Bir yıl sonra ne var elimizde? Agos’a açılmış davalar, baskılar, tehditler, Türüt’ler, Malatya Katliamı, e-muhtıra, Dink cinayetinin aydınlatılmasının önünü açacak davaların reddi, günlük hayatın bir parçası olarak ırkçılık, daha fazla korkutulup, daha fazla sindirilen tüm ötekiler... Kendisine bağlanan ümitlerden gittikçe uzaklaşan, 301’i tamamen kaldırmayı söz konusu dahi etmeyen, vakıflar yasasını bütün eksikleriyle meclisten geçiren bir AKP.
Aslında tüm bu süreçte mumla aranan tek bir şey vardı, o da samimiyet.
Kendiyle yüzleşmelerde bile, çokça “ama”lı cümleler kurmanın sonucu olan samimiyetsizlik en sert biçimde bastırılan duygulardan biri olsa gerek Türkiye’de. Böyle olmasa Hrant katledilir miydi?
Samimiyet, hatalarınla çırılçıplak görünmekten korkmamayı, gerektiğinde kendini en sert şekilde eleştirebilmeyi, özür dileyebilmeyi, pişmanlığı ifade edebilmeyi gerektirir. Bunlar gerçekleştiği takdirde, samimiyet, affedebilmenin ve umudun önünü açar, her yaranın merhemi olur. Samimiyet yenildiğinde, ikiyüzlülüğün, yalanın ve inkarın bataklığında buluruz kendimizi. Samimiyet bekleyenler için bataklıkta yapacak fazla bir şey yoktur. Ya son bir hamle yapıp, kendilerini dışarı atacaklar ya da daha dibe doğru yavaş yavaş çekilecekler.
Bir sene önce
Bir sene önce, yapmak istediğim bir dolu şey vardı. Üstelik, ceddimin en az 200 yıldır yaşadığı şehirde kök salma fikri her zamankinden daha yakındı gerçekleşmeye. Ermenilik farkında olduğum, çevremdekilerinse pek de öyle ciddiyetle ayırdında olmadığı, kimine göre “insanlık” varken gereksiz bir kimlik kategorisi, kimine göre “cemaatle ilgili haberlere kolay ulaşım”, kimine göre “mozaik taşı, ebru motifi”, kimine göre “ezilmişler kategorisinin” mutat parçası, kimine göre “dolmalı, topikli, ah eski istanbul”un olmazsa olmazıydı.
Benim için ise Ermenilik çoktandır başka bir şeydi ve bu başka şey, nedendir bilinmez, çoğunluk için bugünle değil de daha çok geçmişle ilgiliydi. Geçmişle bugün arasında bağ kurmak, olguları bağlamlara oturtmak, bu toplumun en karakteristik özelliklerinden biri sayılmazdı. Ne kadar parçalı, ne kadar anlaşılmaz olursaydı, gerçeklik o kadar iyiydi... Samimiyetsizlik, yüzü ortaya çıkar diye bütünleri sevmezdi.
İstanbullu Ermeniler bir daha 18 Ocak 2007’nin halet-i ruhiyesine dönebilecekler mi, bilmiyorum. Belki, 50 ya da yüz yıl sonra İstanbullu Ermeniler, - tabii hâlâ öyle bir cemaat olursa- 18 Ocak’takinden bir nebze olsun daha iyi koşullarda yaşarlar. Ve umarım bu yaşadıklarının bir yanılsama olmadığına ikna olarak, gönül rahatlığıyla, ecelleriyle “bu toprakların dibine girebilirler.” Bu, 1800’lerin sonundan beri bu coğrafyadaki Ermenilerin herhalde en büyük rüyasının gerçekleşmesi olur. (TS/TK)