İlk durağımız teatral opera. Sabah dokuzda başlayıp akşam saat beşe kadar bir eserin oynandığı tiyatro opera karışımı eserde sanatçılar renkli mi renkli kıyafetler içinde, her yanda rengarenk küçük bayrak şeklindeki dualar asılmış, manzara tam bir cümbüş. Eser Tibet dilinde olduğundan anlamıyoruz diyalogları haliyle, fakat müziğin ve insan sesinin kullanımının çok ilginç, çok mistik olduğuna kanaat getiriyoruz izlediğimiz kadarından. Hikaye yine dini ve geleneksel bir tema etrafında gelişiyor.
Öğle saatlerinde grubun tamamıyla buluşup tapınaktaki törene gidiyoruz. Aklımızca töreni izleyebileceğimizi düşünüyoruz ama tabi bu bizim bildiğimiz törenlerden değil. Girişteki müzenin deposuna bırakıyoruz çantalarımızdaki cep telefonu, sigara, kibrit, çakmak, fotoğraf makinesi gibi şeyleri. Tapınağın kapısındaki görevli çantamızı, üstümüzü havaalanındakilerden beter didik didik arıyor.
Saat yönünde bir tur
Sonunda duaların yükseldiği tapınağa giriyoruz. Çarşıda pazarda gördüğümüz bütün bordo sarılı rahipler oturmuşlar sağa sola sallanarak okuyorlar ilahileri. Tapınağın etrafında bir tur atmaya başlıyoruz saat yönünde çünkü durmamıza izin yok.
Arka tarafta boş bir alan var ama orada sadece belli eğitimleri almışlar durabiliyorlarmış, yani biz yavaş yavaş turumuzu tamamlayıp çıkmalıymışız tapınaktan. Ve nitekim şaşkın ördekler misali etrafımıza baka baka, Dalai Lama'yı da görmeye çalışarak uzaktan, turu tamamlıyor ve tapınaktan çıkıyoruz.
Bu kısa ziyaretimizden sonra bizimle ilgilenen Sürgün Hükümeti yetkilisi Tenzin ile sohbet ediyoruz biraz. Çin ile Tibet arasındaki sorunun 14. Dalai Lama'nın yaşam süresi boyunca çözülmemesi halinde şiddetin gündeme gelip gelmeyeceğini soruyorum. "Hiç belli olmaz" diyor. "15. Dalai Lama'nın bulunması, çocuk yaştan alınıp yetiştirilmesi en az 20 yıl alacaktır, bu süre içinde ne olacağını ise kimse bilemez, Tibet Gençlik Birliği ya da Dalai Lama'nın orta yol politikasına karşı olanlar bu süre içinde başka bir yönelim geliştirebilirler."
"Dalai Lama olmazsa bile hep bir lider olacaktır"
Peki diyorum, ya Dalai Lama'nın reenkarnasyonu bulunamazsa, yani karması sona ermişse? "Birincisi" diyor "böyle bir şey olacaksa eğer, kendisi yaşam süresi boyunca bunu söyleyecektir. İkincisi, Dalai Lama şeklinde gelmeyebilir, başka türlü bir şekilde ortaya çıkabilir. Bin yıl önce Dalai Lama yoktu, kral vardı, bu sefer de farklı bir biçimde gelebilir. Ama muhakkak bir lider olacaktır."
"Örneğin şu anki Hazret, reenkarnasyonunun Çin egemenliği altında olmayacağını söylüyor bize, biz de onun ölümünden sonra Çin'de ya da Tibet'te değil başka bir yerde arayacağız 15. Dalai Lama'yı."
Tenzin aynı zamanda yeni Dalai Lama'yı ararlarken kullandıkları yöntemlerden bahsediyor. Örneğin 13. hazret, ölmeden önce yüzünü Doğu'ya dönmüş. O istikamette o güne kadar hiç bilmedikleri çiçekler açmaya başlamış. Böylelikle Dalai Lama'nın ölümünden sonra kendisine yakın kişiler, uzmanlar yeni Dalai Lama'yı doğuda aramaları gerektiğini anlamış.
Bütün bu anlatılanlar masal gibi, efsane gibi, film gibi geliyor bir an. Sonra Tenzin'in ve bir çok Tibetlinin ne kadar içten inandıklarını hatırlıyorum tüm bunlara. Bir taraftan böyle bir hayat anlayışının bizden ne kadar uzak olduğunu anlıyorum; öte yandan da bu insanların doğayla ve kendileriyle kurdukları ilişkinin halen bu kadar saf olup olamayacağını soruyorum kendi kendime.
Tibetlilerin Himalayaların eteklerinde sürdürdükleri bu hayata bakınca Çin ile aralarındaki sorunun temel olarak dine gelip düğümlendiğini görmek pek de zor değil. Bir yanda Çin Halk Cumhuriyeti'nin dini tamamen dışlayan politikası bir yanda Tibetlilerin geleneksel, din üzerine kurulmuş sosyal hayatları.
Tibet Otonom Bölgesi'ndeki manastırlar Çin hükümetinin resmi organı Demokratik Yönetim Komitesi'ne bağlı olarak faaliyet gösteriyormuş. 1992'de bu komiteler bölgede patriotik yeniden eğitim kampanyaları başlatarak tam anlamıyla Budist bir eğitimi iyice zorlaştırmış. Öte yandan Çin'in din karşıtı eğitimi ve buna bağlı politikalar da, kendi ateist anlayışı içinde tutarlı politikalar olarak değerlendirilebilir.
Hindistan'ın Tibetlilere bu denli büyük bir özgürlük alanı tanımış olması da bir başka açı. Böl ve yönet politikasının yeni mirasçısı Hindistan'ın milliyetçi BJP partisi için ne kadar bol cemaat o kadar bol problem ve o kadar iyi politika demek. Ayrıca probleme gelene kadar Dalai Lama'ya ev sahipliği yapan ülke konumunda olmanın diplomatik prestijini yaşamanın kime ne zararı var ki?
Hem Tibetliler sayesinde bu dağlık bölge bir hayli gelişmiş, üstelik bir turizm merkezi de olmuş. Öte yandan Tibetlilerin niyetleri çok açık, Çin ile sorun çözülür çözülmez ülkelerine geri döneceklerini, Hindistan'da sürekli kalmak istemediklerini söylüyorlar. Ama tabi ne kadarı gider ne kadarı kalır bilinmez.
Dönüş
Böylelikle üç günlük Dharamsala - Mcleod Ganj gezimizin sonuna geliyoruz. Almanlarımız boş durmamışlar, "direk otobüs bulduk Pathankot'a" diyerek yeni bir kıta keşfettiklerine seviniyorlar. Dharamsala'dan bineceğimiz otobüsün Mcleod Ganj'dan kalktığının farkında değiller ne de olsa...
Saat dörtte köydeki pek çok turistle beraber tıkışıyoruz otobüsün içine. Bu sefer şanslıyım(!) en önde oturuyorum. Dağdan aşağı inerken tüm keskin, kör virajları nasıl ustalıkla aldığına tanık oluyorum Hint şoförümüzün. Bu arada arkamda oturan bir başka Alman arkadaş her virajda çığlık çığlığa bağırıyor.
Bazen diyorum acaba ben mi hissiz ruhsuzum, bu adamlar hiç mi dağ yolunda arabaya otobüse binmediler, yoksa hakikaten safi yaygara mı bu bizimkilerin hali... Virajlardan değil ama arkadaşın çığlıklarından için dışıma çıktı yol boyunca sağ olsun!
Pathankot kasabasına vardığımızda üç saat bekleyecektik treni, bu durumda yemek yiyecek bir yer bulup oturalım dedik. Ne tesadüf ki, ayrı ayrı gruplar halinde dağılıp aynı lokantada karşılaştık hepimiz. Punjab eyaletinin kıyısındaki bu lokantanın yeşil yeşil ışıklı panosu herkesin dikkatini çekmiş anlaşılan.
Menü epey uzun, içinde bol bol pizza, makarna gibi Hint lokantalarında bulunmayacak yemekler de var. Punjab'da pizza ısmarlamanın abesle iştigal olmadığını düşünüp ısmarlıyorlar pizzalarını sevgili Kanadalı ve Yunanlı arkadaşlarımız. Sonuç: Yunanlımız elinde çiğ soğanları tutmuş adama soğanların pişmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyor.
Ne öğrendik?
Hindistan'da olmakla birlikte, bu memlekette konuşulan bir dolu dilden bir tanesini bile bilmemelerinde hiçbir beis görmeyen sevgili arkadaşlarımızın İngilizce bilmeyen Hintlilere davranışının küstahlık seviyesine varması insanın sinirlerini zıplatıyor. Ve dahası bu kendini bilmez tavrın dile bu şekilde yansıyana dek nerelerde filizlenip nasıl geliştiğini düşünmek insanın tüylerini diken diken ediyor.
Elindeki su şişesini garsonun gözüne doğru sallayarak "su istiyorum, su" diyerek, kendini deveye hendek atlatmış sanan, uslanmayıp Avrupalıların neyi nasıl yaptıklarını Hintlilere anlatmaya çalışıp, onların da Avrupalılara uygun davranış geliştirmeleri gerektiğini salık veren haddini bilmez tavır, son bir yılı yeniden ve yeniden sorgulamayı gerektiriyor. Son bir yılda üç ayrı ülkede ve kıtada öğrenim görerek bunu mu öğrendik sonunda diye? (BB)