3 Kasım 1996 tarihindeki Susurluk olayıyla belleklerimize yerleşen derin devlet kavramı ile, bugünkü Şemdinli olaylarını nasıl karşılaştırıyorsunuz?
Bir süreklilik olduğunu söyleyebilirim. "Susurluk" olayı dediğimiz şey, bu çekirdeğin açığa çıktığı noktalardan biri. Çünkü bunlar bir tür "kod"; kendi başına çok fazla şey ifade etmiyorlar. Bunları tarif ve analiz etmek gerekir.
Bence her iki olay da aynı sürecin parçalarıdır. İlk bakışta, ikinci olayın daha yerel olabileceğini düşündüm, fakat ordu üst kademesinden gelen tepkileri değerlendirdiğimde iki olayın aynı olduğunu hatta ikincisinin, birincisine göre daha fazla emir-kumanda mekanizmasının içinde cereyan ettiğini gördüm. Dolayısıyla Susurluk'ta olduğu gibi görevlendirilmiş siviller, kendi inisiyatifleriyle birtakım uyuşturucu ticareti vs. işlerine girerek zıvanadan çıkmıyorlar.
Kendi içinde hiyerarşik biçimde dizildiklerinden, birliklerin en başındaki insan yakalanan astsubaya kefil olabiliyor. Üstelik birincisi yani Susurluk, sivil-asker ortaklığı içinde giderken, bu kez ikincisinin yani Şemdinli'nin sivillerin ortak olmadığı bir yapı, yani hükümetin dışında bir süreç olarak şekillenmeye başladığını ve hükümetin de kendisine dayatılan bu süreci kabul eğiliminde olduğunu görüyorum. Bu noktada Erbakan'ın tavrıyla Erdoğan'ın tavrı arasında hiçbir fark görmediğimi söyleyebilirim. Umarım beni yanıltır.
Bir de bu derin ilişkilerin kamuoyunun gözünün önünde alenen geliştiği bir boyut var. Aslında örtbas edilmesinin daha da zorlaşması gerekmiyor mu?
Geriye dönüp baktığımızda, biz bu süreçle 1972'den beri yüz yüzeyiz. 1972'de olan bitenlerin hesabı 1974'te sorulamadı, bir kenarda kaldı. Ta ki 1997'ye kadar... 1997'de bir kere daha bununla yüzleşebileceğimizi düşündük, büyük bir kamuoyu direnci oluştu. Medya sanki destek olur gibi oldu ama 28 Şubat'la birlikte bu meselenin üstü örtüldü. Çünkü bunu sonuçlarına vardırmak için hükümet gücü, hükümet iradesi, adliyenin gücü, yargıçların ve savcıların iradesi gerekiyor. Bunlar bir arada olunca bu özel kuvvetlerin bu kadar direnç göstermeleri ya da kendilerini bu kadar gizleyebilmeleri, cezalandırılamazlıklarına bu kadar çok inanmaları mümkün olmayabilir.
Ama benim gördüğüme göre, adliye ve hükümet bunlar karşısında uzlaşmayı tercih ediyor. Halkın gücünü kullanması bu kurumlar aracılığıyla olacağı için halk sonunda homurdanmakla kalıyor. Medya bir süre bunların getirdiği tirajla veya reytingle idare ettikten sonra, bu olaylara herhangi şeyler gibi bakıyor, sosyal sorumluluk kaygısıyla yaklaştığını düşünmüyorum. Kaldı ki Susurluk meselesinde kirli çamaşırların bir bölümünü yıkamak isteyen rejim, Susurluk'un ortaya çıkmasını sağlayan birtakım belge ve bilgileri medyaya pasladı. Dolayısıyla olayın ortaya çıkarılmasında hiçbir gazetecilik başarısı görmüyorum. Hatta bazı ajanlar, muhbirler, itirafçılar, emniyet görevlileri demeç vermek için gazete gazete dolaştılar.
Fakat geriye döndüğümüzde Susurluk ile ilgili ne oldu sonuçta? Bîr emekli yarbay ile bir özel harekat görevlisi kısa süre hapis yattı. Bütün Susurluk bu muydu yani? O nedenle örtbas edilebilir çünkü bunu ortaya çıkarabilecek irade bir araya gelmiyor. Bu irade, bence meclis, politik partiler, savcıların bir araya gelmesiyle olur. Hükümet bu noktada tercihini halkın çıkarlarının yanında yaparsa ve nihayet medya saydamlık peşinde olursa o zaman örtbas edilemez.
Bir insan öldürülmüş, öldürülmeye kalkışılmış; bu yapılırken suçüstü yakalanmış insanların savunulma hakları olsa da, bunlarla ilgili avukat tutmak, mahkeme başvurusu yapmak veya olay yeri keşfi için helikopter tutarak yetiştirmek işini eğer silahlı kuvvetler yapıyorsa, hiçbir şey açığa çıkmaz.
Adalet bağımsız değil
Şemdinli raporuna göre, Şemdinli Cumhuriyet Başsavcısı Harun Ayık, "Bu tür olayların aydınlatılması neredeyse imkânsızdır" dedi. Bu açıklama da, ortaya çıkarma işini yapamamanın bir tür itirafı gibi...
Bir kere baştan soruşturmaya yenik başlanıyor. Yasaların her şeyden güçlü olduğuna dair bir inancı yok demek. Kendisinin de yasayı yürüten kişi olarak yasanın dışında kalanlardan daha güçsüz olduğuna kesin bir inancı olursa hiçbir şey çıkartamaz. Kendi görevine inancı güçlü bir savcının pekala tersine hareket edebileceğini düşünüyorum. Mesela Yunanistan'daki, ünlü roman "Z"de öyküsü anlatılan, Lambrakis cinayetinde savcının en kötü koşullarda bile sergilediği kararlı tutum, olayları açığa çıkarttı ve Yunanistan'ın bütün siyasi tarihinde çok esaslı bir değişikliğe yol açtı. İtalya'daki Gladio meselesinde de aynı şekilde; inançlı ve kararlı bir tablo çizildi. İnançlı ve kararlı bir savcılar grubunun eseri oldu. Eğer inanıyorsanız, her türlü yetkiniz var. Çünkü savcıyı durduracak olan her şey aslında suçun itirafıdır. "Ben savcıyım ve alay komutanını sorguya çekerim" denmesi gerekir. Eğer alay komutanı gelmiyorsa suçunu itiraf ediyordur, bu kadar. Ama "ortaya çıkmaz" diye başlarsa, geçmiş olsun... Türkiye'de Ceza Muhakemesi Kanunu değişti ama adliyenin yapısı değişmedi; yani adalet formel olarak bağımsız değil. Çünkü adliye bağımsızlığı konusunda henüz hiçbir reform yapılmadı. O nedenle savcıdan belki de fazlaca yüreklilik bekliyor olabiliriz, ama nihayet bu işler de başka türlü temizlenmez doğrusu.
Devlet, hakimiyetini ve iktidarını kurumlaştırmak, güçlendirmek için yasaların dışında hangi faaliyet alanlarını kullanır? Buradan hareketle derin devlet kavramını da belki biraz açabiliriz.
Devlet dediğimiz zaman şu ya da bu biçim altında diktatörlükten söz etmiş oluyoruz. Diktatörlüğün özü de herhangi bir yasa tarafından sınırlanmamaktır. Öte yandan her diktatörlük aynı zamanda bir uzlaşma da gerektirir çünkü sadece diktatörlükle yönetemezsiniz, onay gereklidir. Tüm devletler için varolduğunu söyleyebileceğimiz bu uzlaşmalar, kurumsal ayrışmalar, güçler arasındaki ayrılıklar bizi bir yasalar düzenine doğru getirir ama özü hep kalır. Gücü ve iktidarı elinde bulunduran, diktatörlüğü yöneten yapı, hiçbir şey tarafından sınırlandırılmamak eğilimindedir. Dolayısıyla, çelişmelerin gerginleşmesine, toplumsal mücadelelerin denetlenip denetlenemediğine, vatandaşların varolan siyasi ve toplumsal iktisadi düzeni onaylayıp onaylamadığına bağlı olarak bu devletin ya da devleti kontrol eden gücün yasadışına çıkma eğilimi artar veya azalabilir.
Yani olağanüstü hal yönetimi (OHAL) aslında olağan yasal düzenin dışına çıkmak demektir. OHAL'lerde açık diktatörlüğe başvurmak "demokrasiler"de kabul edilen bir şeydir. Böylece olağan düzen dışında bir düzen olabileceği de aslında modern devlet tarafından belirtilmiş oluyor. Bunun kabul edildiği noktada, hukuki olarak meclis denetimi söz konusu olsa da, yurttaş denetimi son buluyor.
İktidarlar muhaliflerini sindirmek istiyor
Sözünü ettiğiniz bu yapının işleyiş sistemi, kurumlaşması nasıldır? Gladio versiyonlarının günümüzde varlıklarını bir şekilde devam ettirdiğini söyleyebilir miyiz?
Bizim "karanlık güçler" dediğimiz, "Susurluk" koduyla Türkiye'de anlatılmaya çalışılan bütün yapı, NATO üyesi ülkelerde görülen Gladio çerçevesinde ortaya çıkan işlerdir. Aslında hem yerel ve ulusal hem de uluslararası ölçekte böyle bir gerçeğin devletler tarafından kabul edilmesi, buna dair anlaşmalar yapılması ve bu anlaşmaların yurttaş denetiminin ötesinde, onların nüfuz edemeyeceği bir gizlilik çerçevesinde gerçekleşmesi söz konusu. Zaten bana sorarsanız bu "Batı demokrasisi" ya da "modern demokrasi" ya da "özgürlükçü parlamenter demokratik düzen" denilen şeyin ebedi çelişkisi de burada. Tüm bu yurttaş katılımı-denetimine rağmen, aslında özü bir diktatörlük olan devlet bütün yığınağını devletin yurttaş denetiminden kaçırıldığı noktada yapmaktadır. Bunlar öyle "karanlık kuvvetler" gibi terimlerle anlatmamızı gerektirmeyecek kadar açık bir şey aslında. Bunlar devletin istihbarat örgütüdür.
Bu istihbarat örgütünde yargı, yasama ve yürütmenin işbirliği yapmasına olanak veren yasal düzenlemeler bu noktadan sonra yürütmenin bir parçası olan özel kuvvetlere verilmiştir. Bu mekanizmaların yurttaşlardan tamamen hatta konuyla doğrudan ilgisi olmayan en yüksek devlet görevlilerinden bile gizlenmiş olduğunu biliyoruz. Ama bu ne olduğunu bilmediğimiz anlamına gelmiyor. Bunlar ordu bünyesinde, özel kuvvetler komutanlığıdır, başbakanlığa bağlı Milli İstihbarat Teşkilatıdır ve bunlarla bağlantılı özel personeldir.
Gücü ve iktidarı elinde bulunduran diktatörlük, ürettiği mekanizmayı nasıl sabit ve güçlü tutmayı başarıyor? Türkiye'de ve dünyada bunun örnekleri nelerdir?
Bu yapıyı güçlü ve sabit tutmayı başarıyorlar çünkü bu konuda bir irade var. İktidara yani hükümete gelen başlangıçta bu iradeyi paylaşmıyorsa bile sonunda paylaşıyor. Çünkü aslında o da muhaliflerini sindirmek istiyor. Kimi zaman bu örgütler hükümeti aşabilirler, kendi aralarında güçlenip bir cunta şeklinde çalışabilirler. Ama bütün olarak aslında hükümetlere servis verirler. Dolayısıyla hükümetler, kimler aleyhinde istihbarat toplanmasını isterlerse onlara söylerler, onlar bu işi yapar. Hükümetler, kendileri için de kullanışlı bir alet haline geldiğini gördükleri zaman, bununla pekala işlerini görebileceklerini anlarlar.
Ama öte yandan bunlarla çatışan hükümetler olmaz değil; olur. Örneğin, Ecevit hükümeti 1974'te iktidara geldiğinde, o zaman 12 Mart darbesinden yeni çıkılmıştı. Muhalifler, aydınlar, üniversite öğretim üyeleri, solcu sendikacılar, yazarlar, işkencelerden geçmişlerdi. İşkence yapan kişiler, işkenceye uğrayanlara kendilerinin "kontrgerilla" olduklarını söyledikleri için "kontrgerilla" iddiası vardı ortada. Ecevit bunu ortadan kaldırmak üzere iktidara gelmişti. İktidarının birinci yılında şunu demek zorunda kaldı: "Araştırdım, soruşturdum, kontrgerilla diye bir şey yokmuş."
Çünkü kontrgerillaya sormuş, onlar da bunun olmadığını söylemişler. Ecevit bu noktaya gerileyinceye kadar çok basınçlarla karşı karşıya kaldı, suikasta uğradı vs. Demek ki herkesin direnme gücünün bir sınırı varmış, ve herkesin direnme nedenleri farklı. Ecevit daha soyut bir adalet ihtiyacından dolayı böyle davranıyordu. Ama mesela bir sosyalist parti, halkın büyük desteğiyle iktidara gelecek olsa onun tavrı başka olur. Ya da daha güçlü hükümetler daha farklı davranabilirler. Örneğin, Yunanistan'da baba Papandreu hükümeti, ordu ve polisteki bu yapıyı zamanında temizledi. Ya da Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından soğuk savaş dolayısıyla meşrulaştırılmış bulunan Türkiye'dekine benzer yapılar, Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda tasfiye edildi. Ve en sancılı süreç İtalya'da yaşandı, politikacılar, devlet adamları, diplomatlar, iş adamları yargılandılar, mahkûm oldular. Bir bölümü intihar etti ve büyük gürültüyle bu yapı ortadan kalktı.
Ama İtalya'da da "derin devlet" bence ortadan kalkmadı çünkü derin devlet, aslında devletin özüdür. Derini olmayan, yani onun varlık sebebini bütün karşıtlarına karşı "kanının son damlasına kadar" savunmakla görevlendirilmiş, "devletin çekirdeği" dediğimiz yapısı olmayan bir devlet, dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Bunlar genelde ordunun elit birlikleri, özel kuvvetleri ve istihbarat teşkilatlarıdır.
Kimi zaman bunların içinden bazıları ellerindeki gücü kendi özel sebepleri dolayısıyla, yani devletin mutabakat alanının ötesinde kullanmaya başlayabilirler. Türkiye'de "Susurluk tasfiyesi" dediğimiz şey, bundan dolayı oldu. Bir kaza buna sebep olmasaydı başka bir sebeple bu mutabakat alanının dışına çıkmış olanlar, tasfiye edileceklerdi. Ve Türkiye'deki tasfiye İtalya'da olduğu şekilde sert cezalar yoluyla değil, az çok uzlaşmalar yoluyla, yani emekliye ayırmak yoluyla olabiliyor. Çok aşırı giden bir iki kişiyi de suikastla kurşuna dizerek ortadan kaldırıyorlar. Ama bir yargılama sonucunda kirli çamaşırlar ortaya dökülmüyor. Bizim istediğimiz, bütün bu kirli çamaşırların ortaya dökülmesi ve temizlenmesi. Ama bu bile bir çare değil, çünkü devletin içinde varolan bir yapı olduğundan, çözüm sanırım devletin kendisini değiştirmek. (EK)