Gazetenin çıkarılacağını öğrenen Çukurova Gurubu mahkemeye başvurdu. İlk aşamada yargı yolundan sonuç alamayan Mehmet Emin Karamehmet, çareyi apar-topar ve yine Tercüman ismiyle bir gazete çıkarmakta buldu. Elbette orijinal ismiyle; Halka ve olaylara Tercüman... Olan da bize oldu. Bu Soğuk Savaş dönemi gazetesinin birinin adını unutmaya çalışırken, iki tanesiyle birden karşılaşmak zorunda kaldık. Çukurova Grubu'nun Tercüman'ı, hazırlıksız çıkarıldığı için etkili olamadı. Şimdilik bir naylon gazete olmanın ötesine geçebilmiş değil.
Neyse, hikayenin bu kısmını herkes biliyor. İsteyen, ticaret ve basın hukukuna uyduğu sürede, istediği isimle gazete çıkarabilir. Sorun nihayetinde, Ilıcaklar ve Doğan Gurubu ile Karamehmetler arasındadır. Hadisenin beni ilgilendiren yanı daha başka bir yerde; Ilıcak Ailesi'nin "Dünden bugüne Tercüman" gazetesindeki bir yazarın, Gülay Göktürk'ün ilk yazısında.
Derin rahatsızlık
Bilindiği gibi, Göktürk eski bir solcu, bir 68'li. Aydınlık hareketinin bir dönem orta-üst kademedeki önemli isimlerinden. Solda edindiği birikimi ve yeteneği, sınıf ve saf değiştirmek, daha önemlisi paraya tahvil etmek için başarıyla kullanan biri. Ancak, benim için bu da yeni ve üzerinde özellikle durulacak önemli bir durum değil. Çünkü, hem bunun gibi başka örnekler var hem de Gülay Göktürk bu bağlamda çok önemli bir isim değil.
Başka bir açıdan bakıldığında, çok hoş karşılanmasa da, insanlar felsefi inançlarını, dünya görüşlerini ve politik tercihlerini değiştirebilirler. Çok nadir olsa da, bir samimiyet ve içtenlik olduğu sürece bir yere kadar bu da anlaşılabilir. Ancak, bir insanın kendisini bir dönem boyunca var eden ve taşıyan, bugün bulunduğu yeri bile borçlu olduğu bütün değerlere -ki bunlara yüz binlerce insan sahip çıkmaya devam ediyor- ortama ve eski arkadaşlarına saldırıya geçmesi, daha da önemlisi bu yoldan kendi seçimine rıza üretmeye çalışması daha başka bir durumdur.
Gülay Göktürk, 17 Ocak 2003 tarihli Dünden bugüne Tercüman gazetesindeki ilk yazısında bunu da yapmıyor. Daha da ötesine geçiyor. Herkesi kendi pozisyonuna davet ediyor. İşte beni ilgilendiren şey budur.
Hepsi o kadar mı?
Hoşgörünüze sığınarak, uzun birkaç alıntı yapacağım. Şöyle yazıyor Göktürk:
"70'li yılların Türkiye'sini hatırlıyorum. Tercüman'ın, geleneksel sağ/sol saflaşmasının iki koçbaşından biri olduğu yılları. Diğer koçbaşı da Cumhuriyet'ti. (...) Zaman çok şeyi değiştirdi. En başta da 'sağ' ve 'sol' kavramlarını. Evet, 'sağ' da 'sol' da, çoktan iki tırnak içine hapsoldu. Tırnaksız yazmak, sözünü etmek bile mümkün değil artık. Ama içi bütünüyle boşalmış bu keskin ve sivri tırnaklar hâlâ zihinleri tırmalamaya, çizmeye devam edebiliyor. Çoktan göçüp gitmiş birinin bir türlü silinmeyen gönül kırıcı bir sözü gibi kulakları çınlatıp duruyor. Ama işte hepsi o kadar."
Tarih ve bütün yaşanmışlıklar işte bu kadar. Göktürk, kendi içinin boşalmasını, bir zamanlar onun kimliğini de tanımlayan kavramların boşalması sanıyor. Daha doğrusu, hadiseyi böyle sunuyor. Oysa, uluslararası sermayenin, yeni liberal tezlerle gerçekleştirdiği küresel ideolojik saldırıya ve kuşatmaya karşın; dünyada ve Türkiye'de sağ ve sol kavramlarının ima ettiği felsefi duruş, siyasal tercih, tarihsel konumlanış ve ideolojik anlayış insanları belirlemeye devam ediyor. Ama Göktürk, sağcı olduğunu söylemeye bir türlü cesaret edemiyor.
Kesişen yollar
Şöyle diyor Göktürk:
"Ben kendi payıma yıllardır 'sağ/sol' kavramlarının alt üst olduğu bir tarihsel döneme tanıklık ettiğimizi; siyasi saflaşmanın gerçek ekseninin farklı yerlerden geçtiğini yazıp duruyorum. Değişimci olduğu söylenen 'sol'un statükoyla bütünleştiği, buna karşılık 'sağ'ın statükoyu zorladığı; demokrasiyi savunması beklenen 'sol'un darbe şakşakçılığına soyunduğu; darbelere karşı demokrasiyi savunmanın 'sağ'a düştüğü bir ortamda sağ/sol dışında başka eksenler aramamız gerektiğini anlatmaya çalışıyorum."
Gülay Göktürk, bu eksen değişikliği konusunda, bize çok güçlü kanıtlar da sunuyor!
"Bunu kof bir inanç olarak değil, bu gazetenin 'fikir anası'nın yakın geçmişte verdiği demokrasi mücadelesini adım adım izleyen biri olarak söylüyorum. Evet, 28 Şubat Nazlı Ilıcak'la yollarımızı kesiştirmeseydi, ben bugün bu sütunda olmazdım."
Ancak, yaşam alışkanlıkları, çevresi, ülkedeki entelektüel ortam "sağcıyım" demeyi hayli güçleştiriyor. Bun nedenle "liberalim" demek ve örneğin Sabah gibi "merkezdeki" gazetelerde yazmak görece daha kolay bir iş. Peki bütün bunları neden yazıyor Gülay Göktürk? Şundan:
"Ama, bakıyorum da, bu kavramların anlamsızlığını deşifre etmek için yazdığım bunca yazıya rağmen, bugün Tercüman'da bulunuşumu yadırgayan; geçmişime ve köklerime 'yakıştıramayan' birçok tanıdığım var. Bu bana, körleşen genel kanaatleri değiştirmekten daha zor bir şey olmadığını gösteriyor."
Evet durum işte bu! İnsanlar bu kadarı da fazla diyorlar.
Bu çok anlaşılır bir tepki. Çünkü, Tercüman bir Soğuk Savaş dönemi gazetesidir. Tercüman'ı işlevsizleştiren ve kapanmasına yol açan asıl şey; Kemal Ilıcak'ın adının karıştığı yolsuzluklar, kendisine ranttan pay vermeye Turgut Özal ile girdiği kavga ve devletten beslenmemenin yarattığı mali yıkım kadar, Soğuk Savaş döneminin kapanmasıdır. Tercüman, kendisini var eden koşullardaki köklü değişiklik sonucu boşlukta kaldı ve kapandı.
Harbi olmak
Karşı tarafa da geçseniz, kolay değildir Tercüman'da yazmak. Faşistler, Maraş'ta cumhuriyet tarihinin en büyük katliamını yaptığı; üç yaşındaki çocukları, hamile kadınları ve yaşlıları baltalarla parçaladığı zaman Tercüman gazetesinde, belki de şimdi Göktürk'ün yazdığı köşede yazan, Ahmet Kabaklı şu başlığı atmıştı: "Binicisini beğenmeyen asil bir kısrağın şahlanışı" (Tercüman gazetesi, 26 Aralık 1978) İşte, bu kısrağı "yemlemek" yeni bir "ahlak" gerektirir.
Bu örnekler çoğaltılabilir ama, gerek yok.
Tercüman öyle bir şöhrete sahiptir ki, bu gazetenin ünlü yazarlarından Rauf Tamer, Sabah gazetesinde geçtiğinde bir tür özeleştiri yapmış ve mealen, "Bizim de o karanlık günlerin yaşanmasında payımız var. İnsan bunu merkezdeki bir gazetede yazmaya başlayınca daha iyi anlıyor" diye bir yazı yazmıştı.
Kısaca, eski bir solcu için böyle bir gazetede yazar olarak çalışmak zordur. O nedenle, kendinize güçlü bir gerekçe oluşturmanız gerekir. Göktürk, bunu yalan söyleyerek yapıyor. Bu gazeteye geçişinin tek nedeni paradır ve bunu camiadaki herkes biliyor. Çünkü, ekonomik krize giren Sabah uzun süre ücretleri ödemekte zorlandı. Bazı aylar maaşları bile veremedi. Dahası, yaklaşık 3 yıldır Sabah çalışanlarına zam da yapılmadı.
İşte, yüksek ücretli bazı seçkin yazarlarımız böyle şeylere gelemez. İlk fırsatta, öyle felsefi inanç, gazetecilik etiği, demokrasi kahramanlığı, ilke filan dinlemez kapağı başka yere atarlar. Göktürk'ün kısmetine de Tercüman çıkmış. Ne demeli; harbi ol ciğerimi ye!
Tercüman'ın yeni imtiyaz sahibi Mehmet Ali Ilıcak, aynı gün (17 Ocak 2003) birinci sayfadan yayımlanan "Sevgili babacığım" başlıklı yazısında gazetenin pozisyonunu özetliyor. Tercüman'ın eski sahibi merhum Kemal Ilıcak'a itafen yazılan yazı da, "Sen rahat ol baba" diyor Mehmet Ali, "Tercüman gazetesi senin dünya görüşüne ve inançlarına uygun olacak". Ve devam ediyor: "Senin dönemindeki gibi, Dünden bugüne Tercüman devletimizin, polisimizin ve ordumuzun yanında olacak. Kısaca nerede Türk varsa Tercüman oradadır ilkesini benimseyecek. (...) söz veriyorum." İşte, Gülay Göktürk'ün "demokrat" gazetesi.
Kader ağlarını örüyor
Gülay Göktürk, tercihini 28 Şubat'tan sonra yapmadı. O, kararını çok daha önce vermişti. Bunun tanıklarından biri de, eski örgütünden, Türkiye İşçi Köylü Partisi'nin "2 Numaralı" lideri Gün Zileli. Dönem, 12 Eylül karalığının en koyu olduğu günler. Yıl 1981.
"Gülay'ın (kızlık soyadı Kurnaz'dı), o sırada yeni çıkmaya başlayan Güneş gazetesinde çalışmaya başladığını duydum. Gazetenin 'kalifiye elemanlara', o zaman bize astronomik görünen ücretler ödediği söyleniyordu. Bir süre sonra, Hasan Yalçın ve Hüseyin Karanlık, bana, Gülay'ın, Güneş gazetesi Genel Yayın Müdürü Güneri Civaoğlu'nun 'çirkin bir teklifine' muhatap olduğunu bildirdiler. (...) Gülay gazeteye yeni girdiği günlerde, Güneri Civaoğlu tarafından çağrılmış ve kendisinden, eğer gazetede çalışmaya devam etmek istiyorsa, 'herhangi bir sol örgütle ilişkisi olmadığı ve olmayacağına dair söz vermesini' istemiştir. Gülay o anda bu sözü vermiş, ancak olayı, Hasan ve Hüseyin'e aktarma dürüstlüğünü göstermişti. 'Parti', onun bu tutumuna ne diyordu, bunu öğrenmek istiyordu." (Gün Zileli, Havariler, İletişim Yayınları, 2002 İstanbul, s. 472.)
Hadise bundan ibaretti.
Yasak ilişkinin sonu
Gelelim şu "sağ"ın demokrasi mücadelesine... Başta Tercüman olmak üzere, Türk sağının bu ülkedeki 12 Mart ve 12 Eylül gibi faşist darbelerini bütünüyle desteklediği kimse için sır değil. 28 Şubat 1997'den sonra yaşananlar ise hayli farklıdır. Türkiye'de devlet, 28 Şubat 1997'de Batı'dan 7-8 yıllık bir sapmayla Soğuk Savaş dönemini kapattı. Batılı ülkelerde, sosyalist sistemin dağılmasından hemen sonra, 1990-1991'de Gladio gibi hukuk dışı iç savaş örgütleri tasfiye edilmesine karşın, Türkiye'de bu sürenin uzamasının nedeni Kürt sorunuydu. O nedenle, devlet Güneydoğu'daki askeri inisiyatifi ele geçirdiğini düşündüğü ve Abdullah Öcalan'ın yakalandığı bu dönemeçten sonra, tehdit değerlendirmesini değiştirdi. Komünizm öncelikli tehdit olmaktan çıkarıldı. Tehdit artık irticaydı.
Durum böyle olunca, Türkiye eliti, Soğuk Savaş döneminin ilişkileri de tasfiye etmeye başladı. Susurluk skandalı tam bu dönemde patladı. Devlet, geçmişte sola karşı, cinayet dahil her türden saldırı için kullandığı, yönlendirdiği ve donattığı ülkücüler ve İslamcılarla "yasak ilişkiye" de son verdi. Artık gerek kalmamıştı bu ilişkiye. Batı basını "Türkiye bağırsaklarını temizliyor" diye yazdı. İşte kıyamet de ondan sonra koptu.
Sonuçta, 12 Eylül Cuntası'nın koruduğu ve kolladığı; o güne kadar devletin koltukları altında serpilen; kurulu düzenle faydacı bir ilişki içinde varolmuş; bu sayede yurtları, kursları, imam okulları ile serpilen her renkten İslamcı (Hizbullah dahil) ayağa kalktı. Çatışmanın nedeni buydu. Üstelik ortada bir darbe de yoktu. 28 Şubat sürecinde bütün olup bitenler, devletin, yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılayacak yeni bir yönetim senaryosu oluşturmasıydı. Bütün NATO ülkeleri gibi. Demokrasi mücadelesi gibi fiyakalı sözler, palavradan ibaretti. Beslenme kanalları kapanmıştı o kadar!
Kurnaz Gülay!
Göktürk, solun darbe şakşakçılığı yaptığını söylüyor. Oysa kendisi çok iyi biliyor ki, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Demokratik Sol Parti (DSP) gibi partiler, sosyalist terminoloji içinde "sol" kabul edilmezler. Kendi çevresini "sol" ile karıştırıyor olmalı. 28 Şubat'ın gerçek nedenlerine karşın, herkes bilmektedir ki, solun büyük çoğunluğu, hem her türden askeri müdahaleye hem de gericiliğin her rengine karşı kendi tutumunu aldı. Sahte saflaşmalar içinde bulunmadı.
Evet, Gülay Göktürk solcuları kendi eksenine çağırıyor. Herkes kendi hayatına ihanet etsin istiyor. Çünkü, herkesin ihanet ettiği yerde kimse "hain" değildir. Ama bir kişi bile ayakta duruyorsa, "hainler" var olmaya devam edecektir.
Oysa bütün bunlara gerek yok. Göktürk'ün eski örgütünden, önder kadro içinde yeralan Cengiz Çandar da Tercüman'da yazıyor. Ve yine herkes biliyor ki, Çandar da tercihini çok önce yaptı ve liberallerin safına geçti. Ama, Çandar hiçbir zaman bunun için bir meşruiyet ve rıza üretmeye çalışmadı. Kimseyi kendisine katılmaya çağırmadı. Tercihini kişisel olarak yaşadı ve başka şeyle de ilgilenmedi. Hatta, bugünün Cengiz Çandar'ının varlığını marksist Cengiz Çandar'a borçlu olduğunu bile söyledi.
Ama, Gülay Göktürk kendisiyle barışık da rahat da değil. Öyle anlaşılıyor ki, onu bulunduğu yere taşıyan inançları değil. O nedenle, Tercüman'da niçin yazdığını açıklamak gereğini duyuyor. Ve eğer onun gerekçelerini ciddiye alırsak, başka gazetelerde kimsenin kalmaması gerekiyor. Üstelik bunu yaparken üzgün olduğunu, "geçmişten gelen ve bir türlü silinmeyen bir sesin" bazen gönlünü kırdığını da söylüyor. İlahi Gülay! Çok kurnazsın. (BB)