verilmesi gerektiğini söylüyormuş. Ama taşeron, işverenden çift yevmiye aldığı halde bana yarısını veriyor.
"İş yok boyun eğmek zorundayız. Arkadaşlarımızı kaybediyoruz. Birer birer ölüyorlar. İşverenler hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar. Karşı çıktığımızda gülerek 'bir şey olmaz' diyorlar. Biz onlarla 'baş gelemiyoruz'. Ölümler sürecek. Hep beraber birlik olmadığımız takdirde yıkamayız. Geminin tabanından demir çekerek dışarı çıkıyoruz. İşimiz zor."
"Ali çalışmasa Mehmet, Mehmet çalışmasa Hasan çalışır"
Mesaiye kaldığını anlatıyor. Halbuki yaptığı iş ağır ve tehlikeli işler kapsamında. Üstelik ağır iş kolunda aşırı yorgunluğun dikkatsizlik yaratttığının farkında olmasına rağmen az yevmiye aldığı için pazar günleri de çalışması gerektiğini söylüyor.
"Taşeronun maksadı para kazanmak, kim ölürse ölsün. Biz ayakkabı, pantolon alamazken 100 milyarlık arabaya biniyorlar. Kendi emekleriyle kazanmadıkları arabalara."
Sigortasız çalışan ve aylık 750 YTL alan işçi kaldıkları deponun kirasının 500 YTL olduğunu söylüyor. Kızgın ama çaresiz olduğunu ifade ediyor:
"Ali çalışmasa Mehmet çalışır, Mehmet çalışmasa Hasan çalışır. Ben desem ki '25 YTL'ye çalışmam', benden beteri var 20 YTL'ye çalışır."
Tekrar barınma sorunlarına dönüyor:
"Banyo, tuvalet, mutfak yok. Erzaklar dışarıda. Hava alamıyoruz. Arkadaşlarımızın hastalanıyor. Kanser olan da var. Altı ayda biriktirdiği parayı tedavi masraflarına yatırdı. Tersanede çalışmasının anlamı kalmadı."
Hep beraber sohbet ettiğimiz bu deponun küçük penceresinden yukarı bakınca sadece sokakta yürüyen insanların ayakları görünüyor.
"Biz onlarla 'baş gelemiyoruz'. Ölümler sürecek. Hep beraber birlik olmadığımız takdirde yıkamayız" sözleri bir sonraki durağımızı belirlemiş oluyor: Liman, Tersane Gemi Yapım-Onarım İşçileri Sendikası (LİMTER-İŞ). (EZÖ/TK)