İsrail hükümeti ve İsrail "demokrasisi"nin hükümete yandaş ya da muhalif kesimlerinden yükselen seslere bakıldığında, kimsenin ilk değerlendirme bakımından haklı oldukları konusunda bir kuşkusu yok. İsrail, meşru müdafaadadır. Peki, ya ikinci değerlendirme bakımından, İsrail içinde ve dışındaki tutumlar nasıl? Bu konudaki ayrım da, özünde pek farklı değil. Dünkü International Herald Tribune gazetesinde de etraflıca aktarıldığına göre bir ayrım var; ancak bu, hükümeti yeterince sert bulmayıp, zamanında Ben Gurion'un çerçevesini çizdiği İsrail savunma doktrininin gözardı edildiğinden yakınanlarla, olan bitenin isabetli olduğunu savunanlar arasında.
Ama bir aydır tüm dünyanın gözü önünde süregiden bu sorun, sadece bir devletin askeri doktrin tartışmalarına hapsolabilir mi? Eğer bu soruyu, İsrail hükümeti ve toplumunun yaptığı gibi, olumlu cevaplamak mümkünse, 1960'ların başlarında İsrail'de yürütülen Adolf Eichmann davasını da tartışmak gerekmez mi? İsrail, henüz bir devlet olarak varolmadığı bir dönemde, İsrail ülkesinde işlenmemiş suçlar nedeniyle ve hatta bu suçların önemli bir faili olarak kabul edilen kişinin de kendi vatandaşı olmadığı, Avrupa'daki "Nihai Çözüm" politikalarının mimarı bir Nazi olan Adolf Eichmann hakkındaki o davada nasıl bir yargılama yapıp, üstelik idam cezasına hükmetti?
Uluslararası hukukun ortak ve objektif kurallarına aykırılık bilinci ve buna karşı uygulamaların önlenmesi sorumluluğu, bir kalkış hattıdır. Bugünün medeniyetinde, silahlı çatışmalarda bu sorumluluğun korunması gereğini "insancıl hukuk"la tanımlamaya çalışıyoruz. İşte bu açıdan bakılırsa, İsrail'in Lübnan'da yürüttüğü saldırı savaşı zengin "savaş suçları" sergiliyor. Bunları, cezai sorumluluk açısından, insancıl hukuka "ağır aykırılıklar" ve 'diğer ciddi ihlaller' olarak tasnif etmek mümkün.
Kasten öldürme vakaları, insanlık dışı muameleler, beden ya da zihin üzerinde kasten büyük acı ve tahribata yol açılması, askeri bakımdan gereksiz ve hukuka aykırı ve vahşiyane surette mal mülkün ağır tahribi, insanların hukuka aykırı bir biçimde yerlerinden edilmesi ve transferi gibi vakalar, bugün, insancıl hukuka "ağır aykırılıklar" olarak tanımlanıyor. Ve bunları işlemekten sorumlu sivil ve asker kişiler, mevki ve mertebe gözetilmeksizin sorumluluk altında kabul ediliyor.
Bunlara ek olarak, aşağıda sıralayacağım bazı eylemlerse, insancıl hukukun "diğer ciddi ihlâlleri" arasındadır:
Sivil nüfusa karşı bilerek saldırmak, askeri olmayan hedeflere bilerek saldırmak, insani yardım ve barış koruma faaliyetlerine dahil kişi, merkez ve hedeflere bilerek saldırmak (ambulanslar, yardım konvoyları, vb.), büyük tahribata yol açacağı bilinerek sivil hedeflere saldırmak ya da doğal çevre üzerinde yaygın, kalıcı ve ciddi tahribata neden olacağını bilerek saldırmak (Akdeniz'e yayılan ham petrol kirliliği, kimyasal tesislerin vurulması, vb.), savunmasız ve askeri bir hedef olmayan kentlerin, köylerin, binaların bombalanması, işgal edilen topraklardaki halkın doğrudan ya da dolaylı olarak ve kısmen ya da tamamen ülkenin diğer yerlerine sürülmesi ya da transferi (Litani Irmağı'nın güneyindeki halkın durumu), aşırı yaralanmalara ve ölçüsüz bir acıya neden olan silahların kullanılması. Bütün bu eylemler, insancıl hukuk bakımından birer "savaş suçu"dur.
Yukarıda sıraladığım nitelikte vakaların gerçekleştiğini basın ve televizyon haberlerinde izliyoruz. Bu aşamada bağımsız kaynaklarca yapılacak muteber çalışmaların önemi çok büyük. Hatta bunun bir uluslararası kampanya doğrultusunda geliştirilmesine ilişkin girişimlerin de koordinasyonu gerekiyor. Bu girişimlerdeki başarı, adeta dünyanın gözden çıkarılmış sayılan bölgelerindeki vahşetin hesabının sorulması yollarının açılması için de cesaretlendirici olabilir. (TT/TK)