Tartışmalar aşağı yukarı hep bu eksen etrafında yapıldı ve hâlâ bu eksen etrafında yapılıyor. Üstelik bu tek eksenlilik bize özgü değil. Yabancı basında da "ulusal çıkarlar - süper Avrupa devleti" ikilemi tartışmalarının yanına yaklaşabilen ikinci bir tartışma alanı oluşmuş değil.
Güçlü bir seçme mecburiyeti ile karşı karşıya kalınan hallerde "ulusal çıkarlar" meselesinin ekonomik-politik tartışmalarda ekseni bu kadar yoğun biçimde oluşturmasına, "ulus tarihi"nin tüm evreleri dahil, çok fazla örnek yok. 20. yüzyılın iki büyük savaşının öncesindeki sayılı yıllar ve savaş yılları, benzer bir "ulusal çıkar" histerisinin sahnelerini oluşturuyor.
İsrail ordusunun Filistin'de çocukları, Amerikan ordusunun Irak'ta düğünde toplananları onar onar mezara gönderdiği günlerde, İngiltere dışişleri bakanından bu çarpıcı gelişmelerin gölgesinde kalan bir açıklama geldi. 18 Mayıs akşamı Jack Straw, "Avrupa Birliği'nin, Thatcher sendika kanunlarını yıpratmasına izin vermeyeceğiz" dedi.
Straw, Avrupa Birliği anayasası görüşmelerinde -Aralık 2003'deki sertleşme ve duraklamanın ardından- son haftalara girildiği bir ortamda, üzerinde büyük tartışmaların yapıldığı "temel haklar" taslağının "İngiltere'deki endüstriyel ilişkileri bozması"na izin vermeyeceklerini söylüyordu. Brüksel'deki görüşmelerden çıkar çıkmaz, İngiliz patronların yüreğine su serpecek birkaç söz söylemek üzere İngiltere Endüstri Konfederasyonu'nun ("Confederation of British Industry") yıllık yemeğine koşmuştu. Thatcher'lı 1979 - 1994 döneminin yasal çerçevesine sahip çıkan bakan, büyük patronların yemeğinde şöyle diyordu. "İngiltere'nin endüstriyel ilişkiler politikalarındaki dengenin bozulmaması için, nasıl bir anlaşma gündeme gelirse gelsin, vergi ve sosyal güvenlik konularında ulusal veto gücümüzün korunması ve temel haklar belgesinin ulusal yasalarımız açısından yeni haklar yaratmaması konularında ısrarcı olacağız."
Bakanın takipçisi olduğunu açıkladığı eski başbakan Thatcher, iktidarı döneminde, uzun süreli yatırımların ürünü olan kamu işletmelerini özelleştirmekle kalmamış, özelleştirme sürecini sendikaları zayıflatmanın etkin bir yöntemi olarak da kullanmıştı. Kamu işletmelerinde çalışan 2 milyon sendikalı işçinin işsiz kaldığı bu süreçte, 15 yılda kamudaki iş sayısı yüzde 29, özel sektör ile birlikte toplamda iş sayısı yüzde 9 azalmıştı.
Straw'un açıklamasından kısa bir süre önce de, İngiltere Başbakanı Tony Blair, çok kişiyi şaşırtan bir U dönüşü yapmış ve AB anayasasını referanduma götürmekten söz etmişti.
"Eğitime yatırım" ya da zamlanan üniversite harçları
AB anayasasının en kritik noktaları olan vergi ve sosyal haklar konusunda İngiltere'nin hassasiyeti aslında yıllar öncesine gidiyor. Daha Aralık 1998'de Tony Blair, "Avrupa çapında vergilerin uyumlulaştırılması" görüşmeleri üzerine bir açıklama yapmış ve İngiltere'nin "hayati çıkarları"nı korumak için, "gerekirse Avrupa'da yalnız kalmayı göze alma kararlılıkları"ndan bahsetmişti. Blair şöyle diyordu: "Bazı insanlar Avrupa'da vergilerin daha yüksek olmasını istiyorlar. Bizim gibi başkaları ise, istihdama ve rekabete giden yolun ekonomik reform, istihdam kapasitesi ve beceri ile eğitime yatırımdan geçtiğine inanıyor."
Yıllar sonra Blair hükümeti tarafından üniversite harçlarının yükseltilmesinin ardından 22 Şubat 2004'de Observer 'da Helen Pridham'ın "çocuğu okutabilmenin" yolları üzerine önerileri yayınlanıyordu. Pridham, yükselen harçlar karşısında paniğe kapılan orta halli ve yoksul anne babalara, sağlık sigortası poliçesini kırdırıp nakit edinmekten mülkünü ipoteklemeye kadar bir dizi "yol" öneriyor, sonunda da, "hiç biri olmazsa" diyordu, "çocuğunuzu üniversitede okutma hayallerinden vazgeçin." Makalesinin son paragrafı aynen şöyleydi: "Elbette başka bir alternatif de, iyi devlet okullarının bulunduğu bir bölgeye taşınmak ve çocuğunuzu üniversitede okumaya teşvik etmek yerine, tesisatçı ya da elektrikçi olmaya yönlendirmek. Böylece sadece eğitim masraflarından tasarruf etmekle kalmayacaksınız, yeni bir mutfağa ihtiyaç duyduğunuzda bu seçiminizin hayrını göreceksiniz."
"Kızıl" Oskar'ın düşüşü
Ülkesindeki "denge"yi ücretliler açısından "yeni haklar yaratılmaması"na bağlayan dışişleri bakanı Straw'un ulusal çıkarlar açısından açıkça stratejik önemde gördüğü iki konu, "vergi" ve "sosyal güvenlik" meseleleri, bundan altı yıl önce "Kızıl" Oskar'ın başını yemişti.
Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) "Kızıl" Oskar Lafontaine'in liderliğinde 1998'de seçimleri kazandığında Lafontaine maliye bakanı olmuş, Gerhard Schröder ise hükümetin başına geçmişti. Oskar Lafontaine'in "kızıl" lakabı, aslında "açık pembe" sayılabilecek bu sosyal demokrat politikacının SPD içindeki "işadamları kanadı"na muhalif olmasından, sermayeye tanınan hakların yarattığı olumsuz toplumsal etkileri dengeleyecek bir programa sahip olmasından kaynaklanıyordu.
Kasım 1998'de, Blair'in o ilk sert çıkışından hemen önce, Lafontaine AB çapında vergi politikalarının koordinasyon içinde oluşturulmasını savunmuştu. Blair'den de önce, aynı günlerde İngiltere hükümeti adına bir açıklama yapan Gordon Brown, AB tarafından İngiltere'ye dayatılacak tüm vergi değişikliklerinin veto edileceğini belirtiyordu.
İngiltere'de ulusal gelirin yüzde 38'i vergilere giderken AB ortalamasının yüzde 45 olması, şirketlerin tâbi olduğu vergi oranının İngiltere'de yüzde 31'ken Belçika'da yüzde 41, Almanya'da yüzde 45 olması
Lafontaine ile Blair yönetimi arasındaki gerginliğin maddi temelleriydi ve Lafontaine bunu görmezden gelmiyor, çatışmayı ertelemiyor, diplomasi yapmıyordu.
Yeşiller'le koalisyonun mimarı da olan Lafontaine'in arası sadece İngiltere ile değil, ortağı Schröder ile de hızla açılıyordu. Birinin sosyal hizmetler programı gibi, diğerinin de bunlarla taban tabana zıt bir programı vardı. Schröder programı, büyük şirketleri, özellikle sigorta ve enerji sektörlerini teşvik eden vergi indirimleri içeriyor ve toplumsal hizmetlerin daraltılmasını öngörüyordu.
Mart 1999'da, mimarı olduğu ve şirketlerin şiddetli tepki gösterdiği vergi reformu yasasının Bundestag'dan geçmesinden bir hafta sonra, Lafontaine bakanlık, parti liderliği ve Bundestag üyeliğinden istifa ederek Saarbrucken'daki evine kapandı.
Schröder ise istifanın ardından partinin başına geçti ve kendi "reformlar"ını kaldığı yerden, bu kez can sıkıcı bir "fren"den kurtulmuş olarak devam ettirdi. O günlerde Almanya'nın en büyük işçi sendikası IG Metall'in başkanı Klaus Zwickel Lafontaine'i "kaçmak"la itham ediyor, Lafontaine'in düşüşünü ise " sermayenin ilk zaferi " olarak nitelendiriyordu.
Aradan tam beş yıl geçtikten sonra bu kez Schröder 21 Mart 2004'de parti liderliğinden istifa etti ve yerini partide çok daha popüler olan Franz Münterfering'e bıraktı . Ama Schröder Lafontaine gibi hükümeti de bırakmamıştı.
Üç yıldır ekonomik büyümenin hemen hemen sıfır düzeyinde kaldığı,
ücretlilerin sağlık hizmetlerinden yararlanmak için daha fazla para ödemek zorunda kaldığı, emeklilik koşulları ve sosyal hakların kısıtlandığı Almanya'da, SPD'nin desteği son kamuoyu yoklamalarına göre yüzde 24'e kadar düşmüş durumda. Eylül 2002'deki seçimleri de kazandıktan sonra sahip olduğu destek hızla eriyen Schröder'in, toplumsal hizmetlere uyguladığı kısıntılar ve işçi hakları politikaları nedeniyle "sosyalist ilkelere ihanet ettiği"ni düşünen çok kişi var ve parti içindeki muhalefet de giderek etkinleşiyor .
İşçi sendikalarının güçlü olduğu ülkede, bu arada iki grup sesini giderek yükseltiyor. "İş ve Sosyal Adalet İçin Girişim" ve "Seçim Alternatifi" grupları, 10 euro vizite ücreti, emekli maaşlarının dondurulması gibi kararlarının iptal edilmesini ve zenginlerden daha fazla vergi alınmasını talep ediyorlar. SDP'nin çöküş yaşadığı bu politik ortamda, Hristiyan Demokratlar'ın kadın lideri Angela Merkel'in bir sonraki seçimlerde kazanma ihtimali ise giderek yükseliyor.
Ama işte, Almanya'da Schröder'in temsil ettiği ve semayeyi epeyce ferahlatan politikalar bile, İngiltere açısından "hiza" olarak görülmüyor. 2004 yazı başlarında anayasa görüşmelerinde yaşanacak sıcak gelişmeler, ise, belki İngiltere'nin Avrupa Birliği dışına çıkış sürecini tetikleyecek. Brüksel'deki görüşmelerde Fransa Dışişleri Bakanı Michel Barnier'in sözleri, Avrupa içi ve ABD - AB arasındaki gerginliklerin üstünü örten diplomasi sürecinde hangi noktaya gelindiğini belgeliyor: "Kırmızı çizgilerden ve çekincelerden söz etmenin bir yararı yok. Görüşmelerde ilerleyeceğimiz kadar ilerledik. Artık hakikatleri konuşmak gerek." (ŞA/EK)