Biz 'olaya' içerden bakalım, kızı Zeliha Berksoy'la konuşalım istedik. Sağ olsun bizi kırmadı; çocukluğunu, sanatla, aşkla dolu bir hayatı, yani "Semiha'dan önce - Semiha'dan sonrayı" anlattı...
Annenizle nasıl bir ilişkiniz vardı? Anne-çocuk/ çocukanne-çocuk/ iki sanatçı/ usta-çırak/ iki kadın/ iki çocuk?
Dediğiniz gibi çok katmanlı bir ilişkiydi. Zaman zaman bir ustayla, son yirmi yıl bir dahiyle yaşamaya dönüştü. Onun dışında iki kadın olmanın çelişkileri vardı ama genel olarak sanatçı ilişkisi. Annem kendi içinde çok orijinaliteleri olan, sıra dışı bir insandı.
Bildiğimiz anne tipi değildi. Çocukluğumdan itibaren her konuda büyük insan muamelesi yapmıştır bana. 3.5 yaşımı hatırlıyorum. Viyana'ya konser vermeye gidiyor annem, katiyen beni aileye bırakmıyor. Teyzelerim "niye sürüklüyorsun Zeliha'yı" derlerdi. "Hayır, her şeyi şimdiden yaşasın, anlamasa bile hisseder," derdi.
Onunla gerçek anlamda ne zaman tanıştınız?
Tahmin ediyorum 5-6 yaşlarında durumu biraz garipsedim. "Niye benim annem böyle, ne olurdu benim annem de evde otursa ,yemek pişirse," diye düşünüyordum.
Şikâyetçi oldunuz mu bundan, yoksa çocuk olarak eğlenceli mi geldi?
Bir yandan eğleniyorum fakat, öbürlerine de imreniyorum. Akıl almaz şeyler yaşanıyor ama ben onu akıl almaz bir şey olarak yaşamıyorum ki. Hayatımın normal akışı. Elimden tutup, her yere götürüyordu beni. Sekiz yaşında Avrupa'nın en önemli sanat etkinliklerinden olan Bayreuth Festivali'ne gittim. Bir sürü opera seyrettim. Bir sürü hikâyeler anlatırdı bana. Alman hikâyeleri, cüceler. Parklarda, ormanlarda dolaşıp cüce evleri arardık. Ankara Gençlik Parkı'na götürürdü beni karlı günlerde. Orada da cüce evleri bulmuştuk. Cüce merakı vardı bende, (gülüyor) Bir masalın içinde yaşatırdı beni.
Peki babanız?
Babam da; karısı evde otursun, pantolonları, gömlekleri ütülesin istemezdi. Ona gerçekten çok saygı duyardı ve annemin deyimi ile bir kuş kadar hafif ve özgür bırakırdı. Çok olgun, muhterem bir insandı ve çok yakışıklıydı. 35 sene büyük bir aşkla yaşadılar.
Günlük yaşamınız nasıldı?
Tabii kadınsı çekişmelerimiz oluyordu. Birbirimizin alanına duhul etmeler. Annem çok dediğim dedikçiydi. Sürekli kendi odasından benim odama kendisine ait arşiv malzemesi getirir, masama bırakır, göstermek ister, iyi ama sonra bırakır, gider. Bazen hiç sesimi çıkarmazdım, yavaş yavaş odamı istila ederdi. Derken giderek salonu istila ederdi. Sonra her evde kuşlar beslenir. Görevlerimden biri de her sabah erkenden, kuşlar için ıslatılmış ekmek koymak. İlk serçeler, arkasından güvercinler gelir. Güvercinlere kızardı, çünkü onlar oburdur, yer yer gitmezler. Ondan sonra kargalar gelir, kargalara aşıktı. "Aman şunun duruşuna bak," derdi. Onların renk uyumlarına ve duruşlarına, gagalarına aşıktı. Bir de kedi faslımız vardı. Evde her gün bir yanda kedi yemeği, bir yanda köpek yemeği için tencere kaynar. Bizim evin mutfak ritüeli böyledir. Kuşlarla başlayan ve ardından kedilerin mamasıyla biten bir gün.
Kadınlar hep bir şekilde erkeklerin, aşklarının ya da zorunluluklarının arkasında kalmışlar. Kadınların üretimleri de bu nedenlerle sancılı olur; tartışmalar bu minvalde ilerler. Semiha Berksoy bu sıkıntıyı yaşadı mı?
Hayır. Annemde bu kavramları algılama gibi bir nokta yoktur. Ben kadınım, bunu yapabilir miyim böyle bir şeyi bir gün dahi ağzına almaz. Onun için insan, yetenek, zeka, hümanizm dışında hiçbir mevhum yoktur. Tanımaz yani. Önüne böyle bir engel geldiği zaman hiç tanımaz; aynen elinin tersiyle iter ve geçer bundan alacağı reaksiyonu da hiç umursamaz.
Topluma karşı, toplum için yaptıklarında hep bir karşı duruş var. Yaşlı kadın, makyaj yapmaz; anne, hanım hanımcık olur kalıplarını yıkması. Resimlerinde de bu görülüyor. Akademide eğitim almış ama resimleri bir çocuğunkiler gibi. Sağlam bir temeli olduğu hissediliyor ama sanki reddetmiş sanki...
Onun için önemli nokta resmin felsefesidir. Ne anlattığı? 'Ümit' diyor, paramparça bir kadın var resimde ama, yüzü gülüyor. 'Cendereye Vurulmuş Kadın' ama gülüyor. Hep acı, haksızlıklar ve kader mevhumuna karşı bir duruşu var. Bu, o dönem hayatında yaşadığı herhangi bir durumu protesto etmek üzerine yapılmış. Protest resimler bunlar aslında. Bir resmi var: 'Kadere El Kaldıran Kadın'. Bu anlayışta. İlk önce anlayış, onun üzerine karakter, yoğunluk ve mitoloji geliyor.
Zeynep Oral'la bir sohbeti sırasında, "Ne hissediyorsam onun resmini yapıyorum. Kiminde çocuk gibiyim, kiminde melek, kiminde şeytan. Melekliğim karşılıksız sevmemden geliyor. Sevince melekleşiyorum. Şeytanlığımsa sevdiğimi bırakıp gidebilmem. Sanatım için çekip giderim, gidebilirim. Bana şeytanlığı yaptıran sanat aşkı. Gerisi hep fasa fiso," demiş. Ne gibi bedeller ödedi? Neleri bırakmak zorunda kaldı?
Sadakati bırakıyor orada. Sanat için; sadece kuralsız bir özgürlük, bir yol, bir gidiş bildiğinden; yolunun üzerinde ne varsa, irili ufaklı taşları ayıklayarak gitmiş. Bu bazen büyük, yürek söken bir obje, bir kişi de olabiliyor; ki bu tabii Nazım Hikmet'miş. Onu da arkasına alabiliyor.
Nazım Hikmet'le aralarındaki bağdan söz eder misiniz?
Nazım Hikmet ve annesi Celile Hikmet'le annemin mektuplaşmaları yayımlanacak altı ay sonra. Kendi hazırladı ölmeden evvel, insanlar çok farklı algılıyor konuları. İkisine baktığınız zaman; biri dünya çapında büyük bir şair, biri de aynı pozisyonda bir opera artisti. Bu insanların duyuşları da, birbirlerini algılayışları, saygıları ve değerlendirmeleri de farklı, ilk karşılaşmaları 1933-34'lerde İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda oluyor.
Nazım'ın 'Kafatası' piyesi sahneye konuyor, annem o zaman tiyatro okulunu (Dar-ül Bedai) yeni bitirmiş. Muhsin Bey, Nazım'ı çağırıp, "Semiha okur bu şiiri, sen ona öğret," diyor. Şehir Tiyatrosu dram bölümünün üst odalarına çıkıyorlar. Şiiri söyletiyor ona. 'Karagözlü Sinyorina, gözlerinden yanağına düşen beni görmeyelim, ört yüzüne yelpazeni' diye bir şiir bu.
Annemde de benler vardır, herhalde öyle bir şey oldu... Son derece hayranlık ve saygı duyulan bir ahbaplık. Çünkü annem o zaman çok genç ve Nazım o zaman büyük bir yazar. Şehir Tiyatrosu'nda eserleri oynanıyor. Bir defa büyük bir yazara bakan küçük bir kız bu ama tabii başroller oynayan, yaratıcı bir kız. Bu hayranlık, bir süre sonra tutkuya dönüşüyor. 1934-35-36'larda derin bir 'passion' yaşanıyor ikisinin arasında.
Aynı yıllarda annem operetlerin de primadonnası. Cemal Reşit Rey'lerin 'Deli Dolu', 'Lüküs Hayat' operetlerinde primadonna oynuyor. Cemal Bey, 'Lüküs Hayat'taki Mısırlı Atıfet rolünü ona yazıyor.
Bunlar zamanın artistlerinin şahsına yazılmış rollerdir. Mesela Belkıs rolü de, Bedia Muvahhit'in şahsına yazılıyor. O zaman annem çok dikkati çekiyor. Cahide Sonku, Feriha Tevfik, Melek Kobra genç kuşak olarak arkadaşları. Orta kuşakta Münire Neyyir, Bedia Muvahhit gibi isimler var.
O sırada Nazım'la annem arasında çok büyük bir aşk yaşanmış. Annem 1935'te 'Özsoy' ile opera kariyerine başlıyor. Avrupa için açılan bir sınavı kazanarak Berlin Yüksek Müzik Akademisi'ne gitmeye hak kazanıyor ve bu tabii Nazım'la da büyük bir kopuş anlamına geliyor. Nazım onunla yaşayıp, hayatını birleştirmek isterken Semiha onun önüne Berlin pasaportunu koyuyor.
Nazım çok üzülüyor, "izin vermezsem gidemezsin ama, çok güzel bir sesin olduğu için izin veriyorum," diyor. Semiha da 1936'da Berlin'e gidiyor, orada büyük beğeni topluyor. Berlin Radyosu'ndaki konserleri Türkiye'den dinliyorlar. Ve o sıralarda Nazım hapse giriyor.
Semiha 1939'da bir Atatürk kızı olarak, operanın kuruluş çalışmalarına katılmak üzere ülkesine dönüyor. 1941 'de meşhur 'Tosça' meselesi oluyor, işte o da Semiha Berksoy'un dünya çapındaki kariyerinde ödediği büyük bir bedel. Hiç kimse böyle bir bedel ödemedi Nazım için.
Gelip, Çankırı Hapishanesi'ne gidiyor. Kendi başına. Sonra da Hasan Ali Yücel'e gidip, "Tosca'nın tercümesi Nazım Hikmet'e verilecek," diyor. O dönemi düşünebiliyor musunuz? Tabii büyük bir kavga kopuyor. Nazım'ın dayısı da general Ali Fuat Cebesoy. O da devreye giriyor ve sonunda Nazım çeviriyi yapıyor. Semiha ona büyük bir telif parası kazandırıyor, Nazım'ın anılarında vardır bunlar. O paralar alınıyor, İstanbul'a gönderiliyor, aileye. Sonra Tosça oynanıyor. Meşhur '1941 Tosca'sı. Onun adı budur.
Bu gücü nereden alıyordu sizce?
Doğasından gelen bir şey. Çocukluğundan beri böyle bu. Anlattığı hikâyeler, aile büyüklerinin onun hakkında anlattıklarında hep böyle, İstanbul Kız Lisesi'ne giderken vapurda karşısına oturan adamların karikatürlerini çizermiş. Radyolarda hep aryaları dinliyor. Sonra Kel Hasan Efendi'ye hayran. Kuşdili Çayırı'nda panayırlarda bütün komikler geliyor, bu Kel Hasan hayranı. Derken efendim bu panayırlardaki seyyar sinemaların müdavimi, film makinesini kullanan çocukla ahbap, daha 14-15 yaşında odası sinema afişleri ile dolu.
Semiha Berksoy adına kurulmuş bir de vakıf var bildiğimiz kadarı ile, çalışmalarından söz edebilir misiniz?
Vakıf aşağı yukarı on yıl önce, dostlarının ön ayak olması ile kuruldu. Resimlerinin korunması, tanıtılması, bir müzesinin olması düşüncesiyle. Annem kendi işleri ile meşgul olduğu için fazla üstüne gitmedi, o yüzden de çok bilinmiyor vakıf.
Mesut İktu, Erol Erdinç, Rengim Gökmen, Bedri Baykam, Genco Erkal, Dikmen Gürün, Ahmet Cemal gibi onun coşkusunu içinde hissedebilen, yakın dostlarımız var. Mengü Ertel ve Onat Kutlar da vardı, onları kaybettik. Sağlığında, kendi projelerini kendisi yapıyordu. Şimdi arkasında kalan koca bir koleksiyon var, biriktirici bir insan olduğu için. Yağlıboyalar, çarşaf resimler, belgeler, ödüller. Burada vakıf çok iyi devreye girdi. Bunların yerini bulması lazım. Tiyatro, opera ve resim konusunda üniversite bitirmiş yeteneklere bir şemsiye, referans olmayı hedefliyoruz. Yurtdışı ilişkilerinde gençlere yol açıcı olmayı.
Umarız bunları yapacak fırsat ve imkân bulursunuz.
Bu tabii bir ekip meselesi. Projeye başladık, sanıyorum on gün sonra ilk toplantımızı yapacağız. Kâğıda geçecek, sonra bazı girişimlerde bulunacağız. Bu anahtar teslim olarak 1,5-2 yıl sürer sanıyorum. Üniversite görevim de var, haftada 17-18 saat ders veriyorum, yönetimdeyim.
Bir yandan kendi projelerim var, yavaş yavaş onları düşünüyorum. Daha tabii annemin yokluğu gibi bir fikre de alışmış değilim. Sanki o hastanede yatıyormuş gibi; bir hafta, on gün, bir ay sonra gelecekmiş gibi geliyor. Öyle bir karmaşa yaşanıyor şu anda her bakımdan.
Zamanla..
Zamanla başka bir şeye dönüşecek, bitmesi mümkün değil. Onunla yaşadıklarım; çocukluğum, gençliğim, çok acımasızca verdiği mesleki terbiye. Son 15 yılda farklı bir beraberlik, son projeleri, hepsi dolu dolu yaşandı. Semiha'dan sonra dönemi başladı artık. Hayatını doldurmayı çok iyi bildi. Boşluk bırakmazdı ve onun da keyfini çıkaran bir insandı. Anını yaşardı. Ben de onun vasiyeti olarak her zaman dolu yaşayın diyorum. (AL/BA)