İki farklı yaşam, iki şiddete maruz kalmış kadın. İkisi de benzer kabusu yaşamış. Birisi suçu sevgiye atıyor, diğeri eğitimsizliğe. Oysa sevgiden mahrum olanı da eğitimli olanı da bir gün tanışmış şiddetle.
Hanife, Manisa'nın bir sokağında, fakir bir hane diyebileceğiniz iki odalı bir evde yaşıyordu. Hanife donuk... Hanife tepkisiz... Hanife gülmeyen bir kadındı. 29 yaşındaki Berna, üniversite eğitimi almıştı, eşi Nihat gibi. Berna'nın masal gibi başlayan evliliğinde balayından itibaren gerilim romanının sayfaları yazılmaya başlamıştı, "Şiddete karşı koymak için, eğitimli olmak değil bilinçli olmak gerekli" demişti ve evliliğinin 5. yılının sonunda "şiddete dur" diyebilmişti.
Bir cümle çınlıyordu kulaklarımda iki kadınla da konuşurken: "Şiddete maruz kalmış ve kırılmış bedenler, parçalanmış ruhları doğuruyor."İkisinin de gözlerinden firar ediyordu, kırılmış bedenlerinin parçalanmış ruhlarının çığlığı.
Ülkenin her bir köşesinde kadınlar öldürülüyor
"Oy vermeyen karısını öldürdü", "Kıskandığı eşini öldürdü", "Boşandığı karısını öldürdü", "İçmesine kızan karısını öldürdü", "Su getirmeyen karısını öldürdü", "Kendisinden 39 yaş küçük karısını döverek öldürdü", "Pembe dizi izlemek isteyen karısını öldürdü", "Harçlık için karısını öldürdü", "Karısını yakarak öldürdü", "Namus uğruna karısını öldürdü", "Sokak ortasında karısını öldürdü", "Çok konuşan karısını ağzını çiviledikten sonra döve döve öldürdü".
Bunların hepsi hemen hemen her gün haber bültenlerinde ya da gazete sayfalarında karşımıza çıkan haber başlıkları. Tüm bu başlıklar, şiddetin son noktaya nasıl geldiğini anlatıyor başlı başına. Sebep ne olursa olsun, fasulyenin pişmemesi, mezenin hazırlanmaması, su getirilmemesi gibi sudan sebeplerle ülkenin her bir köşesinde kadınlar öldürülüyor.
"Ailemin biricik bebeğiydim"
Böylesine zamansız bir vahşetin kıyısından dönen 29 yaşındaki Berna da, babası "Kendini öldür, kurtul" diyen Hanife de ölümün soğuk nefesini kocalarının elinden hissetmişler.
Güzel bir çocukluk geçirmişti Berna. "Ailemin biricik bebeğiydim. Annem, babam, amcalarım, teyzelerim, dedem herkes üzerime titrerdi" diye anlatıyor el bebek gül bebek büyüdüğü günleri. Her flört döneminin olduğu gibi onun da mükemmel bir sevdası olmuştu okul yıllarında. Her istediği alınıyor, her yere gidiyorlardı. "Birlikte eğlenmekten, gezmekten zevk alıyoruz. 'Bebeğim, kelebeğim' diyor bana. Öylesine narin görünen birini kim nasıl kırmak ister ki..." diyor Berna küskün bakışlarıyla.
Hassas bir yapısı olduğu her halinden belli olan kırılgan bir kadın Berna, her kadın gibi... "Muhteşem bir düğün gecesinin ardından, ailemiz bize mükemmel bir balayı hediye ediyor. Bir insanın bir gece içinde nasıl canavara dönüşebileceğine şahit oldum ilk kez hayatımda. Sevdiğim, taptığım, aşkım, yarım dediğim, üzerime titreyen adam, bir gecede mezara girdi. Bambaşka bir adamla evlenmiş olduğum gerçeği çarptı suratıma, bir tokat gibi. Bir değil, binlerce tokat geldi ardından beş yıl boyunca. Otelden dışarıya adım atamadım balayında bir hafta boyunca, yüzüm gözüm kollarım mosmordu. Peki neden? Ne yaptım? Hatam ne? Beni sevmiyor mu? Binlerce soru aklınızda uçuşup duruyor. Karşınızdaki yabancıdan bir cevap alamadığınız gibi, siz de yanıt veremiyorsunuz bu sorulara..."
Ailesine anlatmayı deniyor bu olaydan sonra her şeyi. "Denedim, ama kaç yıl flört ettiğin adamı tanımadın mı? Ne yaptın da adamı çileden çıkardın? derler diye sustum. Oysa ailem böyle şeyleri söyleyecek insanlar değildi. Ama o zaman hep olumsuz şeyler geliyor aklınıza. Karanlığın içinde her şey her zaman siyah görünüyor gözünüze."
Elindeki kocanın kıymetini bil...
Arkadaşlarından ya da başka güvendiğin birilerinden destek istemek de gelmiş elbette aklına. Şiddete dayağa hayır diye diye kadın haklarını savunan arkadaşları, o zaman "Elindeki kocanın kıymetini bil, hepsi aynı başkası farklı mı olacak. O seni sevdiği için böyle yapıyordur. Kıskanmak onların doğasında var. Erkek hem sever hem döver" öğütleri vermiş Berna'ya. Bir tokat daha inmiş kırılganlığının tam ortasına.
"Beni sevdiği için, beni kıskandığı için böyle yapıyor diyerek kendimi üç yıl avuttum. Bu zaman boyunca beni hep küçük görüyordu. Evliliğimiz boyunca çalıştığım şirketi, başarılarımı, kazancımı, kadınlığımı aşağıladı. Bir süre sonra aşağılamalarına alıştım; hatta bunları kabul eder bir hale geldim ve kendime güvenimi kaybettim. Ondan iyi sözler duymak, kendimi ona beğendirmek için sürekli çaba sarf etmeye başladım. Evdeki sıkıntılarla birlikte işteki sıkıntıların da artması sonucu bir ara depresyon yaşadım. Bu nedenle bana "manyak, ruh hastası" demeye başladı.
Bir şey sorduğumda, "Kapa çeneni, odana git" derdi. Kimliğini kaybetmiş bir insan haline geldim. Ben artık şiddetin çıkmaz sokağındaydım."
Ve bir gün Berna patladı. "Daha da patlamazdım belki, bir gün arkadaşlarımdan biri onu başka bir kadınla samimi bir vaziyette gördüğünü söyledi. Pek çok kadının hayatında en az bir kez tattığı bir duyguyu aldatılmayı yaşıyordum. Bunca acı, katlanma nedendi peki? Hani beni sevdiği için yapıyordu bu eziyetleri, nasıl bir sevgiydi bu ki o başka bir kadınlaydı.
"Bütün bunları sorgulamaya ve ona sormaya başladığımda şiddetin dozu arttı. Yaklaşık altı ay boyunca, bir gün evdeyse dört gün yoktu, böyle sürdü gitti. Bir gece eve alkollü geldi. Evde de içmeye devam etti. Bir başka kadınla neden birlikte olduğunu sorduğumda tartışmaya başladık. Masanın üzerindeki şişeyi kırarak, üzerime yürüdü, bir süre direndim ama sonra karnımda sıcak bir acıyla baş başa kaldım. Evliliğim boyunca yaşadığım her şey odanın içinde dolaşıyordu. En son telefonla yardım çağırdığımı hatırlıyorum ve gözlerimi hastanede açtım."
Başlangıcı masal gibi, devamı gerilim romanı gibi gelen bu hikayeyi bitirmesinde ailesi destek olmuştu genç kadına, ancak 43 yaşındaki Hanife kadın onun kadar şanslı değildi.
Hanife yaşam öyküsü yoksullukla başlayanlardandı. Kavga, gürültü, dayak ve fakirlikle çocukluğunda tanışmıştı.
"Babam öl kurtul dedikten sonra kime sığınacağım?"
"Biz 5 kardeşiz, annem babam sağ, üç ablam da benim gibi kavga ve dayaktan kaçıp evlendiler. Kötü bir babam vardı. Akşamları geç vakit sarhoş eve gelip hepimizi kaldırıp üzerimize saldırıyor, annemizi gözümüzün önünde dövüyordu. Annem halsiz kalınca da bizi sıraya dizerdi babam. Küçük ve çaresizdik. Hepimiz mutlaka onu öldürmeyi düşünmüşüzdür, hiç olmazsa diğerleri huzurlu yaşasın diye. En kötüsü de onun kendi çevresinde örnek baba olarak tanınmasıydı. Kimse evimizde yaşanan cehennemi bilmiyordu, çok yakınlarımız dışında. Evde kavga gürültü eksik olmazdı. Evde duramaz, kaçar tarlaya giderdik. Çocukluğumuz, gençliğimiz nasıl geçti, hiçbir şey anlamadık. Yetişip evlenme çağına gelen kurtulmak için alelacele evlenip gitti. Ablamlar kaçış yolunu evlenmekte bulunca, iyi bir şey diye ben de evlendim."
Şiddetten kurtulduğunu sandığında tam da buna inandığında evliliğinin ikinci ayında başlamış şiddet ve tam 26 yıl boyunca her gün dayak yemiş.
"'Kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmeyecen' diye diye, sebepli sebepsiz her şeye dayak yedim. Anama babama ilk zamanlar söylemedim; ama dayaklar bitmeyince onlardan yardım istedim. Babam bana 'Kendini öldür, kurtul.' dedi. Korku dolu gündüzlerim, gecelerim hiç bitmedi. Çocuklarıma hamileyken de, yemeği sofraya sıcak koyduğumda da, onun yerine işe gittiğimde de hep dayak vardı. Hâlâ var."
Kurtulmak, kaçmak belki de beterine baba evine sığınmak istemiş, ama "Babam öl kurtul dedikten sonra kime sığınacağım. Bizim memlekette kızları, dul kadınları sokak ortasında vururlar. Memlekete dönemem, kimsenin kapısını çalamam. Zaten bırakmazlar beni. Gelir bulur, vururlar. Baba ocağımda koca yanı da kötüydü. Neresi cennet olacak ki, kim gel bana sığın diyecek ki? Boşanmak zaten yok bizde, baba dayağından kaçacağım diye evlenmiştim, koca evinde de buldum" diyor.
Zaten polis ne yapacak ki?
Dayak yediğinde polise başvurmayı aklının ucundan bile geçirmemiş. "Neden polise gideyim ki, eve dönünce yine dövsün diye mi? Kol kırılır yen içinde kalır. Zaten polis ne yapacak ki? Polisin elinden kurtulunca yine dayak atacak, bu kez daha da hırslanacak hem. Kurtuluş yok, ben çekeceğim bunu. Çocukken olduğu gibi. Televizyona çıkan kadını nasıl vurdu oğlu, gördün değil mi? Benimkiler de beni vurur, ardımdan gözyaşı döken olmaz."
"İkisi de böyle şeyler yaşamıyor ama kızlarım dayak yese, alırım kızlarımı yanıma. Gençler şimdi daha mı akıllı, bilmem ki. Onlar mutlu. Belki de anlatmıyorlardır. Çocukken onları da döverdi babaları, bir kenarda susup otururlardı. Öğretmenleri çok sakin ama mutsuz bu çocuklar derdi. Anlatamıyorsun ki. Babaları dövüyor desem, evde yine dayak yiyeceğiz. Elini kaldırıp dur bakalım, buraya kadar diyemiyorsun" ve dayağı fakirin eğitimsizin kaderine yakıştırıyor Hanife.
O'na Berna'yı anlatamıyorum, boğazıma takılıp kalıyor. O hâlâ aynı sözü mırıldanıyor: "Tahsili olmayınca insanın, gideceği yeri de bilmiyor, kime ne söyleyeceğini de..." (BEU/KÖ)