"Önemli olan bir hak ihlali var mı yok mu? Allah'ına kadar var. Arkasında büyük acıların, büyük taleplerin, itirazların yattığını görmezden gelme meseleyi öyle bir noktaya taşıdı ki devlet geceleri kendi topraklarının üçte birine giremez oldu."
Bu sözler, Beynelminel filminin yönetmeni, senarist, müzik yapımcısı Sırrı Süreyya Önder'e ait. "Kürtlerin muhatap alınması şart" diyen Önder ile kendi eliyle hazırladığı Türk kahvesini içerken Kürt sorununu konuştuk.
Son dönemde yaşananlarla ilgili ne diyeceksiniz?
Benim açımdan bu meselenin iki boyutu var; birincisi evrensel insan hakları bakımından durduğumuz nokta ki bu; hiç kimsenin dininden, dilinden, ırkından, sınıfından, tercihlerinden dolayı bir ayrımcılığa tabi tutulmamasıdır. Bu noktada meselenin adının Kürt meselesi, Arnavut meselesi olmasının son tahlilde hiçbir önemi yoktur. Önemli olan bir hak ihlali var mı yok mu? Allah'ına kadar var. Varsa insanlıkla asgari bir ilişki tesis etmiş olan her insanın ne olursa olsun buna itiraz etmesi gerekiyor.
'Ama' dediğin hiçbir şeyin bir kıymeti de yoktur. Hak ihlalleri söz konusu olduğunda hiçbir istisna getiremezsin. 'Ama onlar da şöyle yapıyorlar, böyle yapıyorlar' diyen zihniyet yeryüzünde insan hakları uğruna can ve kan akıtılan bir meseleden hiçbir şey anlamamış olmak demektir. Bunu dangalak ya da kötü niyetli olmayan herkes bilir.
Ama o 'ama' denildiğinde devreye bir sürü şey girer. İnsanlar korkarlar. Doğaldır. İnsan dediğin korkar. Ortada kopartılan bu gürültü ve hamasetten tedirgin olurlar, bu linç histerisinden ürkerler, 'ama' diye başlayan bir sürü istisna koyarak kendi can güvenliklerini sağlama endişesi taşırlar, doğaldır ama insanca bir şey değildir. İnsanidir ama insancıl değildir.
Medyanın olayı yalnızca asker aileleri açısından görmesiyle ilgili ne söyleyebilirsiniz?
Asker ailelerini çok sevdikleri, giden canlara gerçekten içlerinin yandığı için değildir bu... Meseleye ancak sınıfsal açıdan bakınca bu tablo yerli yerine oturur. Ana akım medya dediğiniz şey, Türkiye'deki hakim sınıflar ittifakının temsilcisidir. Herkes bu ittifakta temsil ettiği gücün bakışını ve çıkarını gözetir, seslendirir. Onun için onlar elbette bunu yapacaklardır. Onların yaptığı kadar tutarlı böyle bir şey az bulunur. Egemen medya da doğasının gereğini yerine getiriyor. Önemli olan bu hengamede bizim sesimizi yükseltebilmek için yeni yöntemler bulma konusunda ne kadar mahir olduğumuzdur.
Egemen medyanın bu durumunda o nedenle şaşılacak bir şey yok. Şaşıracak asıl başka bir şey var. Kendinin sosyalist olduğunu düşünen insanların, kaba bir milliyetçilikle sakatlanmış olduklarını görüyoruz bu ülkede. Milliyetçilik, dünya üzerinde var ola gelen ideolojilerin en zayıfıdır.
İki özelliği vardır; biri en temelsiz olan düşünce biçimi olmasıdır. Yani senin doğumunda emeği geçenlerin, doğumuna vesile olanların, bir Türk yerine bir Endonezyalıyla karşılaşması durumunda yer ile yeksan olacak bir durumdan kendine bir sürü teori, duruş ve refleks icat etmen, geliştirmen kadar akla ziyan bir şey yoktur. Bu kadar temelsizdir. Diğer özelliği de saldırgan oluşudur. Zaten bu kadar temelsiz bir şeyin üzerine koca bir ideoloji inşa edersen, saldırganlığı refakatçi olarak yanına almadan hiçbir adım yol gidemezsin.
Bu sorun bizim gibi ülkelere mi özgü? Ulaşılması hedeflendiği dile getirilen 'Batı medeniyetleri bu milliyetçilikle gelen saldırganlığı aştı' da deniyor. Sizce böyle mi?
Fransa'da Paris sokakları daha birkaç sene önce alev alev yanıyordu. Orada o kara Cezayirli çocuklar, güvenlik güçlerinin olanca zulmüne maruz kaldılar. Almanya bundan beri değil. 50 yıl önce Avrupa'nın üzerine yakılan insan külü yağıyordu. Bunun neresi gelişmişlik?
Benim hiçbir zaman Avrupa Birliği'ne girmek gibi bir hülyam olmadı. Mümkünse girmemekten yanayım. Ama bu ülkede asgari demokrasi koşullarının sağlanmasına dönük her türlü talebin ve uygulamanın da yanındayım. Bunu ihlal edecek her yaptırıma da karşı çıkarım.
"Demokratik açılım" için ne düşünüyorsunuz?
Açılım ne AB'ye girmek için getirildi ne de başka bir şey. Açılım, Kürt siyaset hareketinin, ülkemizdeki hakim ittifakı, devleti yönetemez duruma getirdiği için yapıldı. Bunu artık herkesin açıkça söylemesi gerek. 1980'den önce böyle bir mesele bu yoğunlukta telaffuz edilmiyordu. 1980'den sonra ilk Kürt siyasal hareket başladığında bunlara hemen imha edilecek "üç beş çapulcu" gözüyle bakılıyordu.
Arkasında büyük acıların, büyük taleplerin, itirazların yattığı hep görmezden gelindi. Ama bu görmezden gelme, meseleyi öyle bir noktaya taşıdı ki 1990'larda bu ülke geceleri kendi topraklarının üçte birine giremez oldu. Buna literatürde 'yönetemezlik hali' denir. O zamanlar egemenler ittifakı çatlamış, devlet denilen organizma yönetemez hale gelmişti. Devlet yönetemez hale gelince geliştirdiği bir sürü argüman vardır. Bu açılım da bu argümanlarından biridir.
Kürt meselesine katkısı olacak, samimiyetinden şüphe duyduğum gelişmelerin dahi hep destekleyicisi oldum. Çünkü savaş, dünyanın en kötü şeyidir ve hiçbir zaman kazananı olmaz. Savaştığınız insanların tümünü imha etseniz bile kazanmış sayılmazsınız. Çünkü bir canın yitiminden daha önemli bir şey daha yoktur. Bunun üzerine bin tane zafer inşa etseniz ne olur!
Bu mesele aynı zamanda Türkiye'deki tüm siyasal hareketler için bir turnusol görevi de gördü. İş, böyle bir yol ayrımına gelince birçoğunun Kemalizm denilen küçük burjuva ideolojisiyle sakatlanmış olduklarını gördük. Birçoğunun paçalarından da milliyetçilik aktığını gördük.
Kendinin solcu olduğunu sanan birçok aymaz adamın sağcı ideolojiye egemen o zehirli dili kullandığını gördük. Bir sosyalist olarak işimiz bunları teşhir etmek, uyarmak, doğrusunu göstermek ama bunu yaparken şiddete bulaşan yöntemler kullanmaktan sonuna kadar kaçınmak.
Barış zordur, zahmetlidir ama herkesin boynunun borcudur. Yöntem olarak şiddeti kullandığımızda ve insanlardan da barışı talep ettiğinizde bir kırılma yaşanır ve bunu kimseye açıklayamayız.
Bu süreçte Abdullah Öcalan'ın muhatap alınması şart mı sizce?
Zorunlu. Bunun neresine itiraz ediliyor ki. Bu yapılanmanın en tepesindeki insanla görüşmeden çözüm elde edilmesi ontolojik olarak mümkün değil. Devlet bu meseleyi 'Çözeceğim ama bunun diğer tarafıyla görüşmeyeceğim' diyor. Senle ben kavga ediyoruz ve ben barışmaya karar veriyorum senin dışında herkesle görüşüyorum. Sanatçılarla, sporcularla görüşüp bu meseleyi dile getiren, bizzat bu mücadelenin içinde olanlarla, Kürtlerle görüşmüyorsun. Böyle bir şey olabilir im? Bizim barışmamız mümkün olur mu? Bir de bunda ne beis var ki?
Oy kaygısı?
Oy kaygısı nereye kadar. Yarın öbür gün oy verecek sandık kalmaz memlekette... Önemli olan senin bu meseleyi çözmek isteyip istemediğinde.
Maraş katliamını anlatacağı yeni filminin hazırlıklarına da başladığını söyleyen Önder, katliamı protesto ettiği 1978 yılının Adıyaman'ında yaşadıklarını anlattı:
"Maraş katliamı sırasında ben Adıyaman Lisesi'ndeydim. Okulda can güvenliğimiz yoktu ve biz de boykot kararı almıştık. Okul yönetimiyle birlikte emniyet de vilayet de sol öğrencilere karşı bir tutum içerisindeydi. O dönem siyasi bir yapı içinde yer alıyordum. Adıyaman'ın da içerisinde olduğu bir çanakta gelişen sınıf mücadelesinin önünü kesmek için o dönem meseleyi mezhepler bağlamına hapsetmeye dönük önemli bir çaba vardı.
Bu çaba, faşistler ve egemenler tarafından belli yöntemlerle kotarılan bir Gladyo faaliyeti olarak Adıyaman'da da gösteriliyordu. Biz kurulmakta olan kumpasın çok öncesinden farkına varıp bu noktada meselenin böyle vahim boyutlara gelmemesi için elimizden geleni yapma çabasındaydık. Adıyaman'daki bütün sivil yapılanmalar bir ittifak oluşturdular.
Kalabalık bir grup halinde hükümet binasına yürüdük. Polis saldırdı. Saldırınca malum şeyler oldu. Yaşım 18'den küçük olduğu için birkaç gün sonra beni bıraktılar. O dönem halk güçleri de bu meselede çok basiretli davranmıyordu; 'Aleviyse bizdendir değilse bizden değildir' ya da 'Aleviyse mutlaka bizdendir gibi' dar bir alana hapsedilmişlerdi. Bunun böyle yürütülmemesi gerektiğini de onu takip eden 30 yıllık süreç gösterdi.
Şimdi Maraş katliamının filmini çekmek için ön hazırlıkları tamamlıyorum. Yoğunlaşmak için Adıyaman'a kaçacağım. Önümüzdeki yıl Ocak Şubat gibi vizyona yetiştirmeye çalışıyoruz."
İlk tutukluluğun ardından 12 Eylül döneminde Adıyaman, Maraş, Antep bölgesine bakan 6. Kolordu Sıkıyönetim Komutanlığı ile Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni kazanıp gittiği Ankara'nın Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından aranan Önder, cezaeviyle bir kez daha karşılaşır. Ancak bu sefer 12 yıl, Mamak Cezaevi'nde kalır.
Siz de ilk tutukluluğunuzu çocuk yaşta yaşamışsınız. TMK mağduru çocuklar için cezaevine girdikten sonra giderek siyasallaşıp, militanlaştıkları gibi bir tehlikeden söz ediyorlar. Ne düşünüyorsunuz?
Oradaki en büyük tehlike siyasallaşmaları değil. Siyasallaşmak, dünyanın en güzel şeyidir. En büyük tehlike, onlara dünyanın ve evrensel hukukun dünyanın bütün çocuklarına tanıdığı hakkın gasp edilmesidir. Siyasallaşmada bir tehlike yoktur, asıl siyasallaşmamada tehlike büyüktür.
'Tehlike' olarak daha çok dağa çıkmaları kast ediliyor...
Bunu nasıl engelleyebilirsin ki. Herkesin hür bir siyasi iradesi vardır. İster dağa çıkar, ister düz ovada siyaset yapar. Bir tek buna, başkaları karar veremez. Ama o çocukların hakkının gasp edilmemesi, insanlığını bilen herkesin sorumluluğundadır.
Cezaevi, insana hayata karşı daha gülümser mi yapıyor, sabretmeyi mi öğretiyor?
Dünyanın bütün dinlerinde dervişlik ritüelleri, bir yere kapanmayı gerektirir. Bir yere kapanmadan, kendi içine dünyadan yalıtılmış olarak bir yolculuk yaşatmadan hiçbir din adama dervişlik payesi vermez. İnsanın dar mekânlarda uzunca bir süre kalması, kişiye başka bir özellik getiriyor. Belki çok büyük sıkıntılar yaşamanın belki de bu ülkeye özgü kahrolası rutinde, bir gelişmeyi hangi gelişmenin takip edeceğini mıh gibi biliyor olmaktan kaynaklanıyor. Yoksa biz her gelişmeye gülecek arsız insanlar değiliz. Ama biraz böyle bir şey olsa gerek...(BT/KU)