Serbestî: Sayın Ümit Fırat, ABD'nin olası bir Irak operasyonu gündemde. Operasyon sonrasına ilişkin çeşitli senaryolar mevcut, ancak bu senaryoların varlığına rağmen operasyon sonrasında Irak'ta ne olacak pek beli değil. Siz ABD'nin Ortadoğu'ya ilişkin ve özellikle Irak'a yönelik politikasına nasıl bakıyorsunuz?
Ümit Fırat: Dünya yeni bir döneme girdi; dünyanın gidişatını yakından izleyen, aklı başında düşünen insanlar, bunu böyle ifade ediyor. Artık dünya bir takım devletlerin başına diktatörler yerleştirerek yönetilme noktasından uzaklaşmaktadır. Yeterince olmasa da halkın iradesini temsil eden-edebilen veya halka daha yakın duran birileri işbaşına geçiyor. 20. yüzyıl biterken Latin Amerika ülkelerinde askeri diktatörlük rejimlerini büyük ölçüde çözdüler. Orası koca bir kıtaydı ve tümüyle askeri diktatörlüklerle yönetiliyordu.
Herhalde sıra Ortadoğu'ya ve onun da doğusuna geldi. Artık buralarda da bu işi bitirmek istiyorlar. Eskiden olduğu gibi, gidip hedefteki ülkenin madenlerini kazıp çıkarıp, mamul hale getirdikten sonra büyük kârlarla tekrar o ülkeye satmak, artık demode bir ekonomik sömürü politikası oldu. Şimdi bilgi satıyorlar. Bilgiyi satmak için de, o toplumların bilgi satın almaya ihtiyaç duyacak, modern bir toplum haline dönüşmeleri için gerekli sosyal-siyasal dönüşümlerini gerçekleştirmiş, yerleşik, istikrarlı ve eğitimli birer toplum olmaları gerekiyor.
Diktatörlerle bu işin üstesinden gelinemiyor. Bu nedenle bir takım kralların, emirlerin, sultanların ve diktatörlerin yönettiği ülkelerde, insanlar bilgi satın alma ihtiyacını duymuyorlar, dünyaya açılamıyorlar; diktatörün izin verdiği ölçüde dünyaya açılabiliyorlar; diktatörün kullandığı kadar teknoloji transfer edebiliyorlar. Bunların yıkılması lazım. Üstelik bu diktatörler, zaman zaman popülist politikalara başvurmak suretiyle batılı kapitalist devletlere karşı şantajlara kalkışıyorlar, bir takım huzursuzluklar da yaratabiliyorlar.
Birine kızıp öbürüyle anlaşıyor, öbürüne kızıp, diğerini boykot ediyorlar. Ülkelerinde istikrar olmadığı gibi, kendi toplumları için de başlı başına bir huzursuzluk kaynağı teşkil ediyorlar. Bir de, diktatörler bir ülkeyi tek başlarına yönetmiyorlar; çevrelerindeki komşu ülkeleri de başka diktatörler yönetiyorsa, o diktatör orada kalabiliyor. Bu yönetim şekli, zincirleme olarak çevreye egemen oluyor.
Türkiye şimdi korku içersinde. Eskiden neredeyse düşman kavramıyla özdeşleştirdiği batı sınır komşuları Yunanistan ve Bulgaristan gibi ülkeler, Türkiye'yi yönetenler için şimdi kötü birer örnek haline geldiler. Onlar, kendileri için iyi olanı seçtiler; ekonomik durumlarını iyileştirdiler; daha çok özgürleştiler ve demokrasiye yöneldiler.
İç sorunlarını çözme yolunda önemli adımlar attılar. Öyle ki, bugün Bulgaristan'da yaşayan Türklerin durumu Türkiye Türkleri'nden daha iyi bir yere geldi. Bulgaristan vatandaşı Türkler artık Avrupa Birliği Ülkeleri'nde serbest dolaşım hakkı elde ettiler. Bu gibi gelişmeler Türkiye'yi yönetenleri korkutan şeylerdir, çok tehlikeli ve kötü örneklerdir.
Çünkü Türkiye'yi yönetenler için en iyi örnek, kendilerininkinden daha berbat olanların varlığıdır. Bu nedenle, Türkiye kendi yönetiminin meşruiyeti için, hiç değilse doğusundaki örneklerin korunmasını istiyor; ama artık buna gücü de yetmiyor; çünkü bu gibi uluslararası pozisyonların oluşumunda Türkiye'nin karar verme gücü ve itibarı yok.
Batılılar, artık kendi köyünde dilediği kadar ekip-biçen, canı istediğinde asıp-kesen, hukuk tanımaz ve serbestçe zulmeden bir ağayı değil; kent yaşamını benimsemiş, lüks otomobiller kullanan, elektronik eşya, bilgisayar, disket, alıp- satan, bilgisayar teknolojisini kullanan dükkânları ve tüketicileri görmek ister. Rahatça iletişim kurmak için kendi dillerini de konuşabilen insanların daha çok olmasını ister.
Aslında bilgi satmak ekonomik bakımdan tank satmaktan daha karlı ve daha az riskli bir olay. Çünkü bu ürünler her kapıdan içeriye giriyor. Ortadoğu'ya da girmek için önündeki engelleri kaldırmak istiyor.
ABD'nin bu tür müdahale ve meydan okumalarını, Amerikan silah endüstrisinin kışkırtmasına bağlayan yaygın bir görüş var; 40 yıl öncesindeki Vietnam Savaşı'nda aynı görüşler vardı ve önemliydi. Ancak ABD'nin 40 yıl önce sattığı silah miktarı ile şimdi sattığı silah miktarı oransal olarak aynı mıdır, değil midir? araştırmak lazım. Benim tahminim bilgi satışı oranı, silah satışına göre şimdi daha fazladır; yani silahtan daha cazip ürünlerin satışları ağırlık kazanıyor.
Serbestî: Ancak şimdi olası sonuçlarıyla birlikte sıcak bir şekilde gündemde yer alan ABD'nin Irak'a yönelik olası bir operasyonudur. . .
Ümit Fırat: Bugün Irak'ta bir diktatör var, bu diktatör, çok doğaldır ki başka diktatörlerin de işbaşında kalmasına neden oluyor. Saddam gittiği zaman Arafat da gider, Arafat gittiği zaman Şaron da gider, diğer Arap Emirleri ve Suudi Sultanı da gider. Bunlar bir zincirin halkalarıdır. Ben hiçbir zaman Şaron'u haklı bulmuyorum, haklı bulan kimse de yok. Ama Şaron'un İsrail'in başında olmasının nedeni bir ölçüde Arafat'ın da Filistinlilerin başında olmasına bağlıdır.
Arafat gibi bir diktatör, hesap vermesi gereken bir kişi hala Filistinlilerin başındaysa, bunun çok doğal bir alternatifi olarak da, İsraillilerin başında da Şaron gibi bir adam olur. Saddam Irak'ın, Emirler, Sultanlar, Şeyhler başka Arap ülkelerinin başındaysa Arafat da Filistinlilerin başında olur; bu durumda Filistin'de demokratik bir gelişmeye diğer Arap şefleri izin vermiyorlar. Bundan önceki İsrail lideri, gerçekten Filistin sorununu çözmek için bir takım çabaların içine girdi.
Ama Arafat, ona elini uzatmadı, uzatsaydı, doğabilecek durumun kendisinin de sonu olacağını biliyordu. Arafat'ın da işbaşında kalmasının nedeni bu işin böyle devam etmesine bağlıdır. Saddam'ın diktatörlüğü esasında zincirin ana halkalarından biridir. Dolayısıyla bu diktatörlüğün çökmesi lazım. Üstelik 1991 yılında bitmemiş bir operasyon var. Yani 11 yılı aşkın bir süredir devam eden bir ateşkes var. Benim bildiğim ve bu güne kadar hiçbir kaynakta da aksini göremediğim bir uzlaşma veya barış anlaşması falan yok. Zannediyorum, 1991 Şubat sonu veya mart başlarıydı, Amerika orada ateşkes ilan etti ve savaş durdu.
Serbestî: Kimi ABD yetkilileri, operasyonun yarıda kalmasının nedenini, BM'nin kararına bağlıyor. BM'nin kararına göre ABD Saddam'ı Kuveyt'ten çıkaracaktı; Saddam'ı devirip Bağdat'ı işgal etmek, bu kararda yok.
Ümit Fırat: Hani bir lastik sapan hastası fıkrası vardır: Hastanın artık iyileştiği sanılarak taburcu edilmesine karar verilir ve yeni hayatında neler tasarladığı sorulur. Bir sürü güzel tasarısını anlattıktan sonra, sonunda iç çamaşırından lastik çıkarıp yine sapan yapacağını ve birilerine taş atacağını söyler.
Saddam da, elde ettiği en ufak bir fırsatta hemen kimyasal silah üretimine girişiyor ve yakayı da ele veriyor. Bir diktatör kimlere karşı ve neden silahlanır? Diktatörlerin en büyük tutku ve uğraşıları iktidarlarının korunması ve devamının sağlanmasıdır. Bunun yolu da öncelikle kendi halklarına karşı güvenliklerini artırmaları gerekir. Kendi güvenliği açısından Saddam'ın en büyük sorunu da, bir türlü zapturapt altına alamadığı Kürtler'dir. Saddam geçmişte kimyasal silahları kimlere karşı kullandıysa yine onlara karşı kullanmayı tasarlamaktadır. Elindeki kitle imha silahlarıyla Teksas'ı, Kanada'yı, İngiltere'yi tehdit etmiyor; Başta Kürtler olmak üzere diğer muhaliflerini tehdit ediyor.
Serbestî: Siz ABD'nin müdahalesini gerekli buluyor musunuz? Ve sizce ABD Irak'a fazla bir zayiat verir mi?
Ümit Fırat: Ben söylenildiği gibi "büyük katliamlar", "büyük facialar", "uzun süreli büyük savaşlar" olacağı ihtimalini zayıf buluyorum. Bu savaşta teknoloji ön planda tutulmak zorundadır. Daha da önemlisi Amerikalılar savaş konusunda duyarlıdırlar. Vietnam tarzı bir savaşa sürüklenmek istemezler. ABD kamuoyu, uzun sürecek bir savaşa, yakın geçmişinde geçirdiği Vietnam deneyinden sonra öyle kolay destek vermez. Dolayısıyla bu işi daha teknik ve kısa sürede bitirmeye çalışacaklar.
Türkmenler, Şiiler, Kürtler, bilmiyorum ama eğer varsa başka muhalif Arap grupları kendi dinamikleriyle Saddam'ı yenemezler-deviremezler. Şu anda uluslararası bir güvence olmasaydı, Kürdistan'ın dağları-ovaları, kentleri-köyleri, sinekleri dahil, canlı cansız nesi varsa bu adam hepsini yok edebilirdi. Kimyasal silahlar kullanır, katliamlar yapar, iktidarının devamı için her türlü yolu denerdi.
1991 sonrası, uluslararası koalisyon güvencesiyle (Bunu ABD güvencesi olarak da adlandırabiliriz) Kürtler nefes aldılar; evlerine-köylerine yerleştiler, yeniden çoluk çocuk sahibi oldular, işlerini kurdular. Irak Kürtleri'nin büyük bir kısmı diyasporada yaşıyorlardı ve şimdi geri dönmeye başladılar. Bu tercihlerine, elbette ki ülkelerinde oluşan güvenlik ortamı neden oldu.
Irak içerisinde hiçbir güç ve kimse Saddam'ı devirmeğe muvaffak olamaz. Buna bir tür Allah'ın emri veya Irak'ın kaderi de diyebilirsiniz. Saddam'a mutlak bir uluslarası müdahale gereklidir. Saddam için duyarlılık gösterenler, Miloseviç'e müdahale edilirken neden bu kadar duyarlı değillerdi. Burada Soğuk Savaş kalıntısı şartlanmaların kafalardan silinmesi gerek.
Geçmişte Stalinizm'e duyulan yakınlığın, dünyayı hep batının çıkarları yönünde dönen bir gezegen gibi görmenin anlamı yoktur artık. Emperyalizme karşı pozisyon alırlarken, Kürtler'in konumu hakkında gereken hassasiyeti gösteremiyorlar. 1988 yılında da Halepçe'de kimyasal silahlarla katliam yapıldığı zaman da Türkiye'de aynı duyarsızlık yaşanmıştır.
1988 yılından 15 yıl geriye gittiğiniz zaman da, Saddam'ın özel davetlisi olarak Irak'a gidip gelen yazarlar-çizerler-şairler-edebiyatçılar orada bir devrim yaşandığını, Saddam'ın Sovyet yapısı MİG savaş uçaklarının ve tanklarının üzerlerinde "iştirakiyye-komünizm" yazılmasından doğan mutluluklarını dile getiriyorlardı.
Bir "devrimci Türk Şairi" de "Irak Devrimi"ni anlatan "Bağdat-Basra Yollarında" isimli bir kitap yayınlamış, Saddam'a ve devrimine övgüler dizmişti. Yıllar sonra da dünyadaki yegane dostu, can kardeşi Ecevit, Saddam'ın en kritik günlerinde, bütün dünyayı karşısına alma pahasına da olsa Bağdat'a gitti; gazeteci-yazar-şair kimliğiyle bir gazete adına röportaj yaptı; onunla yakınlığını ve dayanışmasını gösterdi.
Saddam 30 yılı aşkın bir süredir Irak'ta diktatör ve bir katildir; fakat bir diktatör ve katil olarak değil, hep Amerika'ya kafa tutan adam olarak değerlendirildi. Amerika müdahale hazırlığına girince de müthiş bir hassasiyetle anti-emperyalizm tezleri geliştirilmeye başlandı.
Neden bu devrimci hassasiyeti gösterenler, kendi halkına yıllardır yapmadığı zulmü bırakmayan bir katil için ortalıkta yoktu? Neden Saddam'ın işlediği insanlık suçlarından ötürü, uluslararası bir mahkemede yargılanması istenmedi? Kampanyalar açılmadı?
Peki ABD Emperyalizmi, en azından emperyalist olduğu için haksız, bunu anladık; iyi ama Bağdat'taki bu hırsızın hiç mi suçu yoktu? Eğer suçu var ise, bu adam için neler yapılmasını önermektedirler?
Serbestî: Bu Saddam belasının Kürtlerin başından tam da defedileceği gündeme girerken, ortaya başka bir sorun çıkıyor. Türkiye, orada Kürtlerin lehine sonuçlanabilecek hiçbir düzenlemeyi kabul etmeyeceğini, bunun bir müdahale ve hatta işgal nedeni olacağını söylüyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Ümit Fırat: 1920'li yılların başında Lozan müzakerelerinde, Türkiye açısından artık anlamını kaybetmiş ve elden çıkmış bir Musul Vilayeti var. Musul Vilayeti, Türkiye'nin o gün kabul ettiği ve bugüne kadar gelen sınırlarının dışındadır. Musul Türkiye dışında kaldıktan sonra, Irak bir Kürt Devleti mi olacaktı? Arap Devleti mi olacaktı? Türkiye bu konunun muhatabı değildir. Orada, o gün İngilizler bir Kürt Devleti de ilan edebilirlerdi.
Türkiye de işte orada onlar benim düşmanımdır, benim iç güvenliğim açısından tehlikelidir diyemezdi. Çünkü Türkiye tayin edici bir konumda değildi. Türkiye, Müslüman ahalinin savaş sonrası elde kalan topraklarda kurduğu yeni bir devletti. Zaten Lozan da aynı zamanda Türkiye'nin uluslararası tescili-tanınması anlamına gelen bir antlaşmadır. Irak, bir Kürt-Arap Devleti oldu. Yani İngilizlerin denetiminde hem Kürtlerin hem Arapların ortak olduğu bir devlet çıktı ortaya. Irak baştan beri hem Kürtlerin hem Arapların devleti oldu. Irak'ın başında bulunanlar, yönetenler (bugünkü diktatör de dahil) Irak'ın sadece bir Arap Devleti olduğunu iddia etmemişlerdir.
Irak Anayasa'sında da Irak, Arapların ve Kürtlerin iki resmi dili olan bir devletidir. Kürtler'in, merkezi yönetimle bütünleşememeleri nedeniyle, Bağdat yönetimine haksız olarak Araplar egemen olmuşlardır. Bunun sonucu olarak resmen olmasa da Irak, fiilen bir Arap Devleti görüntüsüne sahip olmuştur.
Ama neticede Anayasal konumu itibariyle hem Kürtlerin hem Arapların ortak bir devletidir Çeklerle Slovakların da ortak bir devletleri vardı. Bilindiği gibi Slovaklar ve Çekler zamanla kendi iradeleriyle birbirlerinden ayrılarak, kendi iradeleriyle barış içerisinde ayrı devletler halinde yaşamlarına devam etmişlerdir. Kürtler de Bağdat yönetiminden ayrılarak -artık biz de ayrı devlet kurmak ve ayrı yaşamak istiyoruz diyorlarsa, buna uluslararası planda da, hukukta da hakları vardır.
Kürtler İçin Bir İyileşme, Türkiye'de Bir Rejim Sorunu Yaratacaktır
Serbestî: Peki siz Türkiye'nin bu tutumunu neye bağlıyorsunuz?
Ümit Fırat: Türkiye bu paranoyayı, bu sendromu yaşıyor. İttihat-Terakki öncesinden başlıyor; tabii İttihat Terakki geleneği sonra cumhuriyete de intikal etmiş kötü bir miras. Osmanlı'nın toprak kaybetmesi, 4 milyon küsur metrekarelik topraktan 700 bin metrekareye düşmesi, Balkanlar'da ve Arap Dünyasında ayrı birer devlet olarak ortaya çıkmaları bir paranoya yaratıyor; bu sendrom hala da atılabilmiş değil.
Bu nedenle, orada bir şey olursa, buraya da sıçrayıp yayılır endişesi yerleşik; olayların diyalektiği böyledir. Irak'taki olası bir demokrasinin Türkiye'ye de sıçrama tehdidi olacaktır. Burada devleti yönetenlerin mantıkları açısından bakıldığında, tümüyle haksız da değiller; evet, orada bir Kürt Devleti ilan edilirse, çok doğaldır ki Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olan Kürtler arasında bu oluşumu sempatiyle karşılayan insanlar olacaktır.
Türkiye, Bağdat'taki eli kanlı ve varlığıyla bütün insanlık için ciddi tehlikeler oluşturan bir katille komşuluğunun devamını savunuyor, ama bunu açıkça ifade etmiyor.
Türkiye, sınırlarının güneydoğusunda kurulacak demokratik, barışçı, her zaman kalıcı bir beraberlik kurabileceği, birbirlerini diğer komşulardan daha fazla anlayıp anlaşabilecekleri, soydaşlarının kendilerinden daha büyük bir bölümünün Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşı olduğu bu bölgede oluşacak bir Kürt Devleti'ni istemiyor.
Bunu bir paranoya haline getiriyor; ama bu paranoyadan kurtulmak için, Türkiye'yi daha yaşanabilir, daha cazip, daha özgürlüklerle donatılmış bir ülke haline getirmek gerektiğini asla aklına getirmiyor.
Aslında Kürtler için olası bir iyileşme, Türkiye'de bir rejim değişikliği sorununu gündeme getirecektir. Daha açık bir ifade ile, "derin devletin" sonunu getirecektir. Türkiye yönetimi, Türkiye'yi daha çok özgür kılmak istemiyor; varolan şekilde tutuyor ve aman orada da bir şey olmasın diyor. Hastalıklara karşı dirençli olmanız için, temiz havada yaşamanız, sağlıklı beslenmeniz, vaktinde aşılar falan yaptırmanız tavsiye edilir. Oysa Türkiye hem kirli bir havada yaşamanızı, hem kötü beslenmenizi, hem hastalanmamanızı, hem de hasta olursanız tedavi görmemenizi bekliyor.
Serbestî: Sizce, bir Kürt Devleti'nin gerçek anlamda Türkiye'ye ne gibi bir tehdidi olur?
Ümit Fırat: Türkiye, kendi yurttaşlarının temel hak ve özgürlüklerini tanınmadığı için, orada kurulabilecek bir devletin yurttaşları arasında bir cazibe merkezi oluşturmasından korkuyor. Doğrusu ben, bu güne kadar dünyada özgürleştiği için çevresinde tehdit oluşturan hiçbir topluma ne rastladım ne de duydum. Belki Kürtlerin bir istisna olacağı düşünülüyordur.
Türkiye ısrarla Irak'ın toprak bütünlüğünü koruyup kollayacağını, orada bir bölünmeye izin verilmeyeceğini söylüyor. Irak'ın tamamını sınırlarına dahil etseydi bunun bir anlamı olabilirdi. Şimdi sormazlar mı yani, Irak'ı sen mi kurdun da oranın bütünlüğü üzerine bu kadar hassasiyet gösteriyorsun? Ayrıca bütünlüğü korumak için Irak tarafından bir yardım talebi mi oldu? Irak parçalanırsa Türkiye gidip Bağdat'ta yeni bir Irak Devleti mi kurmayı vaadediyor?
Serbestî: Güney Kürt Yönetimi, defalarca niyetlerinin bağımsız bir devlet kurmak olmadığını deklere etmişlerdir.
Ümit Fırat: Kürtler, bunu resmen deklere etmediler. Ancak, dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir topluluk, kendi kaderini bir başka iradenin emanetinde görmekten hiçbir zaman mutlu olmaz, olamaz da. Kürtler ya da başkaları da, doğal olarak isterler ki, kendi kaderleri hakkında kendileri söz sahibi olsunlar. Kürtler biliyorlar ki, eğer kaderleri Bağdat yönetimine bağlı kalmaya devam ederse, Bağdat'taki her yönetim değişikliğinde doğal olarak kendileri açısından bir belirsizlik yaşanacaktır; olumlu veya olumsuz, kendi iradeleri dışında kaderleri etkilenecektir.
Bugün Kuzey Irak'taki Kürtlerin talepleri 1970 taleplerinin çok fazla ötesinde de değil. Eğer 11 Mart 1970 Antlaşması fiilen uygulansaydı, Irak, diktatörlükle yönetilmezdi. Çünkü o antlaşma uygulansaydı, Arapların, Kürtlerin ve anlaşma gereği her türlü yurttaşlık hakları teminat altına alınmış olan Türkmen, Asuri ve Ermeni azınlıkların demokratik Irak'ta birlikte yaşamalarının koşulları yaratılacaktı. Ne var ki, bu da diktatörlüğün tabiatına aykırıdır. Nitekim diktatörlük devam ettiği için bu anlaşma uygulanmadı.
Kerkük Bir Sürpriz Olarak Kürdistan Haritası'na Girmedi
Serbestî: Türkiye, Kerkük'ün de Kürtlerin kontrolüne geçmesine karşı.
Ümit Fırat: Evet, Türkiye şimdi Kerkük etrafında gürültü koparıyor. Kerkük'ün statüsü 1970 antlaşmasının maddelerinden biriydi. Anlaşmada Kerkük Kürdistan bölgesinde sayılmasına rağmen, sonradan hiç olmazsa bir referandum yapılsın noktasında uzlaşılmıştır. Kerkük'te bir referandum yapılacaktı. Bu referandum neticesinde Kerkük halkı, kendi statülerinin Otonom Kürt Bölgesi'nde mi yoksa Bağdat yönetiminde mi kalmasına karar verecekti.
O dört yılık süre içerisinde, ne Türkiye Cumhuriyeti oraya yeterince Türkmen yığabildi, ne Saddam yönetimi yeterince Arap yığabildi. Ama bu referandum yapılmadı. Kısa bir süre önce, Ekim 2002 başında, Türkiye'yi resmen ziyaret eden Saddam'ın Yardımcısı Tarık Aziz, M. Ali Birand'la CNN Türk'te yaptığı televizyon röportajında: Kerkük'ün bir Irak Şehri olduğunu ve orada Kürt nüfus çoğunluğunun yaşadığını söyledi. Yani Kerkük bir sürpriz olarak Kürdistan Haritası'na girmedi. Ortadoğu haritalarına baktığınız zaman, bütün tarih boyunca, Kerkük'ün Kürdistan Haritası içerisinde yer aldığı gözükür. Bunda bir gayri tabiilik yok.
Bir fıkra vardır: Adamın biri bir gün, eskiden beri arkadaşı olan bir Yahudi'nin gırtlağını sıkar: "Alçaklar" der, " şimdi seni geberteceğim". Yahudi arkadaşı şaşkınlıkla sorar: "Ne oldu? Suçum Ne? Ben ne yaptım ki?". Adam: "Siz Hz. İsa'yı çarmıha gerip öldürmüşsünüz" der ve tehdidini sürdürür. Yahudi: "Ama bu olay iki bin yıl önce olmuş ve bunda benim ne günahım ne olabilir ki?" Adam: "olsun der, "ben bu hadiseyi yeni duydum. "
Türkiye'nin de ruh hali o adamın haline benziyor. Kerkük'ün Kürdistan sınırlarının içerisinde olduğunu sanki şimdi duymuş! Oysa Kerkük her zaman Kürdistan sınırları içerisindeydi ve bunda da sürpriz bir şey yok. 1970 Anlaşması sırasında, Türkiye, "Bu anlaşma benim güvenliğim için bir tehdit oluşturuyor" falan da dememişti.
Serbestî: Demokratik gelişme açısından mevcut Güney'deki Kürt yönetimine nasıl görüyorsunuz?
Ümit Fırat: Kürt yönetimi, acımasız bir diktatörün zulmünden geçmiş ve kendi toplumu için, onun alternatifi olarak ortaya çıkmıştır. Demokratik ve çoğulcu bir yönetim anlayışını benimsemek zorunda olduğunun bilincinde gözükmektedir. Demokratik dünya ile barışık ve meşru zeminlerde hareket ederek ilerliyor. Zaten Türkiye'nin asıl korkusu da oradaki demokratik yapılanmalardır.
Kürt Yönetimi, demokratik ve özgür bir yöntem izledikçe, Kürtleri kontrol eden diğer devletlerde daha büyük bir korku uyandıracaktır. Yukarıda böylesi reflekslerin manasızlığı üzerinde durmuştum. Bu devletlerde bir rejim değişikliği gündeme gelecektir. Kürtlerin daha özgür olmaları söz konusu olacaktır. Bu yönüyle oradaki Kürt Federasyonu, bütün diğer Kürtler için de sevinçle karşılanacaktır. Türkiye'nin temel korkusu aman orada bir demokrasi olmasın noktasındadır. Işıktan korkmak gibi bir şey. Aydınlık olduğunda, görünmesi istemeyen bir takım ayıpların, tuhaf şeylerin açığa çıkmasından korkuluyor.
Türk Devleti, Kürt Topraklarında Yaşanabilir Bir Durum Görmek İstemiyor
Serbestî: Türkiye'nin Güney Kürtleri'ne yönelik politikasında akıldışı bir durum yok mu? Kendi kontrolünde 20 milyon civarında Kürt var. Güney Kürdistan'ın dahilinde ise 50 ile yüz bin civarında Türkmen barınmaktadır, Türkiye her defasında oradaki Türkmenlerin hamisi olarak ortaya çıkıyor, ancak Kürtler açısından, hak hukuk içeren bir düzenlemeyi de savaş nedeni sayıyor. Bu nasıl bir mantık?
Ümit Fırat: Aslında Türkiye, 80 yıldır böyle bu aklı yürütmüş ve bir biçimde seksen yıl boyunca da burayı idare etmiş. Bunun için akıl dışı değil; Kürtlerin yaşadığı topraklarda her hangi bir cazibe, yaşanabilir bir durum olmamış. Türkiye, orayı daha yaşanmaz kıldıkça, kendince oradan gelebilecek tehditleri de uzaklaştırmış oluyor. Bu anlamlı mıdır, anlamsız mıdır? Akıl dışı mıdır? O ayrı bir şey ama, işler de bu akılla gidiyor işte. Dışardan baktığın zaman son derece akıl dışı gibi geliyor, gelebilir de. Türk Devleti'nin kendi iç yapılanmasında, örgütlenme yapısında kendi kendisi tarafından üretilmiş bir akıldır bu. Dünyada bir örneğine de rastlayamazsınız. Demokrasiyle, hakla, hukukla ilgisi olmayan bir anlayış da böyle yapar, böyle akıl yürütür. Kendince bir "çözüm" bulmuş ve bunun doğruluğuna da yalnızca kendisi inanmış.
Çocuklarını besleyemeyen bir baba düşünün; Babanın önünde çözüm için iki seçenek vardır: Birincisi, bir iş bulmak, çalışmak, bir gelir elde etmek ve bu şekilde çocuklarını besleyip, büyütüp, yetiştirmek. İkincisi ise, çocuklarını öldürerek onların hayatına son vermek ve artık bakmak zorunda olduğu çocuklarından kurtulmak. Her ikisi de birer çözümdür. Her ikisi de bir akıl ürünüdür; Türkiye bu örneklerden ikincisini seçiyor.
Serbestî: Bu çağda, bu ikinci metot 'başarılı' mı?
Ümit Fırat: Elbette başarılı değil, insani de değil. Binlerce köy boşaltıldı, bir sürü katliamlar yapıldı, binlerce faili meçhul cinayet var, hukuksuzluklar ve olağanüstü yönetimler yaşandı. Türkiye sistemli olarak o bölgeyi tasfiye etti. Geriye, büyük ölçüde insansızlaştırılmış bir bölge, harabeye dönmüş köyler-yapılar, pek çok mağdur, sakat ve gözü yaşlı fakir insan bırakmış oldu. Bu bir çözüm; yani, fabrika kurarak da çözersin, fabrikaları yıkarak da çözersin. Türkiye ikincisini seçiyor ve bunu bir devlet politikası olarak yapıyor. Bu politikayı terk etmesi, dünyayla bütünleşmesi yönündeki engelleri aşması gerekiyor.
AB'yi İstemeyenler Şimdilik Belirleyici
Serbestî: Türkiye'nin AB'ye yönelik hazırlıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz?Türkiye gerçekten AB'nin istediği kriterlere uygun perspektife sahip mi?
Ümit Fırat: Türkiye burada sıkıntılı. Devlet yönetiminde önemli ölçüde AB karşıtı var. Yasaların savsaklanmasında ve işlerin ağırdan alınmasında bunu hissedip görebiliyoruz. Türkiye'yi gerçek manada AB'ye taşımak isteyenler var ama bunlar yeterince etkili ve belirleyici olamıyorlar; istemeyenler şimdilik daha etkili ve belirleyiciler. Siyasi partilerde de pek öyle istek yok.
Bir tür kerhen destek diyebiliriz. Türk Siyasi Partileri genelde üçüncü dünyacı-batı düşmanı görüşlere sahipler, solcu olduğunu söyleyeni de, muhafazakar-sağcı olduğunu söyleyeni de çok benzer görüş ve programlara sahipler. Tümü de milliyetçi ve popülist partiler.
Seçim anketleri v.b çalışmalarda bunu görmek mümkün. AKP'ye oy verecek büyük bir kitle var. Bunlar AKP militanı veya örgütlü seçmenleri değiller; toplama ağırlıklı bir seçmen kitlesi. Çünkü RP olaylarının en yükseğe vurduğu dönemdeki aldığı oy oranı ile bugün AKP'nin alacağı sanılan oy oranı arasında büyük bir fark var. Bu kitlenin tümü Türkiye'de İslam Devrimi isteyen bir kitle değil, ama çok da dünyayla bütünleşme eğilimine istekli bir kitle değil. CHP'ye oy verecekler için de aynı şey geçerli.
Onlar da esas itibariyle bir siyasi programın gerçekleşmesi için değil, AKP'nin önünün kesmek için çalışıyorlar. Sol blok olduğunu deklare edenler ise zaten tabiatları gereği batı karşıtı politikaları benimsemişler. Her türlü sıkıntı ve şikayetlerini batıya anlatırlar ama, ah o batı birde emperyalist olmasaydı.
Solcu olmayanlar batı karşıtı olmalarına rağmen bunu açıkça ifade etmekten kaçınıyorlar, ama sol blok partileri seçim beyannamelerinde düşündüklerini açık seçik belirtmişler. Sonuç olarak: Ne Türkiye AB'ye girmek istiyor, ne de AB bunu fazla dert ediniyor. Mevcut kurum ve yapılarla AB'ye gidilebilmesi çok zor. Bütün bu olumsuzlukların aşılması biraz zaman alacaktır. 3.Kasım.2002 Genel Seçimleri'nin en büyük yararı, belki de pek çok siyasi partinin tasfiye olacaktır. Yeni sivil ve siyasi yapılanmalara ihtiyaç doğacaktır.
Serbestî: Kürtler açısından AB'yi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ümit Fırat: Kürtler açısından AB'ye katılmanın büyük yararları var. Bütün Türkiye gibi Kürtler de bu vesileyle Avrupa hukukunun güvenliğine kavuşmuş olacaklar. AB hukuku, şu anda AB kurucu olan toplulukları bile rahatlatmıştır. Mesela: Belçikalılar kendi aralarında uzlaşamıyorlardı; ama Avrupa Birliği bünyesinde rahatladılar. Çünkü bir üst kimliğe sahip oldular.
Daraltılmış bir alanda yaşarlarken karşılaştıkları sıkıntılar azaldı ve artık büyük bir kıtanın eşit ve özgür yurttaşları oldular. Tabii ki bu Türkiye için de geçerlidir. Türkiye, o kriterleri kabul edip AB'ye girdiği zaman, bütün yurttaşlar, Kürtler ve azınlıklar da AB'nin şu anda yürürlükte olan hukuku kapsamına dahil edileceklerdir; hukuki güvenceye kavuşacaklardır ve Ankara'daki yönetimlerin keyfi tutumları sona erecek, Kürtlerin en azından temel hak ve özgürlükleri yönünden çok büyük facialara uğramalarına yol açılmayacaktır. Bunun çok önemli bir yararı da Irak Kürtleri için ortaya çıkacaktır: Irak Kürtleri de Ortadoğu'nun güvensiz ortamından bir Avrupa Birliği Ülkesine sınır komşusu olacak ve kendilerini daha güvenli hissedeceklerdir.
Ama bir olumsuzluk da şudur: Türkiye Kürtlerinin diğer Kürtlerle bağları gittikçe zayıflayacaktır. Çünkü Türkiyeli Kürtler artık Avrupalı Kürtler statüsüne gireceklerdir.
Serbestî: Böyle bir tez var ama bu ne kadar doğru? Nispi demokratik ve ekonomik imkanlar, ulusal ideallerin önüne geçer mi?
Ümit Fırat: Kürtlerin bu birliğe katılmasıyla, Kürtler arasında bir yakınlaşma ve entegrasyon gelişebilir. Çünkü o zaman hiçbir Kürt, Avrupa'nın dışında kalmış bir entegrasyonda olmayı kolay kolay göze alamayacak. Kürtler yüzlerini batıya çevireceklerdir. Kürtler hiçbir zaman yüzlerini Doğuya dönerek bir kazanç sağlayamayacaklarını bilmektedirler.
Kürtçe Özel Ticari Dershanelerde Verilecek Bir Kurs Dili Değildir
Serbestî: Kürtçe'ye ilişkin yasal düzenlemeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ümit Fırat: Bu yasal düzenleme tabii ki olumlu bir gelişmedir. Bu gelişmeye, eski soğuk savaş solcuları gibi, "bu bir avutmadır, uyutmadır" şeklinde bakmamak lazım. Türkiye bu yasal değişiklikleri yapmak suretiyle, daha iyi bir noktaya gelmiştir. Yani bu yasaların olmadığı bir Türkiye, şimdikinden daha iyi değildi. Türkiye bu adımı attı, ama pratikleri bunu mümkün olduğu kadar yozlaştırmaya ve dejenere etmeğe yöneliktir. Türkiye, Kürtlerin en temel özelliklerinden biri olan anadillerini bir kurs dili haline sokmaya çalışıyor; bu, büyük bir saptırmadır. Bunca acı, bunca göz yaşı Kürtçe'nin bir özel kurs dili olması için miydi? Çok yazık!
Kürtler, binlerce yıldır koruyup geliştirdikleri ve sahip oldukları bir ana dile olduklarını, bunun da öyle yönetmeliklerle, tamimlerle, itfaiye, sağlık raporlarıyla düzenlenecek bir özel kurs dili haline getirilemeyeceğini her platformda ifade etmelilerdir.
Serbestî: 3 Kasım seçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle Kürt muhalefeti açısından nasıl bakıyorsunuz?
Ümit Fırat: Bu seçimler Türkiye için, bir tek şey ifade ediyor, o da bir sonraki seçime hazırlanmak. Ne yazık ki, Kürtler muhalif olarak yeterince organize olamamışlardır. Biz bir araya gelebiliyoruz ve bir çok şeyi eleştirebiliyoruz. Çok haklı eleştiriler yapıyoruz, ama organize olamıyoruz. Herhalde bunun için de zamana ihtiyacımız olacak.
HADEP, Israrla Kürt Partisi Olmadığını Söyleyerek Kürtleri İncitiyor
Serbestî: HADEP'i nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ümit Fırat: HADEP bir Kürt Partisi gibi davranmıyor. HADEP'in arkasında büyük bir Kürt kitlesi var. HADEP yönetimi bu kitleyi 1950'lerin Menderes-Bayar mantığıyla, odunu da aday yapsam kazandırırım, anlayışıyla değerlendirdi. Seçim kararı öncesinde ve sonrasında bunu hep yaptı; kendilerine destek veren insanların aynı zamanda büyük riskler alarak, bazı özel nedenlerle bu desteği sürdürdüklerini ve saygı değer birer insan olduklarını hesaba katmadılar.
Bazen öyle şeyler oluyor ki, bunu HADEP mi yapıyor? HADEP'i yönetenlerin bir inisiyatifsizlik problemi mi var? HADEP tabanı bunları onaylıyor mu? Sorularına cevap bulamıyorum. Bunlar tabii kendilerinin tartışacağı bir mesele. Ama ben de HADEP dışında biri olarak, dünyayla ilgilenen, Kürtlerle daha çok ilgilenen, en azından dünyada olup bitenleri bir Kürt hassasiyetiyle de değerlendiren bir insan olarak, HADEP'in tutarsız bir tavır içerisinde olduğunu düşünüyorum. Çünkü Yönetici ve sözcüleri, HADEP'in bir Kürt Partisi olduğunu kabullenmekten çekiniyor.
Her türlü platformlarda Kürt Partisi olmadıklarını söylüyorlar. Aslında HADEP bal gibi Kürt Partisi'dir. Ben 1999 Genel Seçimlerinde HADEP'i bir Kürt Partisi gördüğüm için ve bir Kürt olduğum için ona oy verdim. Bu tavrımın kendi anlayışıma göre ahlaki bir takım nedenleri de vardı ve ben doğru bulduğum şeyi yaptım. Ama zaman içerisinde gördüm ki, HADEP ısrarla "Kürt Partisi değilim, Türkiye Partisi'yim" diyor. Ben de HADEP'in bir Türkiye Partisi olduğunu düşünüyorum ama, aynı zamanda Türkiye'nin bir Kürt Partisi olduğunu da iddia ediyorum.
Mesud Barzani'nin Partisi, Kürt Partisi'dir ama Irak'taki Kürt partisidir. HADEP' de Türkiye'nin bir Kürt partisidir, bunda rahatsızlık duyacak, utanacak bir şey yok. Ama onlar Kürtlere hakaret edercesine, "Biz Kürt Partisi değiliz" diyorlar. Bir Kürt olarak bu tavır beni incitiyor, ağırıma gidiyor ve gururuma dokunuyor. Bu seçimlerde bir ahlaki neden görmediğim için ve bir Kürt olduğum için de DEHAP'a oy vermeyeceğim.
HADEP Tek Başına ve Kendi Adıyla Seçime Girmeliydi
Serbestî: Bu, Kürt Muhalefeti engelleme siyaseti değil mi?
Ümit Fırat: Tabi ki bu bir muhalefet sapmasıdır. HADEP tek başına ve kendi adına seçime girmeliydi. Kapatılmayı hak etmediğini iddia eden bir parti, kapatılıp kapatılmaması bile belli olmadan bunu kabullenmemeliydi. Mahkemelerde yaptığı Savunmalarının arkasında durmalıydı. Yeterince meşruiyete sahipti. HADEP bunu bilinçli mi yapıyor, bilinçsiz mi yapıyor? bilemiyorum; ama HADEP, Başsavcı'nın kendisiyle ilgili iddialarını doğru bulup, kapatılma kararı isteğine önceden rıza göstermemeliydi.
HADEP yönetimi bunu iyi yapmadı, en azından Kürtlere ve HADEPLİLER'e karşı iyi yapmadı. Bugün belki bir seçim kampanyası hay huyu içinde bunu fark etmek zordur; ama ileride anlaşılacağını düşünüyorum. Eğer kapatılma kararı verilecektiyse, keşke seçim kampanyası sürerken Anayasa Mahkemesi'nce kapatılsaydı. Böylesi bir ayıbın utancını da her halde HADEP ve ona umut besleyen, oy veren milyonlarca insan taşımazdı. Biz gene başımızı dik tutmaya devam ederdik. HADEP'i yönetenlerin bu tavrının belki de bizim bilemediğimiz özel nedenleri vardır. Kim bilir? Belki bir bildikleri vardır. Bunu zaman gösterecek tabii. (NM)