Gemerek'te evler hep bahçe içinde. Bahçeler, bir metrelik taş yığınlarıyla yapılmış küçük duvarlarla çevrili. Ben önde, jandarmalar arkada koşuyoruz bahçeden bahçeye. Bir duvarı aşıp yere yatıyorum. Ya ayaklarının dibine ateş ediyorum, ya da başlarının bir karış yukarısına. Ben ateşe başlayınca onlar yere yatıyor. O zaman kalkıp koşuyorum. Bir başka duvar aşıp yine yatıyorum. Yine ateşe başlıyorum...
Halk seyrediyor
Böylece biraz dinlenmiş de oluyorum. Böyle iki üç tur atıyoruz, dönüp duruyoruz Gemerek'in içinde. Herkes sokaklarda. Herkes durmuş beni seyrediyor. Yanlarından geçip atlıyorum. Halkta bana karşı hiçbir hareket yok. Bir kadın, evinin kapısından, az ötede beni seyreden kocasına sesleniyor:
"Herif Gel Çorbanı iç, yine gider seyredersin !"
Gelecek kuşaklar, hatırlasın
Gezmiş, çatışmalar sırasında hissettiklerinden bahsederken şunları söylüyor:
"Çocukları düşünüyordum sık sık. Anlatılmaz bir sevgi, anlatılmaz bir özlem duyuyordum onlara, çocuklara. Bir de bütün bu olayları, bütün bu acıları, gelecek kuşakların hatırlamayacağını düşünüyorsun. Ya hatırlamazlarsa diye geçiriyorsun. Bütün bu acıları, bu sıkıntıları onlar için çektiğini çok iyi biliyorsun oysa. Bir kişi olduğunu, içine girdiğin bu çatışmanın, aslında o anda bir kişinin çatışması olduğunu, ve bunun, bu büyük kavganın içinde önemsiz olduğunu, kocaman okyanusta bir damla olduğunu düşünüyorsun. işte Vietnam. Bir yığın insan ölmüş orada. Vuruşan, ölen her yurtsever Vietnamlı, bir yığın acı, bir yığın sıkıntı çekmiş ve vuruşa vuruşa ölmüş... Ölen yığınla devrimci var
orada. Ve gelecek kuşaklar, ne diyecek?
"Beş yüz bin kişi öldü, falan" diyecek.
Böyle diyecek gelecek kuşaklar. Ve sen geçip gideceksin. Çektiğin bunca acının, acıların, gelecek kuşaklarca da bilinmesini istiyorsun. Bu duyguyu anlıyor musun?"
Belki bir daha görüşemeyiz
Yusuf Aslan yakalanmasıyla birlikte başlayan süreci Erdal Öz'e şöyle anlatıyor:
"Mahkeme idam kararı verecek. Ama üç, ama dört kişiye idam kararı verecek. Verirler. Kararı yerine getirebilirlerse getirirler.
Ben cezaevindeyken Elrom kaçırıldı. Sinan'lar vuruldu. Cihan'lar yakalandı. Mahir'ler sıkıştırıldı. Cevahir öldürüldü. Üst üste geldi bu acı haberler. Mahkumlarla birlikte yatıyordum, Merkez Cezaevinde. Dertleşeceğim kimse yoktu. Haberlerden nefret ediyordum. Yaşamamın en büyük acıları oldu bu haberler. Mahfoldum. Bir tek kişi yoktu konuşabileceğim. Mahkumların hepsi de ağa
mağa...
"Oh iyi olmuş" falan diyecekler, ama ben olduğum iç1n demiyorlardı. Aslında yine hastanede kalmam gerekiyordu. Yüz numaraya güç gidiyordum. Bir elimle karnımdaki hortumun tüpünü tutuyor, titreyerek ve iki kat eğilerek bin güçlükle gidiyordum helaya... Tutunarak durabiliyordum orada. Haftada bir doktorlar gelip bakıyorlardı yarama.
Orada, cezaevindeyken, dışarıdan yemek gelmesi sonsuz sevindiriyordu beni. Babamı yeniden kazandım. Sabah, öğlen yemeklerimi getiriyordu.
Buraya (Mamak Askeri Cezaevine) getirilmeden iki gün önce görüşte babamla konuştum. Mamak'ta görüş olmadığını söyledim.
"Belki bir daha görüşemeyiz baba" dedim. Çok üzüldü.
"Ben bir adamını bulurum" dedi.
Kalktı. Sendeledi. Düştü yere. Gözlerini bana dikmişti. Çıkardılar. Dışarıda ağzından kan geliyormuş, ağlıyormuş boyuna. Üzüntüden mide kanaması geçirmiş. Hastaneye kaldırmışlar.
Annem geliyordu ara sıra. Sinan'ı, Alparslan'ı iyi tanırdı. Görüşte hep onlara ağlıyordu, beni bırakmıştı artık, onlara ağlıyordu."
(YV)