Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Doç. Dr. ve mimar Tansel Korkmaz'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 25. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyuyla paylaşılan ve benim de imzaladığım “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi nedeniyle bu tarihten neredeyse 2,5 yıl sonra iddianame tarafıma gönderildi.
Kamuoyunda ‘barış bildirisi’ olarak anılan, imzacılarının ‘barış akademisyenleri’ olarak bilindiği ve net bir şekilde kalıcı barışı ve sivillerin hak mağduriyetlerine son verilmesini talep eden ve bu konuda çözüm yollarının inşası için katkı yapma isteğini dile getiren bir bildirinin iddianamede terör örgütü propagandası olarak tariflenmesini anlayabilmek mümkün değildir.
En basit akıl yürütmeyle şu soru sorulabilir ve sorulmalıdır: terör örgütü barışı mı hedefliyor ki propagandası barış talebiyle dile gelmektedir?
Anayasa yurttaşların ““yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde huzurlu bir hayat talebine hakları” vardır demektedir; dolayısıyla barış istemek anayasal bir haktır. Yine Anayasa “herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama veya yayma hakkına sahiptir” demektedir.
Dolayısıyla, düşünce ve ifade özgürlüğü en temel insan haklarından biri olarak Anayasanın koruması altındadır. Ve yine Anayasa “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” demektedir.
Dolayısıyla, bir çatışma ortamında, yurttaşların toplu bir şekilde, yurttaşlık bağıyla bağlı oldukları devletten barışı tesis etmesini talep etmeleri ve bunu ifade eden bir bildiriye imza atmaları bir suç teşkil etmemelidir. Yurttaşların farklılıklarıyla, beraberce barış içinde yaşayacakları bir ortam tesis etmek devletin yükümlülüğüdür.
“Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi bu ortamın siyaset ve diplomasi marifetiyle inşa edilmesi gerekliliğinin altını çizer. Devletin güç kullanmaya mecbur olduğu durumlar siyaset ve diplomasi konusunda bir marifet göstermesi beklenen kadrolarının kifayetsizliğine işaret ediyor olabilir ve modern hukuk devletinde, bunu sorgulamak vatandaşların demokratik haklarıdır.
İddianame, benimle ilgili tek kısa paragrafında, soruşturmadaki ifademden “… söz konusu metni ülkemizde barış içinde yaşama hakkının tesis edilmesi için imzaladım” beyanımı alıntılamıştır; buna rağmen metin, bu açık beyanımı hiç umursamayarak tarafıma yönelik suç isnadıyla hiç ilgisi olmayan birçok unsurla şişirilmiştir.
Çok daha endişe verici olan şey girişteki “DELLİLLER” kısmının maddi hatalarla dolu olmasıdır[1]. Türkçe bildiriye imza atmama rağmen iddianameye İngilizce metnin de girmesi ve sonra bunun kritik bir çeviri hatasıyla (Kurdish provinces çevirisi olarak yanlış bir şekilde Kürdistan denmesi) tekrar tercümesinin iliştirilmesi, suçlamaların somut deliller yerine ceza hukukunda kabul edilemeyecek şekilde kişisel kanaatlerle gerekçelendirilmeye çalışılması, bütün bunlar ceza mahkemelerinin ciddiyetiyle bağdaşmamaktadır.
Uzatmamak için daha fazla örnek göstermeyeceğim ama bir tanesi kritik önemde gözüküyor: Hiç tanımadığım ve herhangi bir şekilde ilişkimin olmadığı Bese Hozat adlı kişinin medya aracılığı ile 2000’i aşkın akademisyene talimat göndererek bu bildiriyi yazdırmış/imzalatmış olma iddiası.
Birbirlerinden farklı entelektüel pozisyonları olan, farklı yerlerde yaşayan, farklı kurumlarda çalışan ve çoğu birbirini tanımayan 2000’i aşkın akademisyenin hiç tanımadıkları bir kişiden medya aracılığı ile ‘talimat’ alarak bir anda suç şebekesine [terör propagandası] dönüştüklerini iddia etmek hayatın doğal akışına uygun değildir. Bu iddianın, iddianamede hiçbir maddi kanıtla desteklenememesinin nedeni, böyle bir kanıtın olmayışıdır.
Bu kişinin, bunca bağımsız akademisyene ‘talimat’ verecek gücü nereden aldığı da merak konusudur. Ayrıca ben kendi adıma söyleyeyim, kimseden talimat alarak bir metnin altına imzamı atmam.
Bir başka anlaşılamayan konu da iddianamenin, “aydın ve demokratik çevreler özyönetime sahip çıksın” ‘talimatı’yla Barış Çağrısı’nı ilişkilendirmesidir.
Sırf birbirini izleyen tarihlerde vuku bulmuş olmaları bir nedensellik ilişkisine kesinlikle işaret etmez. İddia doğru olsaydı traji komik bir durumla sonuçlandığını söyleyebiliriz: özyönetime sahip çıkma ‘talimatı’ bunca akademisyen tarafından yanlış anlaşılmış ve bu ‘talimat’ın gereği olarak “kalıcı barışın tesisi için çözüm yollarının kurulmasını“, sivil halkın hak mağduriyetlerine son verilmesini talep eden ve içinde özyönetimle ilgili hiçbir tartışmanın olmadığı bir metne imza atılmıştır; eğer iddia makamı özyönetimi sahiplenme ‘talimatı’nın kalıcı barış talep etme anlamına geldiğini iddia etmiyorsa, iddianamenin ‘talimat’la metin arasında nasıl bir bağ kurduğu anlaşılamamaktadır.
Üniversite, her şeyden önce içinde olduğumuz dünyayı tüm katmanları, çelişkileri, karmaşası içinde kavramak ve var olan değerleri sorgulamak için ve buradan hareketle özlediğimiz geleceği kuracak değerleri beraberce (farklı disiplinler, farklı jenerasyonlar, farklı pozisyonlar) inşa etmek için var.
Geçmişe ve bugüne şüpheyle bakmanın, eleştirel olmanın ve buradan hareketle geleceği birlikte umutla inşa etmenin, özetle özgürleşmenin ve düşüncenin mekanı olarak üniversitenin, bu varoluş nedenleri, akademisyenlere iddianamede isnat edilen suç unsurlarını barındıramaz:
Birincisiyle -terör ve şiddet, gelecekten umudu kesmenin ve dolayısıyla çaresizliğin ürünü olduğu için; ikincisiyle de -propaganda- sığ mesajlarla kitleleri manipüle ederek düşüncenin derinleşme ve özgürleştirme imkanını paralize ettiği için uyuşamaz.
Dolayısıyla 2000’i aşkın akademisyenin ‘terör propagandası’ yapmak için bir metin etrafında toplandığını düşünmek hayatın doğal akışına aykırıdır.
Yine iddianame, bildiriyi şiddeti öven bir metin olarak yorumlamaktadır; metin, haftalar süren sokağa çıkma yasakları ve süregelen operasyonlar sonucu sivillerin yaşam, barınma ve sağlık hizmetlerine ulaşma gibi temel haklardan mahrum kaldığının altını çizerek, devleti asli görevi olan sivilleri korumak üzere “kalıcı barışı tesis edecek çözüm yollarını üretmeye” davet etmektedir.
Metnin temel vurgusu hiç kuşkusuz sivillerin korunması ve hep birlikte barış içinde yaşayacağımız şartların inşasının devletin temel önceliği olması beklentisidir.
Özü itibariyle silahlı çatışmanın durması, sivillerin yaşam haklarının korunması ve kalıcı barışı inşa etmenin çağrısı olan bir metni, sırf iddia makamının önceliklerini vurgulamıyor diye şiddeti öven bir metin olarak yaftalamak mümkün değildir. İddia makamı kendi beklentileri açısından metni eksik bulabilir ama barış çağrısı olan bir metin hiçbir şekilde şiddeti övme, teşvik etme suçu kapsamında yorumlanamaz.
Peki nedir bunca birbirinden farklı kişiyi bir metin etrafında toplayan? Bu imzanın aslında bir insiyaki çığlık olduğunu söylemişti bir arkadaşım, ben de buna katılıyorum.
Temmuz 2015 – Aralık 2016 tarihleri arasında bölgede yaşanan hak ihlallerini, sivillerin mağduriyetini, özellikle de toplumun en kırılgan kesimi olan kadınların ve çocukların çaresizliğini duyduk, basından izledik, videolarını seyrettik ve daha sonra bu ihlaller ulusal ve uluslararası (Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliği[2] vd) kuruluşların raporlarında da tespit edildi ve bu raporların tespitleri, bugüne kadar ne hükümet tarafından ne de resmi kuruluşlar tarafından çürütülmedi.
İddianamede bu raporlardan hiç bahsedilmemiş olması savcının sanık leyhine delilleri toplamak ve yorumunu bunları da gözeterek yapmak görevini ihmal ettiğini düşündürmektedir.
Raporlar ve bizzat tanıklıklar bu kürsülerde de defalarca dile getirildi. Bunca farklı akademisyeni etrafına toplayan şey, bir talimat değil vicdanın sesiydi; nitekim sonrasında bunu Barış için Sinemacılar, Hekimler, Gazeteciler ve hatta Plaza Çalışanları gibi bir çok meslek grubu takip etti.
Bu, iddia edildiği gibi hesaplı ve manipülatif bir propaganda hamlesi değil başkalarının acılarına sessiz kalamayanların insani bir tepkisiydi. Başkalarının acılarına duyarlı olmak insanlığın en temel gereğidir. 90’larda izlenen benzer politikaların ağır insani bedelleri hepimizin hafızalarına kazındı.
Bu ülkenin sınırları içinde hep beraber, barış içinde yaşama isteğimiz varsa birbirimizin acılarına duyarsız kalmamak bunun olmazsa olmaz şartıdır ve bizleri bir arada tutacak harç da bu olacaktır.
Bu vicdani ses, evet tahammül edilmesi zordur, kulak tırmalayıcıdır, günlük hayatın konforunu altüst eder; ancak ona kulak vermemenin, sessiz kalmanın bedeli çok daha ağırdır: bu sessizlik, karanlığa gözünü dikip bakamamak, onunla yüzleşememek, toplumu içten içe zehirler.
Şunu da hatırlatmama izin verin: hükümetin çözüm sürecini sonlandırıp daha önce defalarca denenen ve başarısız olan askeri çözüme dönme konusundaki siyasi kararını, bu bildiriyi imzalamak yoluyla eleştirmek beni muhalif yapar, suçlu değil.
Hukuk devletini demokratik yapan şey iktidarın sesinin diğer sesleri bastırma gücü değil, ne kadar keskin olursa olsun muhalif sesleri korumak ve duyulur kılmak konusundaki iradesidir. Demokratik toplum, muhalif olanları dışlamaz; varoluşunun ve devamlılığının sigortası olarak görür.
Evet, bu bildiriyi iktidar tarafından bu kadar kabul edilemez kılan şey yürürlükteki politikalara eleştirel olmasıdır özet olarak. Tam da bu anlamda, ifade ve düşünce özgürlüğü ulusal ve uluslararası yasal düzenlemelere konu olmuştur: toplumda kabul gören ve iktidarda olan görüşleri değil eleştirel olanları, duyulmak istenmeyenleri dile getirenleri korumak için.
Yine buna paralel olarak, demokratik hukuk devletinde, devletle vatandaşı arasındaki bağ sadakatle açıklanamaz ve kutsal bir bağ değildir.
Anayasa’da açıkça “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” denmektedir. Bu anlamda devlet şeffaf ve denetlenebilir olmalıdır ve vatandaşlar devletin işleyişini, yöntemlerini, memurlarını eleştirme hakkına sahiptir; bu sadece bir hak değil sorumluluktur da.
İddianame, bu eleştirilerin devleti küçük düşürdüğünü savlamaktadır; oysa ki devlet bu eleştirileri ciddiye alıp işleyişini, yöntemlerini, memurlarını sorgulama ve sorunun nereden kaynaklandığını tespit etme yükümlülüğündedir; şeffaf ve denetlenebilir olmak bu anlama gelir.
Bu eleştirileri sadakat veya devletin kutsallığı imalarıyla boğmaya çalışmak egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu hükmünü yok saymak anlamına gelmektedir. Dahası, bu eleştirileri boğmaya çalışmak, aslında vatandaşların daha iyi bir geleceğe sahip olma umutlarını ve çabalarını boğmaktır.
Bu arada, çok net bir şekilde şunun altını çizmek isterim: Sadece insanlara değil, doğaya ve dolaysıyla tüm canlılara şiddet uygulamaya, ‘ama’sız ve ‘fakat’sız karşıyım; topyekün savaştan, silahlı operasyonlara, bireysel silahlanmadan, zevk için avlanmaya kadar her tür şiddete...
Beraberce barış ve huzur içinde yaşamanın yolu siyasette ve diplomasideki maharetten geçer; ancak bu koşullarda her birey potansiyellerini gün ışığına çıkarma ortamına kavuşur ve geleceği farklılıklarımızla, beraberce umutla inşa etmenin yolu açılır. Her birey değerlidir ve iyi olmak ister; beni akademisyen olmaya çağıran da işte bu inançtır.
Özet olarak, aklımın, irademin ve vicdanımın sesine kulak vererek, hükümetin bu operasyonları yürütürken sivil halkın temel hak ve hürriyetlerini gözetmemiş olmasına şerh düşmek ve bu ülkede barış içinde yaşayacağımız bir geleceği mümkün kılmak için Barış Çağrısı’nı imzaladım ve bugün de bunun vatandaşlığın, akademisyenliğin ve insan olmanın gereği olduğunu düşünüyorum.
Hiçbir maddi kanıtla desteklenmeyen, kişisel yorum ve niyet okumalardan ibaret; fikri takip, akıl yürütme ve dolayısıyla argümantasyon kurma konusunda zaaflarla dolu iddianamedeki suçlamaları kabul etmiyorum ve beraatımı talep ediyorum. (TK/TP)
[1] “Deliller” bölümünde bahsi geçen:
-10 Mart 2016 tarihli basın açıklaması; imzaya açılmış bir bildiri değil, 11 Ocak sonrası bildiriye imza atmış bazı akademisyenlerin maruz kaldıkları hak ihlallerini, mağduriyetleri özetleyen bir durum raporu niteliğindedir, eğer açıklanan verilerde bir manipülasyon yoksa ki buna ait bir düzeltme de yok iddianamede, bu raporu açıklamanın niye suç teşkil ettiğini anlamak imkansızdır.
-yine aynı bölümde bahsi geçen ‘tutuklama müzekkereleri’; tarafıma düzenlemiş bir tutuklama müzekkeresi zaten yoktur, dolayısıyla tarafıma gönderilen iddianamede delil olarak niye anıldığını anlamak mümkün değildir.
-iddianamede suçlanan tek kişi ben olmama rağmen “şüphelilerin ifade ve sorgu tutanakları” ibaresi şaşırtıcıdır.
Bunlar ceza hukuku açısından kabul edilebilir hatalar değildir.
[2] - Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu, “Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesindeki Terörle Mücadele Operasyonlarının İnsan Haklarına Etkilerine İlişkin Memorandum,” Strazburg, 2 Aralık 2016.
- Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, “Türkiye’nin Güneydoğusundaki İnsan Hakları Durumuna İlişkin Rapor, Temmuz 2015- Aralık 2016,” Şubat 2017.