"Gece yarısı, kızlarımız ve oğullarımız
Alındı kesilip bizden
Duyarız kalp atışlarını.
Rüzgârda duyar kahkahalarını
Yağmurda görürüz gözyaşlarını
Ve duyarız kalp atışlarını.
Gece, bir mahkûm gibi
Kara ve mavinin üzerine gerili duran
Duyarız kalp atışlarını.
Ağaçlarda bekler oğullarımız, çıplak
Duvarların ötesinden çığlık atar kızlarımız
Yağan yağmurda görürüz gözyaşlarını."
Kaybolanların Anaları / U2 (1987)
İnsan teki neden bir şeylerini yitirdiğinde üzüntüsünün sınırı olmaz, hiç düşüneniniz var mı? Hemen en başında söyleyeyim; yitirilene, değerine göre sahip olmanın zorluğu, bir de bir daha da bulamamanın telaşı ve kaygısıdır insanı hüzne boğan!
Peki yitirilen sahip olunacak meta değil de insansa ve insan bir başka insanı yitirmişse bu duygu yükü nasıldır? Bunu en çok küçük çocuklarını kalabalıklarda, iş merkezlerinde ya da Pazar alışverişlerinde kaybeden annelerde fark ederiz. Önce alabildiğine şaşkın bir telaş! Önüne her çıkana olur olmaz bir şekilde, çocuğun giysilerinden tutun fiziki görüntüsüne ve yaşına varıncaya kadar bir şeyler umarak anlatmaya çabalayan tarifler. Bulunamazsa polise başvurmalar. Çocuğunu bulunca da mutlu son ve sevinç gözyaşları.
Bunlar doğal da! Asıl sıkıntı, hiçbir zaman kavuşulamayacağını ve bir daha da bulunamayacağını bilerek kaybedileni beklemek, belki de aramak. Ve bu bekleme, arama sürecinde, süre ne denli uzarsa uzasın kaybedilenle özdeşleşmek. Onunla bir bedende bütünleşmek. Adeta onun bir parçası olmak. Her gidilen yere, kaybedileni de taşımak. Her konu açıldığında ilgisi olsun ya da olmasın konuyu ve sözü kaybedilene ve onun özelliklerine getirmek.
Ve sonra kayıp olanın yakınları için, mesela anası için; yıllar sonra bile çocuğuna benzeyen birine gözü iliştiğinde yüreği, yufka yüreği çarpıyor olmak. Ama görünen o ki, analar ve yakınlar kayıpları ile birlikte gündelik yaşamdan hızla çekiliyorlar. Adeta "hayattan istifa ediyorlar". Diğer kayıp aileleriyle birlikte kendilerine yeni bir dünya kuruyorlar. Ama o dünyada sadece kayıplar ve onları aramak var. Nihayetinde ortak noktaları kaybedilenler olanların, varlık nedenlerinin, yaşama telaşlarının ve dünyalarının artık kayıplar olması belirleyici olan.
En çok yalnızken hissediyorlar kaybettiklerini kayıp yakınları. Oysa yalnızlığı bunca bilmelerine karşın kendilerini hiç yalnız saymazlardı belki de! Kayıp yakınları olarak çevrelerinde hep birileri olmuştu. Ama o çevrelerindeki birileri de yalnızdı, kendi dünyalarında ve kayıplarının hüzün serüveninde. Yalnızlık kendi yalnızlıklarında buluşturmuştu onları. Ama kimsecikler yoktu işte! Sadece gaipten gelen yalnızlıklarındaki sesler birbirlerine çokca benzemedeydi, o kadar.
Zamanla olmuştu herşey. Hiçbir şeyin kaybettikleri kadar acı vermediğini, ayrılıklar öğretmişti kayıp yakınlarına.
Ve yalnızlıklarda kayıplarını ararken yıllar yılı başkalarının anlamasını bekledikleri kendi çıplak gerçeklerinin yasını tutmadaydılar. Pus ve acı kokan, sis ve gece kokan karartılmış günlerde yitirilmiş gençlik hayatlarını geri istiyorlardı kayıp yakınları. Ama günlerce, gecelerce, aylar, yıllarca zamanın ne olduğunu an be an kaybedilenlerin acısı, ayrılıkları öğretmişti onlara. Yaşadıkları hayatları, eğer yaşamak denirse kendi hayatları olmaktan çıkmıştı. Kayıplarını kendi bedenlerinde ama kendileri de yaşlanarak yaşa(t)maya çalışıyorlardı.
Şehrin argosunda gizli güçler öyle sisli ve de puslu bir gece karanlığında değil güpegündüz gün ortasında yine şehir argosuyla "qeybol" demişlerdi. Ve kaybetmişlerdi, kaybolmuşlardı, sırra kadem basarcasına. Uğruna yaşadıkları ve savaştıkları dünyanın çetelesinden, kaydından düşüvermişlerdi / düşürülüvermişlerdi bir kalemde.
Sonrası mı, geride bıraktıklarını düşün(e)meden...(ŞD/YS)