Denizi seyrederek sıkıntımdan kurtulmaya çalıyorum.
Patronun sakatfobik olmamasını dileyerek...
Tam bunları düşünürken durakta tek bacaklı, iki koltuk değnekli birini gördüm. Durağa yanaşıp, "Eminönü'ne doğru gidiyorum, isterseniz gelebilirsiniz," dedim. Sıkılarak teşekkür etti, gelmek istemiyordu.
Sakat birini arabama çağırdığımda gelmek istemeyince -ısrarı sevmememe rağmen- ısrar ederim nedense. Israr edince kabul etti.
Arabam benim bacaklarım
Ön koltuk çanta ve kitap dolu olduğu için arkaya bindi. Yerleşmesini dikiz aynasından izlerken, bir yandan da başladım konuşmaya: "Çevreyi kirletiyorum diye duyduğum rahatsızlıktan, arabama birilerini alarak kurtulmaya çalışıyorum. Özellikle yağışlı ve soğuk havalarda..."
"Çevreyi düşünüyorsanız araba kullanmayın o zaman," dedi öfkeyle. Şaşırdım.
Sakat olmayanların sakatlar için arabanın önemini anlamamalarına alışmıştım ama, sakat birinin anlamamasına alışmamışım demek ki...
Klasik savunmamı yaptım ona da: "Arabam benim bacaklarım," diyerek.
Sakat bacağımı incelemeye başladığında anladım, sakat olduğumu sonradan fark ettiğini. O beni incelerken ben de onu inceliyordum çaktırmadan...
Koltuk değneği nasırı tutmamıştı daha elleri, yeni sakat kalmış olmalıydı. Acemi sakat diyordum onun gibilerine.
Kumral saçlarından, genç ela gözlerinden acı akıyordu.
"Bacağı hapiste kimseyi görmediniz mi hiç, çok baktınız," dedim. Özür diledi kızararak.
Hapisteki bacağım lafı ilginç gelmiş, neden öyle dediğimi sordu.
"Bu bacağım diğerinden daha zayıf olduğu için benim sözümü dinleyemiyor, bu yüzden doktorlar hapsetti onu. Devlet nasıl söz dinlemeyen vatandaşlarını hapse atıyorsa öyle işte... Hapse girenlere karşı toplumun çoğundaki önyargılardan benim bacağım da, hapiste olduğu için nasibini alıyor," deyip gülümsedim.
Genellikle böyle bir muhabbetten sonra bacağıma ne olduğunu sorarlar. O sormadı. Kendisine sorulmasından hoşlanmayanlar sormaz diye inanmışımdır hep. Yine de sordum bacağına ne olduğunu.
"Dondu," dedi. Başka bir şey soramadım.
Bir süre sustuk.
İkimiz de denize bakıyorduk. Ama o görmüyordu sanki, sadece bakıyordu.
Sonra, "Biliyor musunuz, olmayan topuğum ağrıyor benim," dedi.
Biliyordum. Fantom ağrısı derler, ya da hayalet ağrı; kesilen bir organın sanki varmış ağrımasına.
Nedense biliyorum demedim.
Eskiden ben de onun gibiydim. Hem istemezdim soru sorulmasını, hem de aslında herkesle konuşmak isterdim. Bunun sebebi, anlaşılmamaktan korkmak gibi gelir bazen...
Dünyada bunca sorun varken, her gün insanlar ölürken savaşlarda, işkencelerde, cezaevlerinde, benim küçük bir sorunum üzerinde konuşulmaya değmezdi bazılarına göre. Bazılarına göre de, sakat olduğum için bazı şeyleri yapamadığımı söylemek, önüme çıkarılan engellere isyan etmek kompleksli olmanın göstergesiydi.
Tekrar sustuk. Bir yandan denizi, bir yandan onu izliyordum.
Güzel şeyler düşünmediği belliydi yüz ifadesinden.
"Deniz ne kadar güzel, değil mi?" dedim havadaki ağırlığı azaltmak için...
Boş gözlerle bakarak denize, "Ben dağları severim," dedi.
O zaman nereli olduğunu sordum. Şırnaklı olduğunu söyledi.
Acının daha da kararttığı gözleriyle, gözlerimin içine ilk kez bakarak, "Hiç ölmek istemediniz mi sakat kalınca?" diye sordu. "Hayır," dedim telaşla, görmediği denizin güzelliğini işaret ederek...
"Ölseydim saygıyla anılıyor olacaktım. Bunu anlayamazsınız siz," dedi öfkeyle.
Artık ben de öfkelenme hakkımı kullanabilirdim.
Ama kime?
Onu anlıyordum ama, anlamak kızmamı engellemiyordu.
Ona kızıyordum ama, ona bu duyguları yaşatanlar kimlerdi? Kızmam gereken o muydu gerçekten?
Eminönü'nde otobüs durağını işaret ederek, "Beni şurada indirir misiniz?" dedi.
Bir şey söylemek zorunda hissederek kendimi, hiç düşünmeden, "Öldükten sonra saygıyla anılsanız bile, bunu nereden bilecektiniz?" dedim.
İnerken şaşkınlıkla bakıyordu bana ve hiçbir şey söylemeden indi.
O zaman düşünmeden söylemiştim ama, şimdi düşündükten sonra haklıyım gibi geliyor.
Savaşlarda ölenlerin "şehit" olup gördüğü saygıyı, "gazi" olup sakat kalanlar görüyor mu? (NG/NK)