İki müttefikin de "teröriste" reva görmekte anlaştığı davranışın günün birinde dönülüp küçük müttefike de yapılmış olmasının şoku gerçekten de büyüktü. Ne ki, ardından yapılan ikili görüşmelerde, önceden edilen sözler yutuldu ve ABD'nin üzüntülerini belirtmesi karşılığında, olay şimdilik kaydıyla kapatıldı.
Görüşmelerin basına yansıyan notları arasındaki en önemli yan ise, resmen kabul edilmese bile, Türk askerinin Irak'ta yasa dışı şiddet hareketleri örgütlediği, örneğin bazı Kürt ve işbirliğine yanaşmayan Türkmen önderlerine yönelik ve bölgede istikrarsızlık yaratacak şiddet eylemlerine hazırlandığı bilgisidir (M. Yetkin, Radikal,16 Temmuz).
Özetle ABD, kendi işgal bölgesinin Türk devletince kendi arka bahçesi olarak görüp müdahalelerde bulunmasına artık izin vermeyeceğinin altını net olarak çizmiş ve sadece bunu engellemeye yönelik operasyondaki uygulama tarzından dolayı "üzüntülerini" belirtmekle yetinmiştir.
Bağımsızlık manifestolarıyla sorun çözülmez
Olayın bu boyutu, Türkiye'nin hem bölgede hem de kendi içindeki Kürt sorununa ilişkin geleneksel politikasının artık sürdürülemez olduğunun nahoş bir şekilde ortaya konulması anlamında çok önemlidir. Dolayısıyla geleneksel politikanın değişim gereği artık çok daha belirgin hale gelmiştir; ki bu vesileyle bir şeylerin yeniden anımsatılmasına gerekiyor.
Öyle ki, bunlar görmezden gelinerek ilan edilecek "bağımsızlık manifestoları" ile demokratikleşmenin, barışın ve tabii bağımsızlığın temel engeli olan mevcut statükonun stepnesi haline gelmek pekala mümkün.
Bağımsızlık ve anti emperyalizm her zaman olduğu gibi bugün de değerli kavramlar. Ama bunlar, son Irak işgali de dahil olmak üzere rotasını hep ABD işbirliğine göre belirleyen güç ve politikalardan bağımsızlaşmadığımız müddetçe, bizi bu kayıkçı dövüşünün bir tarafının yedeği olmaktan öteye götüremez. Nitekim anti emperyalizmi sadece demokratikleşmemize yönelik basınçlarda (Kopenhag Kriterleri) veya yayılmacılığımızın sorgulandığı (Kıbrıs, Kuzey Irak) günlerde anımsayan yeni moda "bağımsızlıkçılık" böyle bir şey.
Öncelikle kendimize sormamız gereken şey, Türk Özel Timinin Irak'ın bu denli içinde, ta Süleymaniye'de ne aradığıdır. Orada ne yapıyorlardı ve orada bulunmaları TBMM'nin hangi kararına ve hangi uluslar arası anlaşmaya dayanmaktadır?
Bu demokratik ve uluslar arası meşruiyet gerekleri bir yana, ilk tepkilerden anlıyoruz ki, varlıkları Dışişleri bakanlığının da bilgisi dışındaydı. Hele ki, bir de devletin kendine stratejik müttefik ilan ettiği ABD'nin baskına gösterdiği gerekçeler doğruysa iş sandığımızdan çok daha olumsuz bir anlam taşımakta. Ki görüşmeler öncesinde Genelkurmayın, "askerin tutuklanmasıyla ilgili ortaya konacak hiçbir belge ve bilginin kesinlikle kabul edilmeyeceği" yaklaşımı kuşkuları gideren değil arttıran bir anlam taşımaktadır.
ABD ile arayı açan asıl neden
Anımsanacağı gibi, Türk egemenlik aygıtının ABD'nin Irak işgalindeki tavrı, sistematik bir karşı duruşla biçimlenmedi. Aksine Hükümet kanadı işgali ekonomik kaynak elde etmek, askeri kanat ise Kürt sorununu ezmenin aracı olarak pazarlık konusu yaptı. Ancak kamuoyunun yoğun tepkisi ortamında Hükümet ile Asker arasındaki gerilimin etkisiyle Tezkere geçemedi. Yani sorun işgale karşı durmaktan değil, onu dövize ve bölge egemenliğine çevirme pazarlıkları sürecinde çıkan pürüzlerden kaynaklandı. Ve bu sonuç karşısında egemenlik aygıtının tüm tarafları, ellerinden kaçırdıkları ekonomik ve siyasal olanaklar için adeta hepimize karalar bağlatmaya, dahası bu işgal sürecinde Türkiye'nin yüz akı olan barış hareketine yönelik artan olumsuzlukta bir tutum takındılar..
Halen yaşanan kriz, düne kadar ABD'nin Ortadoğu politikasına eklemlenerek, onunla "stratejik ittifakı" pekiştirerek demokrasi ve Kıbrıs konusundaki uluslar arası basıncı göğüslemeye çalışanların krizidir. Nitekim Tezkerenin reddiyle içine düştükleri handikabı aşmaya yönelik olarak o günden beri ABD'ye taviz üstüne taviz vermekteler. Ancak durumun düzeltilmesinin kolay olmadığını, Süleymaniye'deki operasyonla tekrar gördüler.
Bu noktada uğruna infial yaratılan "onurun", halkın, demokrasinin, barışın onuru olmadığı açık. Yaşanan krizin artık Tezkerenin reddini unutturmaya yönelik tavizlerle aşılmasının mümkün olmadığı da. Çünkü Tezkerenin reddi sonrasında oluşan yeni konjonktürde sorun ABD ile Türk devletinin Irak politikaları arasındaki artan açı farkıdır.
Türkiye'nin bölge politikasının sürdürülemezliği
Kürt sorununun ezilmesi ve bölgenin bu en büyük halklarından birinin yok sayılmasının yanı sıra, olağanüstü silahlanma ve yayılmacı politikalarda yansıyan "bölge devleti" olma yönelimi, Türkiye'nin bölge politikasının kilit iki sorununu oluşturmakta.
Öncelikle bu Kürt politikasının artık sürdürülebilmesi olanaksız. Tezkerenin onaylanması halinde de olanaksızdı; ancak o durumda yine de Türkiye ile ABD arasında bir uzlaşı formülü üretmek mümkündü. Ancak Irak işgalinin toplumsal temelinin bu kadar zayıf olduğu bir konjonktürde ABD'nin temel işbirlikçisi ve tek güvenilir toplumsal temeli olan Kürtleri karşısına alması mümkün değil.
Dolayısıyla yeni Irak'ta onların etkin bir siyasal temsiliyet elde etmeleri kaçınılmaz. Bu ise bugüne kadar jandarmalık dahil her türlü işbirlikçilikle kendi Kürt politikasına ABD desteğini sağlamış olan Türk Devletinin bu avantajını artık kaybettiği anlamına gelmekte.
Ortadoğu coğrafyası şu veya bu şekilde artık Kürt kartının varlığı üzerinden biçimlenmek zorunda. Dolayısıyla Türkiye'nin kendi Kürtlerine yönelik geleneksel politikasının da sürdürülebilirlik olanakları daha da zayıflamıştır.
Kuşkusuz ABD bundan dolayı Türkiye'ye Sırbistan veya Irak politikası reva görmeyecek. Çünkü Türkiye onun temel bir bağımlısı; ki zaten Süleymaniye operasyonunu "onur" sorunu olarak algılayanların da yeni bir dünya aradığı yoktur.
Ancak politikalarında demokratik bir dönüşüm yaparak yeni bir uluslar arası avantaj elde edememesi halinde artık Türk egemenlik aygıtı eski konumunu sürdüremeyecek ve bunun ekonomik dahil bir dizi alanda yansımaları olacak.
Artık Türkiye'nin komşusu olmuş, Türkiye'ye eski jeo stratejik gereksinimleri azalmış, Irak'ın içinde ise Kürtlere olan gereksinimi artmış olan bir ABD'nin, Türkiye'nin Kürt politikasını değişime zorlaması kaçınılmaz.
Türkiye'nin "bölge devleti" olma hayali de bu yeni konjonktürde olanaksızlaşmış durumda. Esasen geçmişte de bu politikanın ciddi bir ekonomik siyasal temeli yoktu. Bu alt emperyalist yönelim için Türkiye'nin tek avantajı kapitalist sistemle olan entegrasyonu ve onların çıkarlarından yana jeo stratejik konumuydu. Sovyetlerin dağılması sonrasında Avrasya'da oluşan boşluk, Türkiye'nin "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne Türk dünyası" hayallerini besledi.
Nitekim devlete egemen olan bu yeni konsept sonucudur ki, Süleymaniye operasyonuna verilen tepkinin, "bölgede ben de varım. Son derece hassas olan bölgede Türkiye'nin devre dışı bırakılmasına yönelik oyunlar bozulacaktır" cümleleriyle de ifade edilmesine neden olacaktı. Oysa Türkiye'ye ekonomisinin kaldıramayacağı bir askeri yük getirip bölgedeki tüm komşularıyla olan ilişkilerini bozan bu politikanın, ABD'nin bizzat bölgeye yerleştiği ve Türkiye'yle arasında açı farkının oluştuğu bu yeni konjonktürde artık sürdürülebilme olanağını bütünüyle yitirmiştir.
Bu durumda Türk devletinin, AB karşıtlığı dahil bütün gelecek hesaplarını ona güvenerek yaptığı temel müttefiki ile karşı karşıya bırakan Irak politikasının değişmesi kaçınılmaz. Dahası Irak politikası dahil diğer dış politika yönelimlerinin temeli olan kendi Kürtleriyle ilgili politikanın değişimi de.
Ya değişim ya çürüme
Türkiye kendi Kürt sorunu karşısındaki çözümsüzlüğünün faturasını dış müdahalelere sürüklenmek, karanlık operasyonlar için ülke dışına özel timler göndermek ve bu süreçte hem müttefikleri hem de uluslar arası hukuk nezdinde artan bir tecride ve dezavantajlı konuma düşmekle ödemekte.
Oligarşinin dayattığı "milli politikalar", diğer alanlarda olduğu gibi Türkiye'yi kıyamete sürükleyen bir alamete dönüşmüş durumda. Çözümsüzlük politikası, kendi içinde demokratikleşmeyi engellediği gibi komşularla ilişkileri de barışçıl zeminlerden uzaklaştırmakta, onlara "arka bahçe" muamelesi yapılmasına neden olmakta.
Bu bir fasit dairedir ve gün geçtikçe Türkiye'yi bataklığa çekerek, hem uluslar arası konumunu hem de ekonomik toparlanmasını zorlaştırmakta. Dolayısıyla sağduyu acilen Irak topraklarından çekilmeyi, ABD ile ilişkileri gözden geçirmeyi ve Kürt politikasının köklü bir şekilde değiştirilmesini gerektirmekte.
Bu noktada Süleymaniye operasyonu, ABD müttefiki olarak "bölge devleti" olmayı hayaline ve geleneksel Kürt politikasının sürdürülebilirliğine indirilmiş ciddi bir darbe olarak okunmalı.
Devletin "kırmızı çizgilerinin", yine onun "stratejik müttefiki" tarafından paspas edildiği bu noktada "onurdan" söz etmek yerine "nerede hata yapıyoruz" sorusuyla yüzleşmek gerekiyor. Ondan önce bizzat bu "kırmızı çizgilerin", barış ve demokratikleşmeye uygunlukları sorgulanmalı. Ve tabii "stratejik müttefikin" bütün müttefiklerini kirletip bir kenara atan emperyalist karakterinin de artık görülmesi gerekmekte.
Dolayısıyla yaşanan bu talihsiz olay, içine sürüklenilen handikaptan kurtulabilmek, içerde demokratik dışarıda barışçıl bir konum için pekala bir şansa çevrilebilir. Ancak şu ana kadar verilen tepkiler, bizi yönetenlerin ne yazık ki böylesi bir sağduyudan henüz çok uzakta olduğunu göstermekte.
Demokrasi güçlerinin, bağımsızlık da dahil her sorunumuzun çözümünün temel anahtarının demokrasi olduğunu görmesi ve bunu elde etmek sürecinde egemenlik aygıtının taraflarından birine yedeklenen politikalardan uzak bir mücadele hattını güçlendirmesi gerekiyor. Aksi taktirde Türkiye'nin ABD'ye, Türkiye halkının da oligarşimize paspas olmaya devam etmesi kaçınılmaz görünüyor. (EA/BB)