Panelin konuşmacıları, BÜ Sosyoloji Bölümü öğretim üyelerinden Nazan Üstündağ, Yard. Doç. Meltem Ahıska, Dr. Ayfer Bartu Candan, BÜ Siyaset Bilimi Bölümü'nden Yard. Doç. Dr. Zeynep Gambetti ve Koç Üniversitesi'nden Yard. Doç. Dr. Deniz Yükseker'di. Panelin moderatörlüğünü ise BÜ Sosyoloji Bölümü'nden Yard Doç. Biray Kırlı üstlendi.
"Kriminalize edilen bir halk: Kürtler"
Konuşmacıların ortak olarak dikkat çektiği önemli noktalardan biri, özellikle basında bütün bir Kürt halkının kriminalize edilmesi, bir suç unsuru olarak lanse edilmesiydi.
Panelin ilk konuşmacısı olan Yükseker, basında, "göç eden Kürtler", "tehlikeli grup" tanımlamalarıyla korku duyulması gerektiği öğretilen bir nesne yaratıldığına dikkat çekiyor ve ekliyor: "Selpak satan, kapkaç yapan, mağazaları taşlayan bir grup kötü insan var, bütün bunları onlar yapıyor, ama kimse bu yaşananların arkasındaki nedenleri sormayı akla getirmiyor."
Bu durumun bir sembolik şiddet olduğunu vurgulayan Üstündağ ise, "Sembolik şiddet faşizmin sermayesidir. Yaygın medya aracılığıyla da pekiştirilen bu yargılar o kadar benimsenmiş ki artık bir olay olduğunda yaşananlar sorgulanmıyor." diyor.
Ahıska'ya göreyse "Medyada Kürtlük kriminalize edildi. 'Kürt', 'Kürdistan' gibi sözcükleri telaffuz ettiğimizde içimize işlemiş bir suçluluk duygusu ve yasayı aşma korkusu var, ama belki de aynı zamanda yasayı aşma arzusu açığa çıkıyor."
"Göç" değil "Zorunlu Göç"!
Bölgede "Zorunlu Göç" konulu bir araştırma da yapan Yükseker, hala genel olarak toplumda zorunlu göçün ne olduğunun ve sonuçlarının bilinmediğini ifade etti.
Haberlerin yansıtılmasında söylenenler kadar söylenemeyenlerin de önemli karanlık noktalar oluşturduğuna dikkat çeken Yükseker şöyle devam etti:
"Nasıl tuvalete gidiyorum dememek için lavaboya gidiyorum deniliyorsa, basın da zorunlu göç, köy boşaltma dememek için göç demeyi tercih ediyor. Oysa bu yaşananlar Türkiye'de 1950'lerden beri yaşanan genel köyden kente göç olgusundan çok farklı bir yapıya sahip. Nedir bu göç, kim, nereden, neden göç ediyor sorularının yanıtları yer almıyor yaygın medyada."
Basının olayları haberleştirirken çocukların katılımını öne çıkardığına dikkat çeken Yükseker, bu haberlerdeki sunumlarda çocukların hedef gösterildiği izlenimini edindiğini de ifade ediyor.
"Bu çocuklar nereden geldi? Niye böyle bir şey yapıyorlar? Niye "kandılar"? soruları sorulmuyor."
İçi boşaltılmış bir "şiddet karşıtlığı" ve "demokrasi" söylemi
Panelin ikinci konuşmacısı olan Üstündağ ise, özellikle son dönemlerde "demokratik haklar" ve "şiddet karşıtlığı" gibi söylemlerin ne denli içlerinin boşaltılarak, bağlamlarından koparılarak kullanıldıklarına dikkat çekti.
Bölgede gündelik hayatta devletin, fiziksel şiddetin yanı sıra sembolik şiddetle de var olduğunun altını çizen Üstündağ, "İnsanların aktörlüğünü hiçe sayan, kendilerini ifadelerini örgüt sözcülüğüne ya da dış mihraklara bağlayan bir anlayışın" da sembolik şiddet olduğunu belirtti. Bölgede insanların son derece politize olmaları nedeniyle söyleyecek çok şeyleri olduğunu da sözlerine ekledi.
Üstündağ, ancak bölgede yaşayan insanların deneyimlerine, hafızalarına dayanan ve onların siyasi aktörlüğüne eklemlenen bir anlayışın gerçek anlamda şiddet karşıtlığı ve demokratik haklar savunuculuğu olabileceğini söyledi.
12 Eylül'ün mirası "umutsuzluk"
Panelin bir diğer konuşmacısı olan Ahıska, konuyu ele alırken kilit kavramlardan birinin 12 Eylül'den arda kalan duygulardan, ruh hallerinden biri olan "umutsuzluk" olduğuna dikkat çekti.
"Diyarbakır'dan, bölgeden söz ederken hep bir gidememe, ulaşamama duygusu akla geliyor. Bu ulaşılamazlık, dolayısıyla umutsuzluk hissi özellikle 1980'den beri yaygınlaşan ve derinleşen devlet şiddetinin bir sonucu."
Yaşananlara karşı verilen tepkilerin de bu umutsuzluğun prizmasından geçerek şekillendiğini söyleyen Ahıska, ODTÜ ; Ankara , Hacettepe ve Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin bugün Diyarbakır halkıyla dayanışmak için yola çıkmış olmalarının bu algıyı kırmak açısından da çok önemli olduğunu vurguladı.
"Kürtlerin değil Türkiye'nin sorunu"
Gambetti, Kürt halkının yaşadığı mağduriyetin aslında Türkiye'de yaşayan herkesin mağduriyeti olduğuna dikkat çekerek, herkesin buna karşı mücadelede yapabileceği pek çok şey olduğunu ifade etti.
Bu bağlamda Kürtçe eğitimin serbest bırakılması için verilen mücadeleyi örnek gösteren Gambetti: "Bu ülkede bir dili öğrenmenin bizlere yasaklanması üzerinden biz niye bir kampanya yapmayalım? Biz de "Özgürce her dili olduğu gibi Kürtçe'yi de öğrenmek istiyoruz" demeyelim?"
"Muhalefetin dili ne olmalı?"
Panelin son konuşmacısı Candan, Üstündağ'ın da değindiği demokratik haklar, şiddet karşıtlığı gibi kavramların içlerinin boşaltıldığı, iktidarın dili haline dönüştürüldüğünü hatırlatarak, "Muhalefetin dili nedir? Ne olmalıdır?" sorularına kafa yormanın gereğine inanıyor.
Candan, buna karşı mücadele edebilmek için birlikte konuşmak, düşünmek, farkındalıklar geliştirmek gerektiğini, bu anlamda da üniversite ortamının önem taşıdığını belirtti. (GS/KÖ)