Son günlerde yollara düşen, çoğu zaman saldırgan milliyetçi bir dil kullanan, madalya ya da beratlarını yerlere atan "şehit" yakınları ya da gazi örgütlenmelerinin, "her Türk asker doğduğundan" veya "asker millet" olmamız hasebiyle Türkiye'ye has oluşumlar olduğunu düşünenler vardır belki de.
Aslında hiç de öyle değil. İkincisi daha hesapta yokken "Büyük Savaş" olarak anılan 1. Dünya Savaşı'nın hemen ertesinde gazi, eski muharip ve asker yakınlarının oluşturduğu örgütlenmeler, çoğu Avrupa ülkesinde ciddi bir toplumsal ve siyasal etki alanına kavuşmuş, savaş sonrasının en önemli toplumsal hareketleri haline gelmişlerdi. Mesela 1930'larda Fransa'da eski muharipler (anciens combattants) hareketinin üye sayısı üç milyona ulaşmıştı.
Eski muharip ya da asker yakını örgütlenmeleri, gazilere ya da şehit yakınlarına yapılacak sosyal ödentiler, bakım giderleri gibi savaştan doğrudan etkilenmiş insanların sosyal ve ekonomik taleplerini siyasal alana taşıyordu.
Savaşın hemen sonrasındaki ekonomik ve toplumsal zorluklar, mahrumiyetler bu talepleri daha da yakıcı hale getiriyordu elbette.
Alman Dadadist sanatçı George Grosz'un sakat kalmış, göğsünde madalyalarıyla işlek bir caddede dilenen gaziyi gösteren çizimi dönemin havasını oldukça iyi aktarıyor.
Belki de bu yakıcılık dolayısıyla söz konusu örgütlenmeler Fransa, İngiltere ve Almanya gibi ülkelerde hızla sağ ve sol arasında siyasal rekabetin alanı haline gelirler; sosyal demokratlar, komünistler, muhafazakârlar, faşistler bu yapıları etkileri altına almak için özel çaba gösterirler.
Ancak bu örgütleri siyasal çatışmanın bir alanı haline getiren mesele, savaştan doğrudan etkilenmiş insanların sosyal ve ekonomik taleplerinden ibaret değildi.
Kitlesel düzeyde yaşanan ölümlerin korkutucu deneyimine nasıl bir anlam verileceği sorusu kritik önemdeydi. Gençlik çağındaki insanların kitleler halinde hayata veda etmelerinin manası neydi?
Ölümün anlamı, amacı olmalıydı
Söz konusu olan savaşın anlamına dair felsefi bir tartışmadan ziyade daha derin psişik süreçlerin ortaya çıkardığı temel bir ihtiyaçtı aslında. Savaşta bulunmuş, büyük bir ihtimalle kalıcı bir ruhsal ya da fiziksel arazla savaştan çıkmış, "silah arkadaşlarının" ölümüne tanıklık etmiş ve belki de öldürmek zorunda kalmış genç insanlar ya da savaş süresince oğlunu, kocasını, sevdiğini, kardeşini kaybetmiş insanlar...
Hepsi savaştan ölüm karşısında derin bir ıstırapla çıkıyordu. Bu ıstırapla baş edebilmenin, insanın bu gayritabiî ölümler ve şiddet karşısında ruhsal bütünlüğünü muhafaza edebilmesinin tek yolu bu ölümlere bir mana verebilmesi olacaktı.
Ölümün bir anlamı, hatta bir amacı olmalıydı. Yoksa bu ölümlerin yarattığı suçluluk duygusuyla, acıyla baş etmek mümkün olamazdı. Böylece ölümü anlamlı kılacak bir hikâye inşa etmek, hatta bu ölümlerden, "her şerde bir hayır vardır" deyişi misali bir olumlu misyon çıkartmak kaçınılmazdı.
Herkesin hikâyesi kendi meşrebine göreydi elbet. Bu örgütlenmelerin solda yer alan bölümü, savaşın mevcut toplumsal düzenin doğal bir neticesi olduğu fikrinden hareketle antimilitarist temelde yapılandı.
Buna göre savaş ancak birtakım ulusal plütokrasilerin çıkarları için kardeşin kardeşi vurmasıydı. Savaşa son vermek ancak "savaşa karşı savaş" vermekle ve yeni bir toplumsal düzen kurmakla mümkündü.
Gazi ve "şehit" yakını örgütlenmeleri sadece sola meyletmedi elbette. Çoğu zaman bu örgütlenmeler tarafından savaşın, ölümlerin anlamı sorusuna verilen yanıt, muhafazakâr-milliyetçi bir çizgideydi.
Savaş, ulusun düşmanlarına karşı vatan müdafaası amacıyla gerçekleşmiş, ölenler, yani "şehit" olanlar vatan yolunda düşmüşlerdi. Onların ölümü ulusal cemaatin bekası ve devamını temin etmişti.
Bu çizginin daha "radikal" bir versiyonu ise faşizme açıldı. Cephede oluşan saf, "ölümüne" siper kardeşliğinin mevcut yozlaşmış topluma karşı gerçek bir toplumsal alternatif oluşturduğu inancından hareketle militaristleşmiş, otoriter bir toplum arayışına düşen gazi örgütlenmeleri çoktu.
Buna göre ölenler, yaralanıp sakat kalanlar vatan-millet uğruna her şeylerini feda ederken bir avuç düzenbaz politikacı ve "entel" tarafından (Alman örneğinde elbette Yahudiler de söz konusu) ihanete uğramış, arkadan vurulmuşlardı.
Bu ihanetin karşısında durabilmenin yegâne yolu hakikaten "asker-millet" olmak, yani toplumu cephede oluşan "siper cemaati" temelinde militarist-faşizan bir biçimde yeniden örgütlemekti.
Kısaca tekrar etmekte fayda var: Ölüme bir mana verebilmek, onu açıklayabilmek iki savaş arası dönemde temel bir siyasal meseleye dönüşmüştü. Hiçbir siyasal akım bu sorudan, matemi mümkün kılacak mana ve acıyı kabul edilir kılacak bir amaç, dil ve uygun yas ritüelleri arayışından kaçamazdı.
Bu rekabetin hiç değilse Almanya'daki galibi faşistler oldu. "Vatan için kendini feda eden askeri sırtından bıçaklayan hainler" teması nazizmin yükselişinde çok etkili bir mit oldu.
Gazilerin, şehit yakınlarının bugünkü eylemlerini izlerken bu tarihsel arka planı, bu felaket ihtimalini düşünmemek elde değil. Dolayısıyla rehavete kapılacak zaman değil.
Savaşa, daha doğrusu yaşanan ölümlere anlam verecek bir dil oluşturulamadığı müddetçe bu felaket ihtimali bizimle olacak.
Savaşta oğlunu kaybeden asker annesi, onun vatan yolunda "şehit" olduğu, "bebek katilleri"ne karşı millet için, bayrak için vs. toprağa düştüğü anlatısına sarılacak elbette.
Çünkü bu anlatı onun acısını çekilebilir kılıyor, onu ölümün getirdiği ıstırap karşısında daha "güçlü" yapıyor. Bayrağa sarılı tabut, askeri erkânın katıldığı cenaze töreni onun acısını dışarıya atmasını kolaylaştıracak yas ritüelleri sağlıyor. Bu anlatının, bu dilin, bu ritüellerin sarsıldığı, tehdit edildiği noktada şiddetle tepki vermesi doğal, çünkü gerçekten canı yanıyor.
Peki olumlu tarihsel örnekler yok mu? Var elbet. Vietnam Savaşı'na karşı yürütülen savaş karşıtı muhalefetin başarı kazanmasının en önemli nedenlerinden biri, asker yakınlarını ya da gazileri kendi saflarına çekebilmesiydi.
Doğumgünü 4 Temmuz filmi hatırlardadır. Gerçek bir hikâyeye dayanan film, tam da Vietnam'da sakat kalan bir askerin yaşadıklarına anlam verme mücadelesini ve bu mücadele içerisinde nasıl sıradan bir askerden bir savaş karşıtı eylemciye dönüştüğünü anlatıyordu. ABD'nin Irak'ı işgaline karşı muhalefette de, daha sınırlı ölçekte de olsa, benzer bir durum yaşanmıştı.
Oğlu savaşta ölen Cindy Sheehan'ın ABD Başkanı Bush'un Teksas'taki çiftliğinin dışında kamp kurarak onunla görüşmek istemesi, asker ailelerinin muhalefetine görünürlük kazandırmış, Sheehan Amerikan savaş karşıtı hareketinin sembolü haline gelmişti.
Türkiye'de savaş karşıtlarının özellikle Batı'da bir dizi nedenle güçlü bir barış hareketi yaratamamış olmasına hemen hepimiz hayıflanıyoruz. Böylesi bir hareketin yaratacağı basıncın eksikliğinde, yukarıdan icazetle, "hikmet-i hükümet" temelinde şekillenen "açılımın" temelleri ister istemez zayıf, kapsamı dar olacaktır.
Etkili, kitlesel bir barış hareketinin yaratılamayışının önemli bir nedeni de gazilere, hayatını kaybetmiş askerlerin yakınlarına ulaşamamış, onların acılarına nasıl bir anlam vermemiz gerektiği üzerinde pek kafa yormamış olmamız.
Zira savaş karşıtı hareket, ancak savaştan doğrudan doğruya etkilenenleri, yani askerleri, asker adaylarını ve asker ailelerini içerebildikçe toplumsallaşır, derinleşir.
Aslında, hele hele son zamanlarda, savaşın sürmesine tepkilerini bir biçimde ifade etmeye çalışan, yakınlarının ölümünü milliyetçi kalıplarla açıklamakla yetinmeyen, yetinmek istemeyen insanlara şahit olduk.
Alttan alta genç insanların bu savaşta neden kaybedildiğine dair bir hayıflanma, hatta sorgulama yayılıyor.
Genelkurmay tam da bu gizli, henüz açığa çıkmamış, daha kendi dilini bulamamış "muhalefetle" karşı karşıya geldiği için bölgede giderek daha fazla profesyonel kuvvetlerle iş görmeyi amaçlıyor.
Bu sessiz, bu dilsiz ve gizli "muhalefeti" açığa çıkarmak ona bir dil vermek ancak yaşanan ölümleri nasıl anlamlandıracağımız üzerine ciddi ciddi düşünmekten geçiyor.
Umalım ki bu çabada geç kalmış olmayalım. (FB/EZÖ)