Nedir bu aşka olan merakımız? Acaba iş, güç, aile, çoluk çocuk, hayat derdi yeterince meşgul etmiyor mu bizi de, başka işimiz yokmuş gibi aşka mı burnumuzu sokuyoruz?
Durun ve bir düşünün; aranızda gönül ağrısı sebebiyle yaşamına ara vermeyen var mı? Ertesi güne yetiştirilmesi gereken bir iş, çok önemli bir toplantı, final sınavları, aileyle ilgili bir sıkıntı... Söz konusu aşk acısı ise hepsi durur...
Düzelteyim, esasında onlar değil biz dururuz. Sınavlar geçer, insanlar konuşur, birileri söylenir. Dünya tüm hızıyla dönerken biz aynı yerde kalırız; çünkü tıpkı simya destesinin kılıç üçlüsünde resmedildiği gibi kalbimize kılıçlar saplanmış ve kalbimiz kanıyordur. Dakikalar, saatler, günler geçer böyle. Sorumluluklar aksar. Yüzümüz, yıllarca aynı yerde bekleyen resimler gibi solar. Camdan gözlerle bir akvaryumu izler gibi bakarız dünyaya. Aynayla karşılaşmaktan kaçtığımız, en huzurlu yerin yorganın kırk kat altı olduğu yeni bir yaşam formu geliştiririz.
Derken, bir gün biter o acı. Bittiğini sanırız. Oysa sadece kalbimizdeki yara kabuk bağlamıştır. Hepimizin görünmeyen iplerle birbirine bağlı olduğu bu hayatta bir tökezleme, diğerinin cismi gitmiş izi kalmışlığını hatılatıverir bize. Çoğunlukla pis de olsa şakaları seven hayat, özene bezene binbir sancı ile bağladığımız kabuğu söküverir yerinden. Ve işte bitti artık dediğimiz o yara, tekrar kanamaya başlar. Saplanan kılıçlar belki çıkmıştır yüreğimizden, ama izleri koltuktaki sigara yanığı gibi hep orada kalacaktır.
İlişkilerin çıkmaza girdiğinin en büyük habercisi olan "ne seninle ne de sensiz" sendromu gibi, ne aşkla ne de aşksız oluyor. Aşksız bir hayat düşünemiyoruz. Ama hayatımızda aşk varken de rahat edemiyoruz. Yaman bir çelişkiler ağından kurtulmaya çalışırken, bulunduğumuz yere iyice saplanıp kalıyoruz.
Peki, şimdi aşka ne gerek var? Rahatın battığı mazoşist insanlar mıyız hepimiz? Hayır, sadece bir mucizenin peşinden koşuyoruz.
Öyleyse, olmazsa olmazımız, aşk ne? Fransız psikanalist Jacques Lacan, bu soruya duyduğum en güzel cevabı vermiş: "Aşk, sevilenin seven olmaya gönül indirmesidir" diyor. Haksız mı? Kesinlikle değil. Düşünsenize, sevilmek muhteşem ve bir o kadar da zahmetsiz bir şey; sürekli sizinle ilgilenen, size güzel sözler söyleyen, şımartan, boş vakitlerinizi sıkılmanıza gerek kalmadan dolduran biri var hayatınızda.
Oysa sevmek öyle mi? Siz sevilen tahtınıza rahat rahat kurulmuşken, sevenin haline bir bakıverin, sarf ettiği çabalara, size olan emeğine. Kolay değil, tüm bunları yapmak, bir dolu sıkıntıyı göğüslemek. Ve işte Lacan da tam bu noktada diyor ki, sevilen olmak lükstür. Sevilen, seven olmayı -yani aynı zahmetli yollardan geçmeyi- göze aldığında bir mucize gerçekleşir, ki o noktada kapımızı çalan aşkın ta kendisidir.
Eğer Lacan'ın tanımını kendimize referans alırsak, aşkın yan etkilerinden acı da hayatımızda kaçınılmaz oluverir. Seviyorsak, biliyoruzdur ki, gün gelir kanayacağız. Öyleyse bırakalım bu işleri demeye insanın kolay kolay dili varmaz. Çünkü az önce dediğimiz gibi bir mucizedir o. Ve zaten hayat, mucizelerle karşılaşmayı bekleyerek geçer.
Peki şimdi ne yapacağız? Acı çekeceğimiz bilgisi bizde saklı, korkuyla beslenmiş aşklar mı yaşayacağız? İşte bu noktada, kolları sıvayıp harekete geçmek gerekiyor: Aşkın zehrine, panzehir bulmakta.(EK/EÜ)