aslı odman adını “istanbul işçi sağlığı ve güvenliği meclisi”nin çalışmaları sırasında duydum. çalışma konularımız ve alanlarımız itibariyle aslında yolumuzun kesişmesi gerekirken onunla ilk kez “çalışmak sağlığa zararlıdır” adlı kitabın sunuşundaki yazısı yüzünden tanıştım.
fransa'da 2008’de yayınlanan, ayrıntı yayınları’ndan çıkan bu kitap bu haftaki sağlık için medya, medya için sağlık yazımda da vurguladığım gibi çok önemli bir kitap.
kitabın yazarı annie thébaud-mony bugün ve yarın ankara’da, pazartesi akşamı da istanbul’da bir toplantıda konuşacak.
hem kitapta anlatılan konular, hem de türkiye’deki işçi sağlığı ve güvenliği konusu çerçevesinde aslı odman’la oldukça uzun bir söyleşi yaptık.
o söyleşinin önemli noktalarını burada paylaşmak, hem kitabı okuma hem de monie’yi dinleme açısından “özendirici” olur diye düşünüyorum.
sunuşa koyduğunuz başlıkta “gerçek olağanüstü hâl: çalışırken ölüyoruz, yaralanıyoruz, hasta oluyoruz” diyerek bir anlamda kitaba verilen adı da destekliyorsunuz. kitapta da bu gerçekleri ortaya koyan çok sayıda örnek var. bu somut gerçekliğin ardında yatan gerçek nedenler nedir?
hem dünyada, hem türkiye’de olağan barış durumunda, çalışırken daha fazla insan ölüyor; savaşlardan daha fazla insan ölüyor. yani savaşırken değil, çalışırken ölüyoruz. savaş “olağanüstü hal” demek. “olağanüstü hali ilan etmeye gücü olanlar muktedirlerdir” yani neyin olağan, neyin olağanüstü olmadığını tespit etmek bir güç halini işaret ediyordur. esasında olağan hal nedir? “sabahleyin işe gitmeniz, akşamleyin dönmeniz.” olağan durumda olan kazalar sanki olağanüstü bir şeymiş gibi sunuluyor.
normal bir şekilde çalışırız, ölmememiz lazım. çalışma durumunda bir olağanüstü hal yok. iş kavramımız doğallaştırıldığı için onu içerisindeki ölümler ancak ‘üçüncü sayfa haberi’ olarak yer buluyorlar. ama sanki olağanüstü bir durummuş gibi sunuluyor! halbuki esas olağanüstü durum bizim bu şekilde çalışıyor olmamız. bugünkü teknoloji seviyesiyle, bugünkü bilgi seviyesiyle, insanların çalışırken ölmesini meşru kılabilecek en küçük bir neden yok.
peki neden ölüyorlar?
bugünkü çalışmanın bu şekilde örgütlendiğinden dolayı ölüyorlar. çoğu zaman örtük hiyerarşilerle örgütlendiği için oluyor, iş barışını veya işte kendini gerçekleştirmesini ortaya koymayan bir çalışma organizasyonu nedeniyle. merkezinde kâr önceliğinin olması, yani kapitalist kâr amacının devam edebilmesi...
annie thébaud-mony kitabında bunun yalnız bizim gibi ülkelerde değil, her yerde böyle olduğunu anlatıyor. türkiye, fransa, almanya gibi ulus devletler arasında çok fark yok. üretken sermayenin küreselleştiği dünyada sektörlerin içerisinde de, ürünlerin nasıl üretildiği üzerinden, ne kadar insanın canının gözden çıkarılabilir olduğuna bakmamız gerekiyor. gerçekten bizim sermayeyi ve mesaiyi takip edip onların nasıl ürettiklerine bakmamız gerekir.
“çalışma acısı”
yani ‘kapitalist kâr mantığıyla düzenlenmiş her üretim sürecinde benzer şeyler yaşanıyor, benzer şeyler oluyor, bunun da nedeni yani kâr sürecinin dinamikleri’ öyle mi?
şöyle düşünüyorum: gelişmiş kapitalist ülkelerle, bizim az gelişmiş ülkeler arasında bir fark yok! kapitalist kâr marjı ortaya konulduğunda, maslak’taki bir plazayla, tuzla tersaneler veya aliağa gemi söküm bölgesinde arasında da bir fark kalmadı.
fransızcada “çalışma acısı” diye çevireceğimiz bir sözcük kullanılıyor. bu acı insanın canını almaya kadar gidebiliyor, ruhunu almaya kadar gidebiliyor. acıyı görüyoruz, o yüzden sektörlerin, şık gözüken beyaz yakalı sektörleri de, mavi yakalı sınıfın işçileri de daha sık, sokakları daha temiz olan ve sokakları daha pis olan ülkelerde de birbirini eşleştiren, birbirine yaklaştıran, birbirine benzeten bir şey bu. nerede kapitalist kâr mantığı işi örgütlüyor, insanın, insanı iş içerisinde yönetmesinin kurallarla kazığa bağlıyor, orada “çalışma acısı” dediğimiz çok daha kapsamlı bir şey bu. insanın canını da, sağlığını da, ruh sağlığını da elinden alabilen, insanın insana yaptığı çok önemli bir şey... insan insana zulmediyor oysa çalışma acıları oluşuyor. bu kelime bence en güzel anlatan sözcük
peki buradaki kültürel farklılıklar, eğitim yaşam biçimi, yaşam düzeyiyle bağlantılı noktaların, o işle ilgili alınan eğitimin rolü yok mu?
tabii ki buradaki farklılıkları görmek zorundasınız, ayırmak zorundasınız. ülkeleri sektördeki yapılanları karşılaştırmakta fayda var kesinlikle. koşullarını görünür hale getirebilecek çalışma, bir iki örgütlenme adımı, yani on insan ölecekken dokuz insan ölmesini sağlayabilir, bir insanın hayatını kurtarabilir. işçinin tersane koşullarını, tersane işçiliğini konuşmamız lazım...
“işçi sağlığı ve güvenliği”
koşulları, ortamı konuşalım o zaman...
resmi işsizlik rakamı var ya, beş milyona yaklaşmış durumda, tanım kısıtlayıcı olsa bile, şimdi ben “işim var” derken bile kendimden biliyorum, iş güvencemizle ilgili durumlar belirliyor, o yüzden bu mecburi yani zorunluluk alanı içerisinde çaresizlik çok önemli.
şey bu; tesadüfen yaratılmış bir çaresizlik de değil, zaten düzenli olarak güvencesizleşme ve kalitesizleşme, çalışma hayatınca emeğin konumu, yalnızca emeğiyle geçinen insanların konumunu daha zor, ekmeksiz kalmak değil mesele yalnız insan için: beyaz yakalı bir üniversite mezunu için işsizlik demek, en iyi telefonu alamamak demek, veya belli yerlere girememek, belli şeyleri tüketememek, bu da direkt onu sosyal çevresinden fedakârlık etmesi ve de ciddi bir takdir ve otonomiden kaybetmesi anlamına gelir. yani bütün bu mesele aslında statü kaybı...
her türlü işe razı olmak, yanındaki de 60 saat çalışıyor, sizin de 60 saat çalışmanız. yani işle alakası yok, son 30 sene gerçekten sermayenin çalışma isteğiyle ilgili, sermayeyi kâr için çalıştırmayı, kâr için çalıştırmak, insanların birbirleriyle rekabet ettirmeyi, performansı, bireysel performansı öne çıkarıp bunu herkesten, bireyler tarafından da kabul edilmesi için medya tarafından da çok iyi yayıldığı bir dönem oldu. biz neredeyse başkasını görmedik.
bunlar işçi sağlığı ve güvenliğini nasıl etkiliyor?
biraz içerden konuşayım; ben 2006’dan beri ve bir hayli tesadüflerin üst üste gelmesiyle bulaştım tuzla tersanesi işçileri bölgesinden başlamak üzere işçi sağlığı ve iş güvenliği dediğimiz meseleye. o dönemde kendi deneyimimle gözlemleyebildiğim alan ve yedi senelik bir süre. mesleki okumalarım oldu ama, benim gördüğüm 2007’de gerçekten raporu yazdığımız zaman tuzla’dan ölümleriyle patlamamıştı. rapordan sonra ölümler art arda arttı. basının ilgisini çekti. 2007 yılı tersaneler bölgesi yılı oldu. yani her basın yayın organında tuzla tersaneler bölgesi denildi.
medyada görünür oldu yani?
yani o senelerde basında yazılan ölümlü iş kazaları mavi, yani gerçekten, eliyle çalışan işçilerde çok daha fazla yer aldığını düşünüyorum ben. 2006’yla karşılaştırınca daha da fazla yer alıyor. bu bir açıdan olumlu, en azından fiziki varlığı ortaya koyuyor ölümler olduğuna dair. yani meşru olarak söyleme girdi.
türkiye’de “yüzde 8 büyümenin bir bedeli var.” çoğu üçüncü sayfalarda yer aldığını, “borcu vardı, çocuğunu yetim bıraktı” diye yazıyor. sulandırılmış bir şey gibi görünebilir ama büyümenin, kapitalist büyümenin bedelinin, can bedelinin ne olduğuna dair ellerinin altında ulaşılabilir bir şey oldu. insan hikayeleri oldu. benim gözlemlediğim bu aşamadaki en uğraşılması gereken, söylemsel olarak dönüştürülmesi ve derinleştirilmesi gereken mesele beyaz yakalılarla ilgili olarak da bu durumu görünür kılmak gerekli.
bu “ötekinin meselesi” değil
* illüstrasyon: anton brand
ne bağlamda, biraz açar mısın?
orta sınıflar diyelim, bu işi “ötekinin meselesi” olarak görüyor. yani tuzla işçisinin meselesi olarak görüyor. hayatını çok fazla etkilemiyor. sanayi işçisinin meselesi gibi görülüyor.
birbiriyle yarıştırılarak, mesela performans öne çıkarılarak, koşturularak, kâr amaçlı, işte o bir şirketin kâr amacının peşine takılarak çalışmanın doğal olmadığını ve acı yarattığını, karşılaştığı sorunlarla ilgili antidepresan ilacı alarak, psikologlara gitmeye çalışarak, başka türlü kendini avm’lerde tüketerek insanın çektiği acının kökeninde semptomlarının kökeninde, bizim gibi insanların insan olarak zulmetmekte olduğu, yani bu çalışmanın doğru ve doğal olmadığını, ve bunun beyaz yakalıların alanlarında plazalarda, üniversitelerde, bürolarda, ofislerde de yaşandığını görmemiz, göstermemiz gerekli.
yani işçi sağlığı değil “çalışan sağlığı”
işçi sağlığı ve iş güvenliği sözünün içinde “işçi” geçiyor diye, biz de kendimizi “işçi” hissetmiyoruz diye, “ne ilgisi var, işçi değiliz” diyen orta sınıf bunu başkasının işi olarak görüyor. o yüzden işçi sağlığı iş güvenliği diye ifade edilen, benim de anlayabileceğim şekilde anlatılması lazım. bu ötekinin meselesi değil.
sorun çok daha büyük o zaman...
türkiye’de bir de ataması yapılmayan öğretmenler var ve onlar stres içinde. sosyal bir sorun var. türkiye’de pek çok insan çalışma nedenli intihar ediyor. fransa’daki gibi sıkıntılı süreçleri aileri ile getirmedikleri için polis sorunu vardı, alkol bağımlılığı vardı, karısıyla arası bozuktu deyip üstü kapanıyor. insan bunlar. mobbinginden, kâr amacı devam etmesi için bunlar yaşanıyor. tuzla’da insanların neden 24 saat üst üste çalıştığı, yani o işi yetiştirmezse ne olacağını altmış saat reklam için çalışan insanın kaderinde ortaklık olduğunu düşünüyorum.
tepkiye dönüşmüyor, dönüşemiyor
toplumun bu olaydan haberdar olması, tepki duyması, bilinçlenerek, farklı davranması, yeğlememesi, iyiyi tercih etmesi açısından bilgilenme konusunda bir eksiklik var mı?
üçüncü sayfa haberi bazen faydalı, bazen zararı oluyor. biz şu anda basında yer almasını arzulayan bir çizgiden bakıyoruz. mecbur kalarak yani. türkiye’de insanlar savaş ve çatışma ortamından daha fazla barış ortamında çalışırken öldürülüyor. bunu türkiye’nin gündemine sokmak, bunu insan hikâyeleri olarak ortaya koymak, bunları rakam olmaktan çıkarmak ve bunların nedenlerini ortaya koymaya çalışmak gerek. kendisinin böyle bir derdi var mı ona inanmıyor. bilgilenmenin hayatında bir değişme oluşturması lazım. oysa onlar da bugün aynı durumda, güllük gülistanlık işlerde çalışmıyor. ama adını ve şartlarını koymuyor. tabii ki tercih, tabii ki siyasi mücadeleyle de bilinçli insana gelmedi henüz ama... önce bilgilendirelim de, ondan sonra bağlantıları kurarız, çok geç oluyor benim görebildiğim.
konunun küresel boyutu için ne söylersin?
orada tabii her zaman bir sermaye örgütlülüğü söz konusu öncelikle, ulusal saflar çok daha açık. bu iş, yani sermaye birikimin daha uzun yıllarda geliştiği yerlerde, fransa gibi, almanya gibi, daha derin bir sermaye birikimi, zaman olarak daha erken başladığı yerlerde ulusal çerçeveler, mevzuatlar daha erken gelişmiş. sınıf hareketi de daha pozitif olarak oluştu o yüzden “beş tane işçiyi” bir zodyak bota koyup da almanya’da bayer gölüne yollayamazsınız, bu doğru. orada mesela bir denetim şirketindeki işi kuran işverenin, ya da işi alan işverenin çok daha bilinçli olmasından oradaki beş insanın canına kıydığı zaman, tazminatlar işletmenin bir daha hayatta belini doğrultamayacağı bir noktaya geliyor. bu çok da yüceltilecek bir nokta değil. ama bu işler akçelendirilmiş. yani beş kişiyi bir zodyak bota koyup da yakmayı beşle çarptığın zaman o şirketin kârından daha büyük bir rakam çıktığı için yollamıyor. yani bu özellikle almanya’da ve anglosakson ülkelerde ve tibaud mony’nin anlattığı gibi bu iş fransa’da tazminat sistemine geçiyor. yani muhasebeleştiriliyor. hem can kayıpları, hem uzuv kayıpları, vs. sağlık kayıpları...
kitapta birkaç tane örnek var, biri italya’da, biri fransa’da, aman aman o yasalar çok eski olmasına rağmen, bu yasaların da bir korumasının söz konusu olmadığını söylüyor
onları mesela takip ettiyseniz mesela en büyük iki tane dava 2008’de ve 2011’de kazanıldı. yani kaç sene öncesinden beri varlar, fransız yasalarına göre bu imkan hep vardı ama büyük mücadelelerle bir örgütlenme söz konusu olduğu zaman iş mahkemeye aksetti. çünkü fiziki varlığının varolması yetmiyor. bir de 16 işçi için eternitte mahkum edildi italya eternit. mesela isviçre eternit’te yapamıyorsun.
kan parası
bizde bir adım daha ileriye gidiyor, resmi değil, gayriresmi bir muhasebeleşme oluyor.
“kan parası” meselesi esasında, hani bu güne kadar kan parasını “allah kahretsin, bu iş yasadışı” ya da “meşru değil” dense de, esasına bakarsanız bu işin muhasebe içine alınması, bir parmak 15 milyar lira, 10 bin euro, üç parmak 50 bin euro hesabı yaparsak, bu işin kibarcası ve muhasebeye dökülmüş hali. yani çok uzak olduğunu düşünmüyorum.
diğerlerinde tabi ki baskının etkisi, şirketleşmenin haddi hesabı yok. mesela bu olmuyor: “kan parasını alalım mı, verelim mi” falan onlar çok daha doğrudan çok daha rahat buna belli bir kısıt hali, en sonunda da... ama olan bu, insan canının, sağlığının paraya dökülmüş hali.
tibaud mony’nin kitabında dikkât ederseniz hep ceza kanunu referans verilmiştir. bütün alt başlıklar hep ceza kanunu referansları. yani ceza kanunu buna çok inanılan bir durum olmasa da legalite olduğundan değil ama, bu çerçeve içerisinde kamusal olarak ortaya koyan, yani kamu yararı, kamu faydası ve geri dönüşsüz kaybı ortaya koyar ceza yasası ve artık cezayı tamir edemezsiniz, cezası mantığıyla, eşitler arası bir şey değildir. özel hukuk değildir, idari hukuktur. mobbingi bireysel olarak borçlar hukukuyla kapatılabilecek bir şey olarak görmeyelim diyor. bu insanın onuruna saldırıdır ve “yaptı bir kere n’olacak, beş milyar lira ver, al at beş bin lira ver” değil.
“vicdan nöbetleri” tutuluyor burada...
evet türkiye’de de bu var, türkiye’de de bu biliniyor. bunu ifade etmeniz çok önemli oldu. tekrar yapılsın diye, bu ailelerin adalet ve vicdan nöbetleri falan, bu her ay yapılıyor. yalnızca bu değil, bunun dışarıya yansıması, bunun arkasında toplam 8 tane dava şu anda teyid etti. iscinayetleriniunutma.org’dan bulabilirsiniz. bir tanesi davutpaşa’dan başladı, ceza hukukuna göre sorumluları belli. zeytinburnu belediye başkanı, devlet görevlilerinin yargılanması istenmiyor, devlet koruması söz konusu, sermayedarlar... bilirkişi raporları çok yanlış yönlendiriyor vs… ama o zaman da hiçbir noktada aileler hani canlarından birini kaybettikleri alanda da “allah kahretsin” deyip geri çekilmemeliler. ağ bunu sağlamaya çalışıyor. çok ciddi bir şey yaptılar yani birleşme yaptılar.
türkiye’deki bu, biraz önce bahsettiğimiz, fransa, italya örneklerinden, dünya çapında çok önemli, başlı başına ayrı bir kitap yapılıp diğer dillere tercüme edilmeyi hak eden bir örgütlenme var bence, özellikle.
“meclis ve çalışmaları önemli”
peki mücadele konusunda neler söylersiniz?
daha önce de ifade ettik, üç kurumla birlikte olacak, yani sendikalar ve meslek odaları. iş pratiğe gelince çok fazla basın açıklamasına ve ekonomik şeylere giriliyor... işin daha çok “söyleminde kalma” diyelim, daha çok “temsil düzeyinde” sahip çıkılıyor. hâlbuki bence esas siyaset, bence siyasi olan esas yaptığın işin siyasetini, örneğin sağlığın siyaseti sağlıklı gider. orada tuzla tersaneler raporunda oradaki kimyasallarla ilgili bir paragraf yazman bu işin siyasetidir bence.
hukuk, ve haklar bakımından durum ne?
“denetleme eksikliği var” diyorlar. çok açık bir şekilde kazalardan sonra sanki özellikle bütün sorumluları sorumsuz kılmak için alınmış raporlar çıkıyor. aslında bu raporlarda imzaları bulunanların çoğu da odalara kayıtlı insanlar. burada bir etik mekanizma yok.
annie thébaud-mony her işyeri hekimleriyle çalışan, hem hukukçularla çalışan, hem de mühendislerle çalışan bir sosyolog olmasından; bütünsel bakış açısıyla, bu meseleyi ele alıyor. insanların çalışmasıyla, bir kısmıyla, yaşamasıyla, sağlığıyla, sağlık kaybıyla, erkeğiyle, kadınıyla bütünsel bakabilen bir gözle, bu nasıl aşılabilir, bu ağları aslında kuran bir birey. kurumsal olarak da fransa’da bir tıp araştırmaları birini başına getirilmiş. ama onun başına geldiği birimde de bütüne bakabilecek bir yapı çıkartmayı başarmış.
kitaba gelirsek?
gerçekten tıp mensubu gibi çalışmış, tıp araştırmaları merkezinin başındaki kişi. araştırma merkezleri olarak işliyor bunlar ve fransa’daki en üst tıp araştırmaları, tıp etiği de var, ama tıbbı bir sosyolojik alan olarak araştırıyor, yani tıbbın insani koşullarından bahsediyor, laboratuar da olsa, tıbbın uygulamasından bahsediyor. tıp dışındaki bir yapının bizdeki gibi söz üretmesi çok zor. efektif olarak kendilerine bakması, kendilerine bakmalarıyla, daha zor, daha nadir bir şey.
geleceğe, ileriye dair neler söylersiniz?
gezi olayları gerçekten bir patlamayla, hani “yetti artık!”… bu çok önemli: “yetti artık”, “büyümeniz de yetti.”
“burada da her gün çalışırken aslında biz ölüyoruz, canımızı kaybediyoruz, işte sağlığımızı kaybediyoruz. bunlar böyle olmak zorunda değil” diyebilmek gerekiyor. bu açıdan meclisi ve çalışmalarını önemsiyorum. işimizin daha uzun erimli olduğunu düşünüyorum. her gün bir olağanüstü hali yaşıyoruz. bunu olağan ve doğal hale getirmemiz lazım. insanlar ekmeğini, suyunu, şarabını kazanırken her neyse üretirken ölmemeli. ölmesine hiçbir gerek yok. hiç kimse kazanırken ölmek zorunda ve doğayı katletmek zorunda değil. (ms/as)