Türkiye medyası, 21. Yüzyılda çalışanlarının "illegal sendikal örgütlenme"ye mecbur bırakan belki de tek çalışma ortamı modern dünyadaki. Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Başkanı Ercan İpekçi ile, sendikanın 54. kuruluş yıldönümü vesilesiyle buluştuk.
Türkiye medyası 8o'li yılların sonundan beri trajikomik bir durum içinde. Gazete patron ve patroniçeleri hemen her gün modernlik ve Batı gazetecilik standartlarına ulaşmışlık hatta aşmışlık iddialarında bulunan demeçler yayımlatıp; kamu vicdanıyla oynayan sosyal sorumluluk kampanyaları başlatıp dursunlar, yine de Batı toplumlarında modernliğin en temel öğelerinden olan sendikaların şirketlerinin eşiğinden atlayamadığını gizleyemiyorlar.
Yani nihayetinde ne yaparlarsa yapsınlar, hangi kurumsal kimlik makyöz ve makyörleri ile çalışırlarsa çalışsınlar, bu halleriyle yani sendikasızlaştırılmış çalışanlarıyla Batı medyasının en az bir asır gerisinde oldukları, bir asır gerisine gittikleri ortada.
Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) geçen pazartesi 54. yılını idrak etti. TGS, açık açık örgütlü olduğu birkaç yayın organı dışındaki gazete ve televizyonlarda sendikalı oldukları patronajdan saklanan üyeleri, yani polisiye tabirle "uykudaki" üyeleriyle bile bugün Türkiye gazetecilerinin yüzde 30'una ulaşmış halde. Ve bu oran yavaş yavaş da olsa artıyor.
Ama işte bu arada olan özelde basın emekçilerine, genelde ise bütün Türkiye halkına oluyor. Kariyerlerinin gidişatı muktedirlerin iki dudağının arasında olan, gizli ve açık ekonomik şiddet ve zorla baskılanan muhabirler, yazarlar otosansürün girdabında yiterken, sadece halkın haber alma hakkı elden gitmiyor, aynı zamanda sendikasızlıklarını gizlemeye çalışan yayın organları çalışma hayatının diğer sektörlerindeki sorunları ve mücadeleleri de sayfalarından uzak tuttuğu için, halk, emekçi kesimler kendi mücadelelerine, haklarına da yabancılaşıyorlar. Kendi aralarındaki iletişim kopuyor.
Türkiye demokratikleşme sürecinde önemli roller üstlenecekken statükonun muhajızı, militarizmin propagandist!, kapitalist işletmelerin el ilanı haline dönüşmüş böylesi bir medya bütün o bol bulamaç boyasının, makyajının ardında olsa olsa rüküş bir sonradan görme izlenimi vererek ancak kendisine güldürebilir dışarıdan bakanları.
Ya da kendi ülkelerindeki çalışma yasalarının izin vermediği bir kar makzimasyonunun, ucuz işgücünün peşindeki çokuluslu medya şirketlerinin iştahını ve şehvetini artırır.
Zaten de öyle oluyor. Ama bir yere kadar.
" Türkiye gazetecileri ve medyası bu sendikasızlık döneminde neler kaybetti, neleri kaybetti?
Toplum gözündeki saygınlığını kaybetti ilk olarak. Onda da ben sorumluluğu tek tek gazetecilerde bulmuyorum ama buna sebep olan yine gazetecilerin kendi içinden çıkmış ve gazetelerin üst düzey mevkilerinde yer tutmuş kişilerdir. Belki de patronlar onlardan daha suçsuzdur. Çünkü patronları yönlendirenler yine o sorumlu mevkilerde olan gazetecilerdir. Sonra bir de tabii gazeteci kendisi örgütlü olmayınca yazdığı haberin samimiyeti kuşku yaratıyor.
" Sendikası olmayan gazetelerin ve gazetecilerin, asıl hedef kitlelerini oluşturan, tirajlarını belirleyen geniş halk kesimlerinin meselelerini, sorunlarını yeterli ölçüde objektif yansıtması mümkün olabilir mi?
Onu herhalde kendileri de fark ettiler ki zaman içerisinde, giderek gazetelerde işçi haberleri azalmaya başladı. Ben 10 yıl çalışma hayatı muhabirliği yaptım, bunun "Bahar Eylemleri" adıyla zirveye çıktığı yıl 1989'dur. O zaman bütün gazetelerin işçi sendikaları sayfaları olurdu. Ve kamuoyunun desteğiyle de güzel bir çıkış yaşanmıştı o dönemde. Sonra gazetelerde çalışma hayatı haberlerinin azalmasıyla sendikasızlaştırma aynı zamanda başladı. Önce 1992'de Milliyet gitti, 1994'te Hürriyet gitti, bütün çalışma hayatı muhabirleri başka alanlara kaydırıldı, çalışma hayatı sayfalan ekonomi sayfaları haline getirildi, işçi haberleri de ekonomiyi etkilediği ölçüde yer almaya başladı. Ve sonra da iyice ortadan kalktılar.
" Gazeteler halkın sorunlarının bu kadar uzağına düşerek kendi oturdukları dalı kesmiş olmuyorlar mı? Yoksa iktidar ve iş çevrelerinden nemalanmak daha mı kârlı tiraja göre?
Herhalde bunu hesabını yapıyorlardır ama bu durum böyle sürmez.
" Peki, Ertuğrul Özkök gibi, Nuri Çolakoğlu gibi maaşlı gazete çalışanlarının TÜSİAD üyesi olması tuhaf, hatta biraz gülünç değil mi? Yani patronlar tamam da, onlara ne oluyor?
Herhalde kimlik bunalımı onlarınki. Aslında genel yayın yönetmenlerine kadar bütün medya çalışanlarının sendika üyesi olma hakkı bulunuyor. Ancak genel müdür olduklarında artık işveren statüsüne geçiyorlar. Yani genel yayın yönetmenleri, gazeteci mi, yoksa genel müdür mü olduklarına karar vermeliler.
" Yani TÜSİAD üyesi olan bu gazeteciler gazeteciliklerinden vazgeçmiş olmuyorlar mı mantıken?
Elbette. Kendi geçmişlerini inkar etmiş oluyorlar. Bir kimlik bunlımına giriyorlar ve bir arayış sonucu güçlü olandan yana yapıyorlar tercihlerini. 70'lerde solcular güçlüyken solcuydular bu kişiler, şimdi liberalizm güçlü, onların safındalar. Bu arayışlarla ömürlerini tüketiyorlar. Zaman öğütüyor bu insanları.
" Bu sendikasızlaştırma sürecinin başak-törleri olan ve bugün gazetelerde tali görevlerde, kızakta muhafaza edilen bazı kişilerden söz edilir. Kimdir bunlar, deşifre edelim mi?
Şimdi ben o isimleri tek tek sayacak durumda değilim ama şunu söyleyeyim: Gazeteciye bir darbe vurulduysa, yine gazeteciler tarafından vuruldu. Patronların taşeronu oldu bunlar. En güvendiği adamları patron taşeron haline getirdi. Mesela matbaasının sahibi olarak gösterdi. Ve işçilerin kadrosu bu taşeron şirketlere geçirildi. Bu fikirleri patronlara bu adamlar verdi. Ama tabii ki patronlar da masum demiyorum.
" Gazete patronları birçok uluslararası medya kuruluşunda üst düzey görevler alıyorlar artık. Buralardaki başka ülkelerin gazete yöneticileri şaşırmıyor mudur bu sendikasızlığa Türkiye medyasındaki?
Gazete sahipleri birliklerinden söz ediyorsak yöntem öğreniyorlardır bizim medya patronlarından.
" Yani Türkiye medyası bir şekilde başka ülkelere örnek olur durumda artık, öyle mi?
Tabii. Kendi ülkelerindeki yasalarla ve gazetecilerin mücadelesiyle baş edemedikleri için Batı medya patronları Doğu medyasına yöneldiler. Burada bakir bir alan, ucuz, yönetilmeye uygun bir alan bulunuyor. Bu yüzden başka ülkelerin şirketleri Türkiye'deki medya şirketlerine ortak oluyor. Yani patronlar bizleri Batı sermayesine pazarlıyor.
" Peki, genç gazete çalışanları niye sendikasızlığa ses çıkarmıyorlar?
Gelecek umudu taşıyorlar. Sonra gazetecilik ilginç bir meslek. Adı gazetede çıkıyor, televizyonda görünüyor, ünlü olmayı umut ediyor. Bunlarla oyalandığı için kendisini ucuza satıyor.
" Bu Avrupa Birliği sürecinde aslında bazı reformlar yapıldı. Gazeteciler işten atılma korkusuyla sendikadan uzak durmamalılar artık, değil mi?
Evet, İş Güvenliği Yasası çıktı. Gerçi bu işten atılmayı engellemiyor ama dört tazminat artı dört tazminat daha sekiz tazminata denk geldi. Bu da çalışanlar için bir avantajdır. Ama bu avantajları değerlendirip belli bir bilinç düzeyine gelmiyor gazeteciler. Bu da kendilerini hayatın akışına kaptırmalarından kaynaklanıyor herhalde.
" İfade özgürlüğüne yönelik saldırıların yoğunlaştığı bu günlerde gazetecilerin TGS'yi, ifade özgürlüğü mücadelesinde arkalarına alabilecekleri bu gücü hatırlamamaları bir aymazlık mıdır sizce?
Tabii, ifade özgürlüğünün güvencesi yasalardır ama bu yasaları çıkarttıracak, yaptırım gücü kullanacak güç sendikadır. Yani ifade özgürlüğü sendikasızlık sürdüğü sürece gazetelerin içinde de, dışarıda da saldırılara maruz kalacaktır. Bunun dünyadaki geleneği bu.
" Medya patronlarının başka alanlarda büyük ticari yatırımlarının olmasının en önemli etkisi nedir Türkiye gazeteciliğine?
Gerçek bir muhalefet yapamayışına yol açıyor bu durum. Halkın demokrasi taleplerini dile getirdiği her hareket basın tarafından "terör" olarak lanse ediliyor. Çünkü iktidarın neler dediği ortada? Sürekli zamanı geldiğinde açıklayacağı dosyalar, medya patronlarının gizli talepleri olduğunu söylüyor elinde. Madem böyle dosyalar bulunuyor elinde, açıklamak için neyi bekliyor? Peki, madem böyle dosyalar yok, neden bir gazete patronu bu konuda bir başyazı yazamıyor?
" Terörle Mücadele Yasası gazetecilere yönelik büyük baskıları ve cezaları da beraberinde getiriyor. Medya neden bu konuda yeteri kadar muhalefet etmedi?
Gazete patronları göbekten bağlı çünkü iktidara, güç odaklarına. Çünkü ticaret, sanayi bizde ancak iktidarlarla, devletle işbirliği içinde yürütülebiliyor. Ama acaba gazete patronları bu TMY ile aynı zamanda "sendikal hakların kullanılmasının engellenmesinin" de terör kapsamına alındığının farkındalar mı?
" Teşmil Kararnamesi'nin, yani bir medya işyerindeki toplu sözleşmenin aynı nitelik ve niceliğe sahip diğer medya kuruluşlarında da uygulanma zorunluluğuna yönelik kararname neden Bakanlığın çekmecesinde bekletiliyor?
Başbakan'ın her zaman söylediği "Getirsinler kararnameyi, imzalayayım." Ama ne zaman biz bakanlarla görüşmeye gitsek, işte "Üç imza kaldı, beş imza kaldı" diye çelişkili ifadelerde bulunuyorlar. 1,5 yıldır bu kararnameyi böyle bekletiyorlar. 30 Eylül'e kadar bu kararname çıkmazsa zaten kadük olacak. Eğer bu kararnameyi hükümet medya üzerinde bir baskı aracı olarak kullanıyorsa çok büyük hata yapıyor. Biz bunu onlara çalışanların durumunu biraz olsun düzeltmek için verdik. Bu kararname zaten tam bir toplu sözleşme sağlamıyor. Kıdem tazminatı, fazla mesai, ücret zammı, yan ödemeler, izinlerin kullanılması gibi bir takım kanunda bulunan hakların teminat altına alınmasını sağlayan ve bazı iyileştirmeler getiren bir kararname.
" Şu anda Türkiye'deki sendikalı gazetecilerin toplam rakama oranı nedir?
İstatistiklere göre yüzde 30. Ama bu üyeliklerin hepsi aktif üyelik değil. Bizim düzenli aidat akışımızın olduğu işyerleri Anadolu Ajansı, Cumhuriyet Gazetesi ve ANKA. Yüzde 30 oranına ulaşmamız Birgün'deki, Radikal, Hürriyet, Milliyet, Sabah, Vatan, Yeni Şafak, Türkiye gibi gazetelerdeki ve televizyonlardaki üyelerimizle oluyor. Bu insanlar kendiliklerinden geliyor ve üye oluyorlar. Biz de onların üyeliklerini işverenlere bildirmiyoruz. Gizli üyelik uygulaması bu. Sanki utanılacak bir şey yapıyormuşuz gibi.
" Yani 21. yüzyılda medyada sendikal örgütlenme illegal olarak sürüyor Türkiye'de, öyle mi?
Evet. (AT/EÖ)
(*) Almet Tulgar'ın röportajı "Birgün" gazetesinin 12 Temmuz 2006 tarihli sayısında yayımlandı.