17 Temmuz 2020’de hayata veda eden Seyfi Dursunoğlu, namıdiğer Huysuz Virjin’le H. Korhan Atay ve Figen Kumru’nun yaptığı nehir söyleşi kitabı “Katina’nın Elinde Makası”ndan bazı bölümleri yayımlıyoruz.
Ustalarla aynı sahnede
Sizin dev sanatçılarla sahne paylaşmışlığınız da var. Hamiyet Yüceses, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar ve Perihan Altındağ Sözeri’yle aynı anda mesela...
Ah evet... Hilton’da bir şirketin gecesi vardı. 1980 yılının Aralık ayı. 12 Eylül yeni olmuş, onun arkasından.
Yer yerinden oynadı... Daha sonra menajerliğimi de yapan dostum Şakir’le (Eroğlu) o zaman tanıştık işte. Onun çalıştığı şirketti. Şirket “Enteresan bir şey yapalım demiş”, Şakir de, zaten Hamiyet Yüceses onun yengesiydi; yengesini ve Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, Perihan Altındağ Sözeri’yi o gece bir araya getirmeye karar vermiş.
Sonra düşünmüş, bu dört kadın arka arkaya sıkıcı olabilir, Huysuz Virjin’i de alalım. Huysuz Virjin aralarda; bir Huysuz Virjin olarak çıkar, bir Zeki Müren taklidi yapar, bir Bülent Ersoy taklidi yapar, renkli olur. Şakir’le böyle tanıştık. Ben 15 bin lira istedim, o 10 bin lira teklif etti ve 12 bin 500 liraya anlaştık.
Herkese otelde oda ayırtıldı. Ben oda istemedim. Aralarda çıkacaksam; çık yukarı değiş, in... "Bana sahneye en yakın yeri ayarlayın. Ufacık, üçe üç bir yer bile bana kâfi" dedim.
İlk Safiye Ayla'yı çıkardılar sahneye. Ben de hazırlanıyorum. Pat kapı açıldı. İkinci çıkacak Perihan Altındağ Sözeri'ydi, "Ah, sahneye çıkmadan biraz burada oturayım!" dedi. "Aman rica ederim!" dedim. Hazırlanmaya devam ediyorum, pat kapı açıldı, Hamiyet geldi. Az sonra kapı yine açıldı, Müzeyyen geldi. Ömür boyu çekememişler birbirlerini, yaşları ilerlemiş ama rekabet duygusunu hâlâ kaybetmemişler.
Kim ne yapacak, ne diyor merak içindeler. İyi de, benim halim perişan. Ayol dokuz metre kare oda, ortada masa var, ben boyanacağım, giyineceğim, değişeceğim; sırf iş olsun diye otelde oda tutturdular, geldiler benim odamda oturuyorlar. Ben sahneye gidiyorum geliyorum; arkalarını dönüyorlar, soyunuyorum, "Ayol kalkın gidin, rahat edeyim!" diyemiyorum. Şimdi olsa söylerim tabii. Öyle birbirlerini kontrol ede ede çıktılar, şarkılarını söylediler, yanıma döndüler. Ama benim de orada çok beğendiğim bir esprim olmuştur; "Hayatımda ilk defa bir kadroda en genç benim" demiştim. Güzel bir geceydi.
Birbirleriyle ilişkileri nasıldı? O rekabet duygusu yansıyor muydu davranışlarına?
Yansımaz mı? Son derece naziktiler tabii ama geçmişten gelen kıskançlıklar aralarındaki elektrikten anlaşılıyordu. Kim ne reaksiyon alıyor; bakıyorlar, dinliyorlar, birbirlerinin kostümlerini kontrol ediyorlar... Beni de seviyorlar ya da seviyor gibi davranıyorlardı. Aynı devrin sanatçıları, dolayısıyla birbirlerini hiç methetmezlerdi.
Mesela Hamiyet sesine güvenirdi. Hamiyet’in sesi oktav olarak hepsinden yüksekti. Ancak Perihan Altındağ da notasına güvenir, nota bilmemekle suçlardı Hamiyet’i. Hamiyet de Perihan’ı sesi az diye suçlardı. Safiye Ayla hiç kendine toz kondurmazdı. Hakikaten de öyle, benim için başka türlü bir sestir o, buğulu bir sestir. Müzeyyen desen, zaten yırtmış geçmiş olayı. Herkes en iyisi benim diye düşünürdü.
Aralarında en eski sanatçı Safiye’dir. Arkasından Hamiyet geliyor, sonra Müzeyyen geliyor ve uzun bir aradan sonra Perihan Altındağ Sözeri. Perihan 1947'de Ankara Radyosu'ndan İstanbul'a geliyor sahneye çıkmak için. En gençleri o ama üçünün popülaritesini eşdeğerde yakalıyor.
O yüzden bunlar dörtlü olarak anılırlar; Perihan düzeltir, "Ben en gençleriyim, arada bir köprüyüm" derdi. Tabii bir süre sonra Zeki Müren çıktı ve dördünü de ekarte etti. O devir kapandı, Zeki Müren devri başladı.
O gece dışında bu muhteşem dörtlü hiç bir araya geldi mi?
Hayır. Bir daha hiç bir araya gelemediler. Ama ben senelerce menajerliğimi yapan Şakir Eroğlu’yla bu vesileyle tanışmış oldum. Onun bu büyük organizasyonu düzenlemekteki becerisinden ben de istifade etmeyi düşündüm. Menajerlik teklif ettim, kabul etti. O aralar para toplama devrem olduğu için, her gelen ekstra teklifine “Evet” diyorduk. Böylece Şakir’le bir dönem çok yoğun bir çalışmamız oldu.
Beğendiğim birçok yönü var Şakir’in. Mesela prezantabl bir insandır. Konuşmasını bilir, her işi büyük bir saygı çerçevesinde halleder. Program gecelerinde, her zaman ceket, kravat, takım elbise giyer; olaya neredeyse gerektiğinden fazla değer verir. Ayrıca beraber çalışmamızın hoşuma giden bir başka yönü de işten evvel veya sonra karşılıklı oturup sohbet etmek ve kâğıt oynamaktı. Çoğu ahvalde de ona verdiğim parayı böylece geri alırdım!
Menajer işveren ilişkisinden ziyade, iki arkadaş, iki dost gibi çalışırdık. O iyi para kazandığı için, ben de güvenilir bir arkadaşla beraber olduğum için mutluyduk. Ancak bu kadar methiyeden sonra, şimdi de sevmediğim taraflarını söyleyeyim: Her gittiğimiz işte, ben Şakir’i beklemişimdir.
Ağır kanlıdır, benim titizliğimden ürktüğü için yapması gereken bazı işlerin benim tarafımdan yapılmasını bekler. Mesela, program yapacağımız salondaki masa mizanpajı (kimin nerede oturacağını gösteren masa yerleşim düzeni), sahne ışıklarının gözüme girmeyecek şekilde ayarlanması gibi.
Yine de çok kaypak olan menajerlik mesleğini en güvenilir şekilde yürütebilen bir menajerdir. Profesyonel beraberliğimiz ben çalışmamı rölantiye alıncaya kadar devam etti. Şimdilerde çok iyi dost, sırdaş, abi kardeş gibi devam ediyoruz.
Devlerin herhangi biriyle çalıştınız mı daha sonra?
Müzeyyen'le çalıştım tabii. Hamiyet'le çalışmadım, çünkü ben başladığım zaman özel yaşamından ötürü sahne çalışmasını bitirmişti, takat olarak değil.
Müzeyyen Senar'la nerelerde çalıştınız birlikte?
Adana’ya işe gitmiştik. Assolist Ayşe Tunalı olacaktı. Kemancısı mı gelmemiş, ne olmuş; Ayşe Tunalı yerine kısa boylu bir alaturkacı kadın getirdiler! Yani masalardan zor görünüyor, kısacık boylu bir kadın ve iş kötü gidiyor. İsyan ettim, "Bununla olmaz! Bana bununla çalışacaksın dememiştiniz" diye, sonra aklıma geldi "Müzeyyen ablayı çağıralım" dedim. "Ay, biz nasıl çağırırız Müzeyyen Hanım’ı" diye onlar ürkünce, "Ben çağırırım!" dedim açtım, Müzeyyen ablaya anlattım... "Assolistsizim!"... "Hemen geliyorum" dedi; hiç itiraz etmedi, atladı geldi. Afişler mafişler... Oh, dükkan doldu doldu boşaldı, gayet güzel.
Baktı işler gayet güzel gidiyor, Müzeyyen abla bana "Bak bir lafınla senin sözünü kırmadım geldim. Bana altın taksınlar" dedi. Hay Allah! Gittim patrona "Bak bir lafımızla kalktı geldi, altın takın Müzeyyen Abla’ya" dedim. Gittiler iki üç tane altın kolye aldılar. Bir tanesinin ucu incecik plaka gibi ama geniş, kocaman görünüyor.
Bir tanesi daha kalın oval, bir tane daha vardı, hatırlamıyorum şimdi. "Al bunları götür, hangisini beğeniyorsa onu takalım" dediler. Baktım o büyük görünen ama incecik olanı beğendi. "Müzeyyen abla, bu daha güzel, daha kalın"... Hayır. "Karışma sen!" dedi.
Son gecemiz; Suna Yıldızoğlu ve rahmetli Çetin Alp de var. Önden de başka birileri var. Ben çıktım, "Bu gece son gecemiz. Teşekkür ederiz bizi izlediğiniz için" derken...
Aaa, baktım patron kalktı geldi. "Sana takıyoruz bunu" dedi. Hani daha ağır, değerli ve oval olanı var ya, onu bana taktılar. Öbürünü de Müzeyyen Senar'a taktılar. Sonra ne oldu o altın? Benim öyle şeyim vardır, veririm. İçerim, Rolex çakmağımı garsona veririm! Eskiden öyleydi. Şimdi Allah'tan bu plastik çakmakları almıyorlar!
Yer neresiydi?
Orada Onbaşılar diye bir yer vardı. Sahibi de kısa boylu, enine bir adamdı. O da hayatından çok memnun.
Kebapçı diye bilirdik onu.
Karşıda kebapçısı var, bu tarafta da gazinosu var.
Müzeyyen Senar'la başka çalışmanız da var mı?
Var var. Sonra bir iki yerde daha Müzeyyen abla, "Bak senin bir lafınla kalktım geldim" diye hatırlatmıştır. Bir gün Müzeyyen abla kızı Feraye ile bana geldi: "Senden bir ricamız var. Feraye’nin Bodrum’da bir yeri var. Orada üç dört günlük bir program yap. Ama çok para isteme bizden" dedi. Yerimiz ufak, şudur budur.
Ve bunları ağlayarak söyledi bana. Ben de, "Müzeyyen abla, tabii ki emrin başımın üzerine. Ben bu çalışmayı hediye yaparım, hiç para almam. Sen benim evime kadar gelmiş benden bir şey istiyorsun. Hiç para almadan ben bu işi yaparım" dedim. Tabii çok daha mutlu oldular. O sıra İzmir, Çeşme, Kuşadası, Antalya böyle seri bir iş vardı arka arkaya. Zamanları müsait. Ona denk getirerek Bodrum’a geldim. Gelmeden telefon ettim, "Geliyorum" dedim. "Tamam" dediler.
Geldik, indim otobüsten, bakın bakın, hiç kimse yok. Kimse karşılamıyor bizi. Arkasından bir bez afiş gördük başka da hiçbir şey görmedik. Gazete ilanı hiç yok. Ayol, bedava gelmişiz size. Bir gün de değil yani, üç dört günlüğüne kalkmış gelmişim, artık sen yık ortalığı. Hiçbir şey yok.
Zaten uykulu gözlerle yarım saat sonra geldi Feraye, öyle bir çalışma yaptık. Gayet güzel bir çalışma oldu. Sonra da teşekkür ettiler bana. Orkestrama para verdiler mi, vermediler mi onu da hatırlamıyorum; galiba verdiler orkestranın parasını. Müzeyyen ablaya olan borcumu da böyle ödemiş oldum. Fakat, sonra bir laf duyuyorum; “Haziranda geldi. Ağustosta gelseydi çok daha iyi olurdu”...
Kısa ve kalın reisicumhurlar, Huysuz amiral kucağında
Espri ve takılmalarınızın şiddeti, mekâna, zamana, insanlara göre değişiyor mu? Yoksa kim olursa olsun canınızın istediğini söylüyor musunuz?
Mekâna, yere, gelen insanlara göre değişiyor tabii. Mesela Yeşil’in başka bir sıcaklığı vardı. Orada, “Ay bunu söylesem mi? Müstehcen olur mu olmaz mı?” diye düşünmezdim. Yiğit Şardan’ı bilirsiniz. Bir gün gelmiş; çok gösterişli bir çocuk. “Ay bir an evvel işimi bitireyim, bir an evvel içeri gideyim mastürbasyon yapayım!” dedim.
Buna baktım fenalık geldi. Yiğit, “Hem onu duymak hoşuma giderdi hem de yerin dibine girer, kafamı indirirdim” derdi. Bu kadar rahatlıkla program yaparsan güzel oluyor. Yoksa, "Ay onu mu diyeyim?" dersen olmuyor. Bir gece birine laf attım bir ekstrada, kulise geldiler, “O albayın karısıydı, biliyor musun?” dediler. Ayol ne yapayım albayın karısıysa? Kendini albay zannetmiyor herhalde... Ben Özal’a, Denktaş’a laf atmış adamım.
Ne dediniz Özal’a?
Sanat hayatımın önemli gecelerinden biridir Semra Hanım'ın Turgut Özal’la Günay’a geldiği gece. Semra Hanım, Turgut Bey'in elini tutuyor böyle devamlı; genç kız gibi. “Ayol bırak! Adam sakat değil, bir şey değil. Niye devamlı elini tutuyorsun?” dedim. “Biz 35 sene birbirimizin elini bırakmadık hiç” dedi. “Arada pudra sürün, pişik olur” dedim. Adam Reisicumhur ancak bu kadarını yapabilirim; halk bekliyor çünkü. Orada bir şey yapılacak, yapmak mecburiyetindeyim. İki gün sonra da Rauf Denktaş geldi. “İki gün önce Özal buradaydı, iki gün sonra siz geldiniz. Ayol, bütün Reisicumhurlar kısa ve kalın mı olur, bunun hiç ince uzunu yok mudur?” dedim.
Bir keresinde de Semra Özal, “Dikili ağacım yok” diye bir beyanat vermişti ama parmağında çok büyük bir tek taş yüzük vardı. “Hanımefendi, dikili ağacım yok dediniz ama elinizde orman taşıyorsunuz” dedim. Birilerine, “Bir daha gitmem Huysuz’a, çok takılıyor” demiş sonra. Bir keresinde de Fatih Ürek gelmişti. “Niye arkadaşın gelmedi” dedim, onlar hep beraber dolaşırlar çünkü.
Siyasilerden başka laf attıklarınız da var mı?
Dalan’a da attım, “Ne yaptın abi!” dediler... Bedrettin Dalan karısıyla gelmişti, “Kocanızla yatmak istiyorum!” dedim. Karısı da “Helal olsun size, yatın!” dedi. Ben de seyirciye döndüm, “Adamda bir şey kalmamış ki, karısı bu kadar rahat konuşuyor!” dedim: “İyi bir şey değil ki, gönderiyorsun”...
O zamanlar Yeşil’de Deniz Türkali de izleyiciyle diyalog kurmaya, takılmalara başlamıştı.
Şimdi böyle bir işi başkasından görerek yapamazsınız. İçinizden gelecek, onu gözlemleyeceksiniz. Yoksa, yapıştırma olduğu belli oluyor. İşte Mehmet Ali (Erbil) yapıyor. Tek yaptığı, gidip adamın birinin kucağına oturmak; "Saçın!" demek, "Başın!" demek... Mehmet Ali RTÜK’lük. Birçok şeyi RTÜK’lük. Bayağı çünkü yaptıkları.
Siz en belden aşağı espriyi de yapsanız bayağı olarak algılanmıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Çünkü bana baktığın zaman, yani bunu söyleyen kadına baktığın zaman gülüyorsun sen; “Benimle yatar mısın?” deyince. O kadar çirkin ve yaşlı bir kadın ki... Bunu söylediği zaman gülebiliyorsun. Ama bunu Mehmet Ali söylediği zaman olmuyor. Hülya Avşar söylediği zaman da olmuyor.
35 yıl eğlendirdiniz. Siz nasıl eğlendiniz bu arada?
Ben kime gidebilirim, para biriktireceğim; nasıl giderim...
Sahne esprileriniz yüzünden başınızın derde girdiği oldu mu hiç?
Tabii ki oldu. Olmaz mı? Ama benden çok başkalarının başı derde girerdi.
Nasıl?
Rahmetli Tanju Okan'la gayet hoş bir dostluğumuz vardı. İzmir Efes Otel'inde beraber çalışıyoruz. Ben her zaman masaların arasında dolaşıyor, espriler yapıyorum. Arada sırf erkeklerin oturduğu "sap" masalarla karşılaştığımda, "Oda numaram 426!" diye bir espri yapardım. Bu numara mikrofondan duyulmuyor ama yakın çevredekiler duyuyor. Saplara denk geldikçe hemen "Oda numaram 426!" diye cilveli cilveli söylüyorum. İş bitti, odalarımıza çekildik. Sabah kalktım, Tanju sinir içinde ağlamaklı bir halde geldi yanıma: "Ne oldu yahu, niye bozuksun?" dedim, "Başlarım ben böyle otele yahu! Sabaha kadar tak, tak, tak habire kapım vuruldu. Sabahın körüne kadar... Ne rezilliktir bu?" dedi... "Eyvah!" dedim içimden, "Kaç numaradasın?", "426"... Ayol kapımı çalacaklarını bilsem kendi numaramı verirdim. Ondan sonra o numarayı kestim, bir daha yapmadım.
Hayatınızın en unutulmaz ekstrası hangisi?
Ahh... Soli Tesisleri, Mersin... Paramızı peşin aldık, kalktık gittik. Nerede program yapacağım bir bakayım dedim, bir bahçe. Ev bahçesi gibi bir şey. E, podyum modyum?.. “Masalardan yaparız” dediler. “Bir ses provası yapalım” dedim, “Yapalım” dediler. Benim bildiğim kocaman kolonlar yerleştirilir. Küçücük dört tane bir şey geldi. Orkestram geldi, “Abi” dediler, “Burada yapamayız. Buradan ne ses çıkar, nasıl olabilir?” Tepemizden elektrik telleri geçiyor, birer metre arayla lambalar -kibar olsun diye beyaz lambalar- sarkıyor. Akşamüstü hazırlandım, sahneye çıkacağım. Orkestra demiş ki, “Seyfi Ağabey imkanı yok çıkmaz”... Bir de etrafı bezlerle kapattılar, brandalarla kapattılar. Ağzına kadar dolu bir bahçe. Bir çıktım; sahne ışığı falan yok, o lambalar işte... Masaları yan yana koymuşlar, bir kare yapmışlar bir de onu uzatmış podyum yapmışlar. “Seyfi” dedim, “Artık buraya kadar çıkmışsın”... O zamanın parası, hiç unutmuyorum 350 milyon...
İyi bir para mı bu?
İyi para.
Sene kaç?
1996 yazı. Çıktım, programı yapacağım. Yarabbim, Allah’ım; bu program bitsin... Ve o teller oynuyor oynuyor duruyor; oynuyor oynuyor duruyor; burnumun dibinde esniyor, bir kalkıyor bir iniyor. Neyse, programı bitirdik gittik yattık. Ama yani ölüm çıktı. Ses düzeni kötü, ışık kötü, her şey kötü. Ertesi gün patron bir karış surat oturuyor. “Ne oldu?” dedim. “Çok zarar ettim” dedi. “Niye? İçerisi doluydu ağzına kadar...” Meğer brandayı kaldıran girmiş, kaldıran girmiş. “Böyle yazlık bir yere branda yaparsan, buradaki insanlar herhalde görmek isteyeceklerdir, müsaitse niye girmesin ki” dedim. “Haklısınız” dedi.
Sizi çok mutlu eden, kendinizi çok ayrıcalıklı hissettiğiniz bir ekstra var mı?
Var, bir ekstra daha var. Bir müessesenin elemanları için yaptığı bir gece. Herhalde çok iyi bir müessese; onların mühendisleri mimarları falan. Hepsi aynı renk, önlük mü deriz bir şey giymiş. Ben espri yaptıkça, bakıyorum espriyi gayet güzel alıyorlar, gece çok güzel geçiyor. Sol tarafta çok esprili bir adam var, devamlı laf atıyor; ondan istifade ediyorum, ona laf attıkça büyük reaksiyon alıyorum. Çok güzel geçti gece ve peruğumu çıkardım, son şarkımı söyledim, "İyi geceler, çok mutlu oldum size program yaptığıma" dedim, ... hepsi birden sanki sözleşmiş gibi ayağa kalktılar, alkışladılar. Çok böyle güzel ekstralarım olmuştur.
Askerlere şov yaptınız mı hiç?
Askerler de bana bir ara dadanmışlardı, bir iki kere gittim. Ondan sonra geldiklerinde “Bakın” dedim, “Albaya yarbaya hıyar deyiveririm ben. Hiç mesuliyet kabul etmem, istiyorsanız götürün beni”... Biz düşünelim sizi ararız dediler, aramadılar.
Bir keresinde, galiba Serpil Örümcer’le Üsküdar’da askeri bir yere gitmiştik.
Orduevi mi?
Onu hatırlamıyorum ama parayla gittiğimi hatırlıyorum. Biraz ucuz gidiyordum ama parayla gidiyordum. Onu duyan diğer orduevleri de para veriyorlardı. Ama tabii çok fazla para isteyemiyorsun.
Sonradan deniz subayı olan Deniz Koleji arkadaşlarınızla karşılaştınız mı şovlarınızda?
Karşılaşmaz mıyım? Hem de nasıl... Ankara’da Başkent Gazinosu vardı, şimdi yıkıldı. Orada program yapıyorum. Müdür geldi, “Aman Seyfi Bey, niyedir bilmiyorum bütün localar bahriyeli doldu!” dedi, “Aman ne olursunuz onlara takılmayın”... Bütün amiraller, paşalar, albaylar, hepsi orada. Çıktım baktım; bizim Ertan, (Bulman) bizim Namık (Darcan)... İki laftan sonra kucaklarındaydım hepsinin. Müdür yırtıyor kendini; “Amiralin kucağına oturdun! Mahvolduk!”. Dedim, “Onların hepsi arkadaşlarım. Beni onore etmek için gelmişler"...
Tek bedende iki kişi
Seyfi Dursunoğlu ve Huysuz Virjin'in aynı vücutta yaşamasının kimi etkilerinden söz edilebilir mi acaba?
Şekil olarak birlikte yaşamıyorlar ama Seyfi Dursunoğlu'nun düşüncesinde var: Yani bir iş almışsa, bir program yapacaksa, kafasında hep Huysuz Virjin var. Yani günlük yaşamındaki hareketinde, davranışlarında yok. O, onun ekmek parası. O ekmek parası için devamlı onu düşünmek zorunda. ‘Huysuz ne yapar, nasıl yapar, nasıl yaparsa iyi olur?’ gibi...
Huysuz Virjin’in yaptıkları, Seyfi Dursunoğlu'nun da içinde bir yerlerde var olan şeyler olabilir mi? İnsanlara takılmalar, espriler, açık saçık konuşmalar...
Hayır, hayır! Seyfi Dursunoğlu olarak bunları yapmaktan keyif almıyorum. Ancak insanlar bir yere gittiğim zaman benden bunları bekledikleri için; eğer memnunsam hayatımdan, böyle bir iki takılma yapıyorum. Yani bir iki laf atma... Bekliyorlar, istiyorlar çünkü.
Yıllardır iki kişi olarak yaşıyorsunuz.
Hayır!
İki karakter...
Bir karakteri canlandırıyorsunuz demeniz daha uygun değil mi?
Ama izleyicinin gözünde Huysuz Virjin diye, yaşayan bir karakter var. Yıllardır yaşayan üstelik, uzun ömürlü bir karakter bu.
Ölemedi bir türlü!
Yani çok gerçeklik duygusu yarattığı kesin. Siz anlattınız İzmir’de arabayla "tur atmaya" sizi değil Huysuz Virjin’i çağırıyorlar. O kadar gerçeklik duygusu var Huysuz Virjin karakterinde. Bazıları yurtdışında bir süre yaşadıktan sonra “Rüyalarımızı İngilizce görmeye başladık” derler ya...
Bu terbiyesizlik, ukalalık bana göre.
Sizde rüyaları Seyfi Bey mi görür, Huysuz Virjin mi?
Vallahi rüya görüyorum ama Seyfi Dursunoğlu muyum, Huysuz Virjin mi?..
Ya da düşünürken kim gibi düşünüyorsunuz; Seyfi Dursunoğlu gibi mi, Huysuz Virjin gibi mi?
Eğer normal yaşamımda bir problemi hallediyorsam, herhalde Seyfi Dursunoğlu gibi düşüneceğim. Huysuz Virjin gibi düşünürsem neticeye varamam. Çünkü normal bir kadın değil ki Huysuz.
Siz Huysuz Virjin’i bu kadar sene yaşatmak için doğal olarak sahnedeyken Huysuz Virjin gibi düşünmek zorundasınız. Zaten otomatik olarak Huysuz Virjin kişiliğini yaratan özelliklere göre davranıyorsunuz. Bazen birbirlerine karışmıyorlar mı?
Ben zaten bazen gazeteci arkadaşlara, “Sorduğunuz suali Seyfi Dursunoğlu olarak mı, Huysuz Virjin olarak mı cevaplandırayım?” demişimdir. Ve onlar da bayılmışlardır. Her sualin hem Seyfi’sini hem Huysuz’unu almışlardır.
Peki, ikisini birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün mü, düşünce biçimiyle?
Çok farklı. Biri tamamen güldürüye dayanan bir cevap, öbürü makul bir cevap. Hiç müşterek tarafı yok.
Oyuncular sık sık söylerler, rollerinin etkisinde kaldıklarını. Seyfi Dursunoğlu da 35 yıldır yaşattığı Huysuz Virjin rolünün etkisinde kalıyor olmasın?
Bazı ortak noktaları var tabii. O titizlik, o intizam; bunlar var. Seyfi Dursunoğlu’nda var olan bazı şeyleri Huysuz Virjin sahnede kullanıyor. Yani Huysuz’un etkisinde kalarak Seyfi Dursunoğlu bunu yapmıyor.
Mesela televizyondaki bir parodide iki kişiyi sahneye çağırdım. Bir leğen çamaşır verdim, iki sıra da çamaşır ipi. "Bakın sokak tarafı burası, ev tarafı burası. Haydi asın bakalım bunları!" dedim. Kalktılar, hiç dikkat etmeden donları, sutyenleri sokak tarafına astılar. Huysuz da derslerini verdi tabii. Bu aslında Seyfi Dursunoğlu'nun davranışı. Ben bir şeyi asarken renk uyumuna bile bakarım. Yan yana atletler olacak, donlar onun arkasında olacak, geç kuruyanlar önde olacak, çabuk kuruyanlar arkada olacak. Asılmış çamaşırda bile bir gusto olmalı diye düşünürüm. Renklileri bir tarafa koyarım. Bir kırmızı, bir beyaz, bir sarı, bir yeşil, bir mor asmam yani.
Huysuz Virjin, Seyfi Dursunoğlu’nun normal yaşamda zapturapt altına aldığı, sahnede ise serbest bıraktığı yanı olabilir mi?
Hayır! Zapturapt altına almıyorum. Bakın ben de bir yere gittiğim zaman beni rahatsız eden bir şey varsa tepkimi gösteririm.
Lokantada karşınızdaki masada torunu yaşında bir kızla evlenmiş yaşlı bir adam olsa... Huysuz Virjin seyirciler arasında böyle birileri varsa onlara mutlaka takılır. Seyfi Dursunoğlu ne yapar?
Normal yaşamımda da baktığım zaman yazık olmuş kıza, derim tabii...
Seyfi Dursunoğlu yüksek sesle söyler mi fikrini?
Hayır söylemem.
Kastettiğimiz bu işte. Seyfi Dursunoğlu'nun zapturapt altına aldığı şeyleri Huysuz Virjin pervasızca söyleyebiliyor.
Kardeşim, siz böyle bir şeyi gördüğünüz zaman içinizden geçmez mi?
Elbette geçer.
İyi o zaman hepiniz mi Huysuz Virjin’siniz?
Geçiyor da dışa vuramıyoruz. Huysuz Virjin karakteri size içimizde kalan şeyleri rahatlıkla dışa vurma özgürlüğü mü sağlıyor acaba?
Onu kabul edebilirim. Çünkü insanlar, seyirciler hep “İçimizden geçip söyleyemediğimiz şeyleri siz söylüyorsunuz” der bana. Kimsenin söyleyemediğini ben Huysuz olarak söyleyebiliyorum.
Rahatlıyorsunuz herhalde, ‘oh bunları da söyledim’ diye.
Rahatlatıcı aslında bir yanıyla. Çok fazla mesuliyetli bir rahatlama ama...
Dozu iyi ayarlamak gerekiyor.
Çabuk dönüş yapmasını bilmek lazım.
Pratik zeka, kıvraklık, deneyim istiyor.
Artık bilemiyorum ne istediğini ama kendimi ne zeki buluyorum ne kıvrak. Hiçbir şey bulmuyorum. Orada nasıl idare ediyorum, bunu ben de bilmiyorum.
O zaman belki Huysuz’u koyuveriyorsunuz biraz.
Bilemiyorum ama iyi bir şey yaptığımın farkındayım, insanların hoşuna giden bir şey yaptığımın tespitini yapabiliyordum.
Gerçekçi ve yaşayan bir kimlik Huysuz.
Tabii gerçekçi!
Söylediğiniz hiçbir şeyin altı boş değil...
Değil. Detaylı düşünen bir insan onun altında bir şey bulacaktır. Mesela ben sahnedeyim, böyle flört eden birileri kalkıyor, tuvalete gidecekler. Biraz ilerlerler ben hemen arkalarından söylerim, “Bak şimdi bunlar flört ediyor ya, kıza diyordur ki ‘En güzel işeyen sensin!”... Tek başına bir kadın gidiyorsa kocası demiştir ki, “Hadi git yap gel!”. Ama bu doğru bir şey. Flört ederken her şeyi çok güzel görürsün. Kaşın güzel, gözün güzel, vücudun güzel, endamın güzel, her şeyin güzel. Evlendikten sonra da bıkıyorsun; hadi hadi, git yap! Bunun altında hem espri var hem mana var.
1980’lerin başında yapılan bir röportajda, “Artık kadın kılığında sahneye çıkmaktan bıktım, erkek kılığında çıkmak istiyorum” diyorsunuz.
O şöyle... Dışarıdan geldi o öneri. Mesela bir gazinoya oturmaya gidiyorum ve davet ediliyorum sahneye. Seyfi Dursunoğlu olarak çıkıyorum. Seyfi Dursunoğlu olarak çıktığım zaman yaptığım esprilere insanlar çok gülüyorlarsa o zaman kadın kılığına girmeme lüzum yok. Aslında o şöyle doğru değil; ben orada içmişim, kafayı bulmuşum, orada sahneye çıktığım zaman Seyfi Dursunoğlu muyum, Huysuz Virjin miyim; fark etmiyor artık. Her şeyi rahatlıkla söyleyebiliyorum. Ama ciddi olarak bir yere Seyfi Dursunoğlu olarak gittiğim vakit, nitekim Popstar’da öyle oluyordu; istediğim bütün esprileri yapamıyorum. Çünkü Seyfi Dursunoğlu’ydum.
Huysuz Virjin’in kişilik özelliklerini başta anlattınız. Peki Seyfi Dursunoğlu’nun kişilik özellikleri neler?
Seyfi Dursunoğlu dürüst ama geçimi çok zor bir insan. Bunu söylemiş olmaktan utanmıyorum; bu bir mizaç. Eee, yani kimseyi dolandırmadı, kimsenin kapısını borç için çalmadı, elinden geldiği kadar çalıştı, uğraştı, didindi, çabaladı ve çok güç bir olayı kabul ettirdi. Türkiye’de kabul görmesi en müşkül olan işi, kadın kılığında sahneye çıkıp şov yapmayı ve buna rağmen sevilmeyi ve saygı görmeyi başardı.
Mesela İbrahim Tatlıses’in de çok büyük zorluklar aştığı düşünülür ama onun hem çok güzel bir sesi vardı hem de yaptığı müzik halkın en sevdiği müzik tarzıydı. O açıdan bakılınca çok da büyük bir şey yapmadı. Ama Seyfi Dursunoğlu, Türkiye’de kabul edilmesi çok güç bir olayı kabul ettirdi. Onun çabası daha zordu, bu daha zor bir savaştı. Bu savaşı kazanacak akla, zekaya sahipti. Nihayetinde Seyfi Dursunoğlu; dürüstlüğüyle, verdiği sözü yerine getirmesiyle övünen, arkadaşlığı flörtten önde tutan, çok yemek yiyen insanları sevmeyen...
Sahi, kurallarınızı saysanıza...
Telefon etmeden gelenlerden hoşlanmam, çirkin yemek yiyen insanlardan nefret ederim.
Yemek yerken konuşan, ağzından yemek çıkan insandan nefret ederim. Kâğıt peçete varken kolalanmış peçeteyle ağzını silenden nefret ederim. Ondan sonra çirkin olan her şeyden; mesela çirkin oturan bir insan da beni rahatsız eder. Çirkin giyinen birini görmek istemem. Sabahları dudağını çok boyamış bir kadını görmek beni çok rahatsız eder. Yani; yataktan kalkmış, dudağını boyamış, vapura binmiş işe gidiyor. Bu kadın beni rahatsız eder. Sabahleyin çok makyaj beni rahatsız eder. Akşam bir yere giderken yapılır; o ayrı. Ben düşüncelerimi hep açık söyleyen bir insanım.
….
Mesela çok koyu bir oje kadının elini çirkin gösterir, çünkü basar. Parmağın boyunu kısaltır. Halbuki tırnak renginde boyandığı takdirde el daha uzun görünür. Umut Akyürek’e söylüyorum; “Kızım sarışınsın, mavi gözlüsün; bir de kıpkırmızı dudak çirkin duruyor, yapma!”, “Peki Seyfi Bey” diyor, çıkıyor yine ciğer gibi.
Kurallar listesine devam edelim mi?
Pis olan bir insanla arkadaşlık edemem. Tırnağının içinde siyah varsa, yemek yiyemem. Görmemek için ne yapacağım... Bu yüzden kavga ettiğim birkaç kişi de oldu yani. Ne bileyim yani bir sürü kaidem var. Bilmiyorum hangisini anlatayım. Havuzuma kimseyi sokmam. Bir tek Garbis (en yakın arkadaşı) girmiştir yabancı olarak. Bir de çok kinciyimdir; evet. Yapılan şeyin acısı çıkarılacaktır. Yapılan kötülüğü hiçbir zaman affedemiyorum. Evden ayrılmama neden olan abimle bir daha hiç konuşmadım mesela.
Hiç görüşmediniz mi o kavgadan sonra?
Hayır, hiç görüşmedik. Zaten o arada Almanya’ya gitti, İsviçre’ye gitti. Oralarda çalıştı.
Kaç yıl dargın kaldınız?
Büyük ablamın ölümünde karşılaştık seneler sonra. Sarıldı bana, ben böyle dümdüz durdum. Meğer beni televizyonda seyreder ağlarmış. Yaptıklarından ötürü herhalde ağlardı. Kötü, çok kötü, en köyü huyum bu benim. (KA/FK/NÖ/EMK)