1959 doğumlu Suzanne Vega, 1980'lerin sonunda Marlene on The Wall, Luka, Tom's Diner gibi parçalarla tanındı. Luka'da çocuk istismarından söz ediyor, ailesinin fiziksel ve cinsel istismarına maruz kalan küçük bir çocuğun sesiyle komşularına-bize-dünyaya sesleniyordu. Vega, öteki şarkılarında da ağırlıklı olarak "kadın sesini" vurguluyordu. 1990'larda çıkardığı albümlerde biraz daha ticari düşünmeye yönelen şarkıcı, nitelik kaygısı hep korudu. İlginç yapımcıların yanı sıra, Phillip Glass gibi çığır açıcı müzisyenlerle işbirliklerine girişti. Bu arada bir evlilik yaşadı ve çocuk doğurdu. Son dönemde verdiği bir söyleşide, çocuk sahibi bir kadın olarak turnelerde çektiği zorlukları bir bir anlatıyordu. Üniversitede İngiliz Dili Edebiyatı okuyan Vega, eğitiminin yaşamı boyunca kendisine çok yararlı olduğu söylüyordu. Müziği yanı sıra, edebiyatla da çok yakındı. Geçtiğimiz yıllarda piyasaya sürülen şiir kitabı Passionate Eye, onun bu alanda da çok birikimli ve yetenekli olduğunu kanıtlıyor.
Vega, 1990'ları pek çok yardım projesine katılarak geçirdi. Çeşitli kadın etkinliklerinin yanı sıra, Uluslararası Af Örgütü'nün de yardım kampanyalarında görev aldı.
1999 yazında İstanbul'da da bir konser vermişti. Sahnede tek başınalığı ve samimiyeti ile ilgi çekiyordu. Elinde gitarı, melek sesiyle Açıkhava'yı dolduran dinleyicilerine seslendi. Güler yüzlü, mesafeli ve tek kelimeyle büyüleyiciydi. Şimdi uzun sayılabilecek bir müzik kariyerinin erişkinlik dönemini vurgulayan Songs In Red and Grey albümüyle geri döndü. Altıncı stüdyo albümünde kırılganlığı elden bırakmış, sağlam adımlarla yürüyen bir kadın portresi çiziyor. Yoğun stüdyo sürecinde bir yandan kızı Ruby'yi büyütmeye çalışan bir kadın olarak dünyaya yeni bir gözle bakmaya başlamış. Zaten kızının doğumunun şarkı sözü yazarlığını etkilediğini hiç inkar etmiyor. Yeni albümün en güzel şarkılarından biri olan Widow's Walk'ta (Dulun Yürüyüşü), "Beni dul sayın, abiler" diyor. "Nedenini söyleyeyim, çünkü bir erkek değildi batan, boğulan, bir evlilikti".