Diş Doktoru Sevinç Özgüner, bundan tam 21 yıl önce, 23 Mayıs 1980 günü sabahın ilk saatlerinde Mecidiyeköy'deki evinde demokrasi ve insanlık düşmanı sivil faşistler tarafından hunharca öldürülmüştü.
Bugüne kadar failleri hâlâ bulunamayan , dönemin Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Üyesi Sevinç Özgüner, bugün mezarı başında anıldı.
1951 Tevkifatı'nda TKP üyesi olmakla suçlanan ve işkence gören Özgüner Tıp Fakültesi'nden atılmıştı.
Diş Hekimi Sevinç Özgüner'in Zincirlikuyu'daki mezarı başında, düzenlenen anma etkinliğine Oda temsilcileriyle birlikte Özgüner'in yakın arkadaşları da katıldı.
Dt. SEVİNÇ ÖZGÜNER;
1927 yılında Tarsus'ta doğdu.
1946 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Tıp Fakültesi sınavını kazanan Sevinç Özgüner Üniversitenin ilk yıllarından başlayarak ülke sorunları ile aktif olarak ilgilenmeye başladı. 1948'de İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneğine katılarak yöneticilik yaptı. Bu dönemde, üniversitenin paralı olmasına karşı başlatılan kampanyada, Nazım Hikmet'e özgürlük kampanyasında ve Kore'ye asker gönderilmesine karşı başlatılan kampanyalar nedeniyle sık sık tutuklandı.
"1951 Tevkifatında" yeniden tutuklandı ve 2 yıl sonra serbest bırakıldı. 1957'de bu defa İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesine başladı. 1960 Nisan olaylarında Üniversiteli gençlerin yanında yerini aldı.
27 Mayıs sonrası önce TİP'te, daha sonra da Türk Solu ve Demokratik Devrim dergilerinde çalıştı. 1980'li yılların başlangıcında Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi'nde Dr. Erdal Atabek başkanlığındaki yönetimde görev yaptığı sırada, o dönemde hızla büyüyen faşist terörün boy hedeflerinden biri oldu. Barış ve Demokrasi Savaşçısı bu örnek insan 1980 yılının 23 Mayısının ilk saatlerinde eşi Vecdi Özgüner ile birlikte evlerine yapılan saldırı sonucu barış ve demokrasi düşmanlarınca kurşun yağmuruna tutuldular. Eşi ağır yaralandı. Sevinç Özgüner ise arkasında onurlu bir yaşam ve onun yolundan giden pekçok insan bırakarak aramızdan ayrıldı.
-----------------
NE DEMİŞLERDİ?
"Cinayeti Unutmadık"
MEHMET HALİM SPATAR
Ellili yılların sonlarına doğruydu. 1951 Tevkifatı'nın hapislik günleri, sürgünlük günleri yavaş yavaş geride kalıyordu. Ben hapisliğin, uzun bir sanatoryum döneminin ve Esbabı Mucibeli Karar'da "emniyeti umumiye nezareti altında bulundurulmasına" biçiminde dile getirilen sürgün cezasının ardından kendimi toparlamaya çalışıyordum. Aksaray Çarşısı'na alışveriş etmeye çıkmıştım; birden Vecdi Özgüner'le karşılaştım. Hapisaneden bu yana, görmemiştim onu. Beş yıllık hapisten sonra bir yıl sekiz aylık sürgününü Beyşehir'de tamamlamış, dönmüştü demek ki. Kucaklaştık. Özlem giderdik.
Birkaç gün sonra Aksaray'da, Valde Camii'nin önünde gene Vecdi'ye rastladım. Bu kez yanında Sevinç Tanık arkadaşımız vardı. Ayak üzeri hoşbeş etmeye başladık. Sevinç birden durdu, "Bizle, Sarıyer'e kadar gelsene... Topu topu iki saat kadar sürer" dedi. Şaşırdım. Böyle güzel bir günde Boğaz gezmesi hiç de fena olmazdı da, durduk yerde bu "iki saatlik" Boğaz'a gitme önerisi ne demek oluyor ki, diye geçti aklımdan. "Bu işin içinde bir 'zakaçka' mı var?" dedim kendi kendime. (Bu 'zakaçka' sözünü 1951 Tevkifatı sırasında Harbiye Askeri Ceza ve Tutukevi'nde yatan bizler çok kullanırdık.
Yugoslavya göçmeni Mustafa Arhavi'den öğrendiğimiz bir laftı. "İşin içinde iş mi var?" kabilinden bir deyimdi. Dilimize enikonu pelesenk olmuştu.)
- Hayrola arkadaşlar, dedim, bir şey mi var?
Varmış meğerse...
Sevinç, "Merak etme, kötü bir şey değil. Biz Sarıyer nikâh dairesine nikâhlanmaya gidiyoruz. En erken oradan gün alabildik. İsmail'le Ayyıldız'la da konuştuk, oraya gelecek. İki nikâh şahidi gerekiyor. Oradan da şahit bulabilirdik ama, arkadaş olsun istedik. İşin varsa, başka; çaresine bakarız" dedi.
- Ne işim olsun ki! dedim. Nekahat dönemindeydim, fakülteden de atılmıştım, işim gücüm yoktu. Sevinç'in söylediklerine bayağı şaşırmıştım. Siyasi durumları nedeniyle toplumdan enikonu yalıtlanmış, birbirine kenetlenmiş bir durumda yaşayan, dar bir grup oluşturan bir avuç arkadaştık. Gönül ilişkilerini bakışlardan, davranışlardan anlardık. Hele bazı arkadaşlarımız bu işin uzmanı kesilmişlerdi; bizim hiç aklımıza gelmezken, "Falan, filanla işi pişirmiş, yakında bombası patlar," derler, gerçekten doğru çıkardı. Ama hiçbirimiz sezememiştik Sevinç ile Vecdi'nin ilişkisini...
Bir otobüse atlayıp Sarıyer nikâh dairesine gittik. Kapıdan girerken Sevinç, orada kutular içinde nikâh şekeri satan delikanlıdan bir kutu şeker aldı. Nikâh memurunun karşısına geçtik; olağan söylevi dinledik, imzaları attık. Vecdi kutuyu açtı, başta nikâh memuru hepimiz birer badem şekeri aldık. Sevinç ile Vecdi'ye sarılıp öptük, mutluluklar diledik. Merdivenlerden inerek kapıya yöneldik. Sevinç durdu. Elindeki şeker kutusunu kapıdaki satıcıya bıraktı. Delikanlı mutluluklar diledi, ellerimizi sıktı.
Sevinç, "Bak kardeş," dedi, "İçinden altı badem şekeri eksildi; onları tamamlamayı unutmayasın, satın alan biri olursa hakkını yemiş olmayalım." Nikâh memuru, şahitler ve Sevinç ile Vecdi beş kişi ediyorduk. Altıncı nereden çıktı diye düşündüm. Sonunda ayakta nikâh memuruna yardım eden odacı geldi aklıma. Sevinç onu da unutmamış, şeker vermişti. Demek o da bir badem şekeri almış.
Kurtarılmış bölgede...
Kapıdan çıktık. Çok güzel, pırıl pırıl bir gündü. Boğaz'ın suları, gökyüzü masmaviydi. Hepimiz mutluyduk. Ağır aksak yürüyorduk. Biraz sonra Sevinç durdu. İsmail ile bana:
- Arkadaşlar. Sizlere çok teşekkürler, bizi kırmayıp geldiniz, sağolun! Otobüs durağı karşıda. Şimdi bize izin verin, çiçeği burnunda 'karı-koca' şöyle bir gezelim."
Vecdi miyop gözlüklerinin arkasındaki gözlerini büzmüş, muzip mi, mahçup mu bilinmez, karşı kıyılara bakıyor. Tekrar kucaklaştık, ayrıldık.
Tıp öğrencisi Sevinç Tanık, o gün Sevinç Özgüner oldu.
Özgünerler'in önce bir oğlan çocukları oldu. Adını Halit koydular. Halit çok yaşamadı, bir yıl kadar sonra öldü. Daha sonra bir kızları, Alev, ardından bir kızları daha, Işıl doğdu.
Yıl 1980. Faşist çeteler Mecidiyeköy'ü "kurtarılmış bölge" ilan etmişlerdi. Ağansoy'ların tüm avenesiyle Mecidiyeköy'e duman attırdıkları bir dönemdi. Ortaklar Caddesi'nin başında sarkık bıyıklı sert bakışlı üç dört delikanlı durup gelip geçenlerden hüviyet soruyorlardı. Yoldan geçenleri hazırolda durduruyor, "Sen Türk müsün? Milliyetçi misin? Solcu musun?" diye sorup terör yaratıyorlardı.
Okullarına giden kızlara, delikanlılara hüviyet sorup tehditler, kendilerine katılmanın getireceği güven ve yararlar anlatılıyor,kızlara arkadaşlık tehditleri savruluyordu.
Polis etliye sütlüye karışmaz bir durumdaydı. Türkiye'yi saran cinayet dalgası sonunda bizim mahalleye de geldi...
1980 yılında, sol hareketlerle ilgisi olmuş çok sayıda aydının, yazarların oturduğu Fulya mahallesinde 17 ailenin oturduğu bir apartmanda oturuyoruz. Üst katımızda Dr. Sevinç Özgüner'in emektar Anadol arabasının ön lastiklerini tutuşturdular. Alevleri gören komşular haber verdiler, yangın güç bela söndürüldü. Bir süre sonra Özgünerler'in İstanbul'da bulunmadıkları bir sırada, dairelerinin kapı kilidi kırılarak evleri altüst edildi. Bunun üzerine Vecdi ile Sevinç kızlarını başlarına bir şey gelmesin, dersleri aksamasın diye evden uzaklaştırdılar.
10 Nisan 1980 günü Ortaklar Caddesi'nde oturan
yazar Ümit Kaftancıoğlu kurşunlanarak öldürüldü. Cinayetin faili bulunmadı.
23 Mayıs 1980'da sabaha karşı 03.10'da üst katımızdan gelen art arda silah sesleriyle uyandık, çığlığa benzer bir ses, bazı gürültüler, merdivenlerden aşağı paldır küldür inen ayak sesleri işittik. Sokak kapısı gümleyerek kapandı. Pencereyi açıp baktık; sokak lambasının
loş aydınlığında sağdaki yokuştan yukarı doğru koşan üç kişi gördük.
Eşim "Katiller! Gene kimi öldürdünüz!" diye bağırdı; karanlıktan, ya havaya ya da bizim pencereye doğru üç el ateş edildi.
Bütün apartman sakinleri bu gürültü ile uyanmış, ama şaşkınlıktan ve korkudan donmuş durumdaydı. Kendimizi topraladık, yukarı kata koştuk; belli ki kapıya yüklenip kilidi kırmışlar, kapı yarı açık, öylece duruyordu. Çıt yoktu, hol kapısını açıp içeri adımımı atar atmaz, yerde büyük kan birikintisini gördük... Vecdi kanlı pijama pantolonu elinde, yüzü allak bullak; ne yapacağını bilmez bir durumda karşımda öylece duruyordu. Sonunda titrek bir sesle, "Sevinç'i vurdular, önüme atılıp, siper etti kendini" dedi. Sevinç yatak odasında sırtüstü düşmüş yerde yatıyordu... O sırada kapıcımız ve komşularımız da geldiler. Sevinç çok hafif de olsa nefes alıp veriyordu Bir kurşun yanağından girip dişlerini parçalamış, öbür yanağından çıkmıştı; karnı kan içindeydi. Daha sonra karaciğerinden, göğsünden ve çeşitli yerlerinden vurulduğunu öğrendik.
Telefonla gelen tehdit...
Bu sırada 13 yaşını süren küçük kızımın gözbebekleri büyümüş bir halde kana bulanmış odanın ortasında bakındığını gördüm. Yanılmıyorsam, Sevinç'in korkunç durumunu görmüştü. (Kızım, uzun süre geceleri üçü on geçe uyanarak bizim yatağımıza gelip aramıza sığınarak uyuyabildi. Sonunda geceleri rahat uyuması, okulundan geri kalmaması için karşı yakada bir arkadaşımızın evine göndermek zorunda kalmıştık.)
Sevinç'i olabildiğince sarsmamaya çalışarak hemen bir çarşafın içinde aşağıya taşıdık. Şimdi kimin arabası hatırlamıyorum bir otomobille Cerrahpaşa hastanesine götürüldü, ama yolda son nefesini verdi.
Sevinçler'e döndük. Telefon çaldı. Fısıltılı tehdit edici bir ses, "O kaltak geberdi mi, yaşıyor mu? Hepinizin defteri dürülecek!" diyordu.
Olaydan belki kırkbeş, belki bir saat on beş dakika sonra, tam hatırlamıyorum, Birinci ve İkinci Şube polisleri geldiler. (Olay olur olmaz apartmandan haber verilmişti. Emniyet şubeleri o zamanlar Gayrettepe'deydi. Gecenin o saatinde gelmeleri bilemedin on dakika sürerdi!..) Ortalık gazetecilerle, foto muhabirleriyle doluydu.
Yanılmıyorsam bir ay kadar sonra Sevinç Özgüner'in okul ve dernek arkadaşı Dr. Kemal İşler'i Kasımpaşa'daki muaynehanesinden çıkıp alışveriş yaparken, arkadan kurşunladılar; Kemal ölmedi, omuriliği parçalandığı için 17 yıl belden aşağısı felçli, sakat iskemlesinde ölünceye kadar hekimlik yapmaya devam etti. Önceki yıl kaybettik Kemal'i...
Yiğit ve kararlı...
Peki, kimdi Dr. Sevinç Özgüner?
1951 yılında Gizli Türkiye Komünist Partisi Tevkifatı'nın İddianamesi'ndeki o zamanki soyadıyla Sevinç Tanık "iki satır"la geçer:
"Erem Esen'in yurt dışına kaçırılmasında Nuran Bozer ile beraber çalışmıştır. Kendisi partili ve bir hücre sekreteridir."
Dr. Sevinç Özgüner ile Nuran Bozer, 1951 Türkiye Gizli Komünist Partisi Tevkifatı'nın "tahkikat" döneminde yiğitlik ve kararlılıkları ile öne çıkmış iki kız arkadaşımızdı. O zamanki Emniyet'in kibarlık ve kişi haklarına saygısından olsa gerek, falakaya yatırmadan önce kendilerine pantolon giydiriliyor, üzerlerine yapılması düşünülen işlem, böylece onları mahcup etmeden (ve de Hak Teala'nın huzurunda günaha girmeden) yerine getiriliyordu. Bütün işkencelere rağmenSevinç de, Nuran da kendilerine yüklenen suçları kabul etmediler; beraat ettiler.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin-yanılmıyorsam- sekizinci Sömestre öğrencisi Sevinç, iki yıl süren koğuşturmanın kaybettirdiği zamanı telafi etmek için kaydını Diş Hekimliği Yüksek Okulu'na aldırdı. Nuran ise Tıp Fakültesi'ndeki kaydını tazeleyerek fakülteden mezun oldu; Sevinç, İstanbul Tabip Odası'nda çalıştı.
Ümit Kaftancıoğlu'nu, Sevinç'i öldürenler, Kemal İşler'i kötürüm bırakanlar, daha niceleri o gün bugün "meydana" çıkarılmadı. Sonunda Mecidiyeköy Çetesi içinde kendisinden çok söz edilenlerden bazılarının öldürülüşünü de gördük televizyonlarda.
Yaşadıkça kimbilir daha neler göreceğiz?
Artık eski "kan davaları"nın unutulmasını istiyorlar. Marksist yöntemi gerçekten benimseyip mücadele edenlerin gündeminde hiçbir zaman kan davası bulunmaz. Ama, işlenen suçların, cinayetlerin kimsenin yanına kâr kalmadığı, hele hele boynuna bir şeref madalyası gibi takılmadığı bir toplum düzenidir özlenen. Öte yandan katiller, katillere kılıf uyduranlar, eyyam hokkabazları için "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye haykırıyorlar.
İster sağ, ister sol, ister mafya, ister namus, ister devlet, ister kabile adına işlenen hiçbir "cinayet" hukuktan yakasını sıyırmamalıdır. Türkiye hiçbir "cani" ile "gurur" duyamaz. Bir dönemin unutulması, eski hesapların geride kalması için defter "mizanının gerektiği gibi yapılarak" kapatılması gerekir.
Sevinç ve onun gibiler kardeşlik, barış, eşitlik toplumunu özledikleri için öldürüldüler. Zor ve acılı geçeceğini gördüğüm yirmibirinci yüzyılın, eninde sonunda biraz daha aydınlık, biraz daha "onurlu" bir yüzyıl olması dileği ile Sevinç ve onun özlemi içinde ölen bütün arkadaşların anısı önünde saygı ile eğiliyorum.