"Düşündüklerimi dilediğim gibi, doğru olarak açıklayamamak duygusu rahatsız ediyor. Bundan biraz da utanıyorum" diyor. Her ne kadar sözcüklerini arayarak yavaş yavaş konuşuyor, yer yer ikinci ortak dilimiz İngilizce'ye başvuruyor olsa da sağlam, temiz cümlelerle anlatıyor kendisini.
Edebiyata ve yazılı dile önem veren Ayşe Polat, üzerinde çalıştığı yeni senaryonun bir bölümü Türkiye'de geçeceği için, altı ay boyunca İstanbul'a yerleşip hem dilini geliştirmeyi, hem de doğduğu ülkenin bugününü daha yakından tanımayı amaçlıyor. Filmlerinin Türkiye'de de dağıtıma girebilmesini diliyor.
Sinemacı kimliğinin ötesinde, kendisini hangi toplumun, hangi ülkenin insanı olarak tanımladığını soruyorum. Bir süre düşünerek, hafif bir gülümsemeyle, "Almanya'nın beğendiğim yanları var ama beğenmediğim, benimseyemediğim yanları da oluyor tabii; aynen Türkiye'de olduğu gibi. Aslında, hem Alman, hem Türk hem de Kürt sayılırım. Ayrıca Alevi felsefesi de kimliğimi oluşturan boyutlardan bir diğeri" diye yanıtlıyor bu zor ve bir oranda da anlamsız soruyu... 57. Locarno Film Festivali'nde Gümüş Leopar ödülünü kucakladığı '"En Garde" adlı filmine, sinemasına ve çalışmalarına geçiyoruz.
Filminizde farklı sorunları olan iki genç kızın ilişkileri yalın bir dille, geçmişlerine ve yakın çevrelerine fazla ağırlık verilmeden işleniyor. Özellikle sığınma başvurusuna yanıt bekleyen Berivan'ın kültürel ve politik kimliği üzerinde fazla durulmuyor. Neden?
Benim için önemli olan, sıradan insanların yaşadıklarını, sorunlarını anlatmak, onların gerçeklerini seyirciyle paylaşmaktır. Berivan Kürt değil de sığınmacı bir Afgan kız da olabilirdi. Bu Alice'le olan ilişkilerini değiştirmezdi. Kürtlerin sorunlarını daha yakından tanıdığım için bu seçimi yaptım. Berivan'ın kültürel farklılığı davranışlarındaki sıcaklıkta, mizacında belirginleşiyor.
Ayrıca, Türkler ya da Kürtler üzerine hep kullanılan klişeleşmiş görüntüleri hiç sevmediğim için, mesafeli kalmaya özen gösterdim. Önemli olan Berivan'ın da, Alice'in de yalnızlık çekiyor olmaları. Farklı dünyaların insanları olmalarına karşın, değişik nedenler sonucu benzer sorunları paylaşmaktalar. Sevgiye ve ilgiye ihtiyaç duyuyorlar. Ayrıca, affetmek ve affedilmek de önemli onlar için. Film Katolik bir rahibenin yönettiği özel bir kurumda geçiyor. Bütün dinlerde en çok beğendiğim ortak değer işte budur: İnsanlara affetmeyi öğretmek...
Her iki oyuncunuz da çok başarılı. Daha önce birlikte çalışmış mıydınız? Çekim aşamasında onların da rollerine katkıları oldu mu?
Sekiz ay süren bir "casting" çalışması yapıldı. Her ikisini de tanımıyordum. Berivan'ı yorumlayan Pınar Erincin daha önce TV dizilerinde rol almış ama televizyonda hiç dizi film izlemediğim için bilmiyordum. Çekimden önce uzun süre senaryo üzerinde konuştuk, dört hafta boyunca hep birlikte provalar yaptık. Her ikisinin de yorumlayacakları kişiliklerle içli dışlı olmaları, en iyiyi yakalayabilmeleri için bu çalışma çok önemliydi. Doğal olarak oyuncuların da görüşleri, önerileri oldu. Bu hazırlık aşamasında ortaya yeni şeyler çıktı. Böylece, 36 gün süren çekim başlamadan önce film yoğrulmuş, olgunlaşmıştı.
Sinema ilginiz nasıl gelişti?
Sanıyorum 15 yaşlarındayken François Truffaut'nun "400 Darbe" adlı filmini görmüş ve çok etkilenmiştim. Aklımda psikolog olmak vardı o zamanlar, ama Alman edebiyatı ve felsefe okuduktan sonra sinemaya yöneldim. Düşündüklerinizi, duyumsadıklarınızı, başkalarıyla paylaşmak istediğiniz duyguları sinemayla anlatmak daha kolay. Dil engeli olmadan izleyiciyle buluşmak, gözlemlediğiniz gerçekleri onlara duyurmak daha kolay...
Üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı?
Üzerinde çalıştığım yeni senaryoda artık gençlerin dünyasından biraz uzaklaşarak, 30 yaşlarında, babası Türk, annesi Alman bir insanı anlatıyorum. Almanya'da başlayıp Türkiye'de devam edecek bu öykü bir kişilik bunalımını, baba/oğul çatışmasını işleyecek.
(YS)