Cumhuriyet 93 yıl önce bugün ilan edildi. Seneyi devriyesinde kutlandı. 1925 yılının Şubat ayında bayram olarak ilan edilmesi için kanun teklifi verildi ve kabul edildi. Resmi olarak 1925 yılından beri bayram Cumhuriyet bayramı olarak kutlanıyor.
Cumhuriyet yıllarının iki önemli siyasetçisi, bilim insanı ve yazarı olan Samih Rifat ve Mehmet Fuad Köprülü, 29 Ekim'lerde yapılan merasimler sonrası makale kaleme alan yazarlardan ikisi. Son yıllarda Cumhuriyet Bayramlarının kutlanıp kutlanmaması Ekim ayı yaklaşırken tartışma konusu oluyor.
En ciddi krizlerden biri 2012 yılında yaşanmıştı. Ankara Valiliği 29 Ekim kutlamalarını kanuna aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklamıştı. Polis Birinci Meclis'in önünde yapılan kutlamayı zor kullanarak dağıtmış ardından, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlatırken, Büyükşehir Belediyesi de pankart asanlar hakkında "çevreyi kirletmek"ten ceza kesmek istemişti.
Bu yıl da Ankara Valiliği'ni 17 Ekim'den 30 Kasım'a dek umuma açık alanlarda yapılacak her türlü toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasaklayınca benzer bir tartışma yaşanmış ve yasağın 29 Ekim ve 10 Kasım'ı kapsayıp kapsamadığı konuşulmuştu.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında merasimlerin coşkusunun nasıl olduğunu gösteren iki makaleyi yayınlıyoruz...
Dünkü Bayram Merasîmî Karşısında
Samih Rifat (30 Ekim 1925)
Cumhuriyetin şerefli bayramım, Türk’ün dört bin senelik tarihi selâmlıyor. Ankara sokaklarında yedi sekiz aydan beri bilâ-fasıla [aralıksız] çalışan ve tesis eden kollar, bir an için çekiçlerinin madenî uğultusunu tatil etmiş, dinleniyor.
Mektepler artık medenî bir memlekete yakışan talebesini, kışlalar gürbüz, sıhhatli askerini, yapılar iş adamlarını ortaya dökmüşler; caddelerden bir şevk [şiddetli arzu] ve sürûr [sevinç] akıyor.
Samih Rifat hakkındaSamih Rifat Bey (Samih Yalnızgil) Türk şair ve dil bilimci ve siyasetçi. Türk Dil Kurumu'nun ilk başkanı. Türkiye büyük Millet Meclisi’nin II., III. Ve IV. Dönemlerinde vekillik yaptı. 1875 İstanbul doğumlu. 4 Aralık 1932’de hayatını kaybetti. İstanbul Şehremaneti Zabıt Katipliği, Dahiliye Vekaleti Mektubisi Yasama İşleri Kalemi Mümeyyizliği, Mercan İdadisi Edebiyat Öğretmenliği, Karesi Mutasarrıflığı, Konya, Trabzon Valiliği, Dahiliye Müsteşarlığı, Maarif Vekaleti Telif ve Tercüme Başkanlığı, Tarih Cemiyeti Üyeliği, Maarif Vekaleti Müsteşarlığı, II. Dönem Biga, III. ve IV. Dönem Çanakkale Milletvekilliği, III. ve IV. Dönem Kütüphane Encümeni Reisliği yapmıştır. Mehmed Akif ile birlikte "Divanu Lügati't Türk"'ü Türkçeye çevirdi. Şair, oyun yazarı ve romancı Oktay Rifat'ın babasıdır. |
Türkler, yer, gök şahit derler. Bu sürûra yer şahit, gök şahit; şehrin yeni binaları üzerinde birbirini kovalayan, süzüle süzüle geçen, dönen, yükselen, eğlenen tayyareler sanki neşe ve heyecanla çırpman yürekleri gözlerin bakışlarından alıyor, uzak uzak ufuklara götürüyor. Tayyarelerin kanadı bu toprakta bir iki asırdan beri isminin tam ve hakiki medlûlüyle [anlamıyla] ilk defa kurulmaya başlayan zafer takları üstünden geçerken, eski bir garp şairinin güzel bir sânihasını [düşüncesini] hatıra getirmemek kabil değildir. Onun dediği gibi, yapılan zafer takları ne kadar yüksek olursa olsun, galip bir millet bunların altından tevazu ile başını eğmeden geçemez, işte cumhuriyetin neşeli mesut ve muzaffer çocukları kendi zafer taklarının altında geçmemek için üzerinde uçuyorlar!
Bugün burada her şeyin lisanında eskilerin tahdis-i nimet* dediği şükranın duygulu belâgati [güzel söz] var. Sanki her şey..., taşlar, topraklar, ağaçlar, kurtaran ve ihya eden bir büyüklüğün verdiği derin hürmeti, ürperen bir raşe gibi asabında hissediyor.
Bu, onlara ilk defa göklerden değil, gönüllerden akseden bir mucizedir. Millî vicdan, maddî hakikatlerde bulduğu bir kıblenin karşısında ibadete benzeyen bir istiğrakla [manevi coşkunlukla] memleketin mesut mazhariyetlerini [sahip olma] düşünüyor. Hiç bir millet dört senelik tarihinde ölümün ve izmihlâlin [yokoluşun] elleriyle uzattığı mühlik [öldürücü] bir zehirden sonra, bir gün dünyayı titreten bir zaferin ebedî şereflerini, bir gün cehil ve esareti himaye eden taassup ve saltanat ocaklarının yıkıldığını, yine bir gün medenî inkişafların bir an içinde husule geldiğini idrak etmemiştir.
Cumhuriyet bayramının bir arada ifade ettiği bütün bu şeyler, büyük bir harika olmağı istemeyen en tabiî bir hâdisât [olay] silsilesi gibi hayatın cereyanına karışıyor, henüz şiirin, edebiyatın o yanık ve sevdalı ruhu bile heyecanlarla üstüne titrediği bu muazzam inkılâbı duyduğu, anladığı kadar terennüm [güzel anlatı] edemedi.
Fakat hakikat ne kadar munis, ne kadar mütevazı olmayı isterse istesin, bu tarihî mucizelerin önünde insanlara bilâ-ihtiyar [istemsiz] eğilmek huzu'unu [alçakgönülülük] veren yaratıcı bir kuvvet, ilâhî bir azim ve deha vicdanların manevî uzviyetinde kendisini hürmetle işaret eden bir şahadet parmağı ibdâ [yaratıyor] ediyor.
Büyük ve muhterem Gazi! Hangi vicdan seni mukaddesatının derinliklerinde hissetmez? Diyorlar ki, vâkıalar hiçbir zaman mefkureye erişemez, fakat sen vâkıaların erişemediği bir mefkûre [ideal] değil, mefkûrelerin erişemediği bir vâkıasın!
Diyorlar ki, her felsefe yahut tefekkür mesleği arayan ve tedkik eden dimağların kendilerini aldatmak için bulduğu bir yoldur. Fakat sende en derin hakikatlere temas eden, en nüfûzlu, en ihatalı [kavrayışlı] bir görüş, nazariyatın fevkinde bir inkişaf [gelişme] ve terakki [ilerleme] düsturunu bu asrın içtimaiyatına [sosyolojisine] müsbet [olumlu] vâkıalarla nakletti.
Biz millî tekâmüllerin bazen bütün kuvvetini irade ve teşebbüste bulduğunu senin ilhamlarınla öğrendik. Artık herkes anladı ki, fikre ait terakkiler mütereddi [soyu bozulmuş] ananelerin [geleneklerin] ruhlarda bıraktığı, asırlarca biriktirdiği yosunlu ve yeşil paslar altında ancak çürümeğe mahkûm bir istidat [yetenek] olabilir. Bütün uzvî inkişaflar gibi onlar da şe’nileşmeğe [gerçek], tahakkuka [doğrulama]muhtaç olduğu noktada, kendisine hayat verecek bir kuvvet, bir hareket bulmalıdır.
Geri kalmış zümrelerin sanki yeşil olduğu için kendilerince mukaddes bir renge benzediği için (*) sevdikleri bu intân [hastalık] halinde paslar, bu yosunlar topraklarda ezilir ve dağılırken görüyoruz ki, orada yaşayan ve yeşeren şeyler vardır.
Milletin büyük mürşidi, eşi olmayan mürebbi [yetiştireni]! Feyizli adımlarının arkasında genç bir nesil, şerefi ve saadeti fethetmek için yürüyor. Garpta bugünkü terbiye kendi varlığını ancak kendi tatbikatında arayan bir usul, bir ananedir. Onun bütün muvaffakiyeti fertlerde İçtimaî kabiliyetleri inkişafa getirmektir. Fakat mademki uzuvlar vazifeleri yaratmaz ve mademki vazifeler uzuvları tevlid [dğar] eder, bir gün gelecekti ki, terbiye insanlarda yeni yeni kuvvetlerin hudusunu [ortaya çıkma] ilmî idmanlarla temin edecekti. Medeniyet âleminde bunun ilk misali sende görülüyor.
Bütün ufukların korkunç karanlıklar içerisinde boğulduğu bir zamanda, genç ruhlara uzaktaki bir selâmet ve kurtuluş noktasını görmek için ümit, iman ve itimat ile bakmayı talim ettin. Millet bugün istikbali başka bir rü’yet [idrak] melekesiyle görüyor.
Dumlupınar’da düşmanı takip eden esatiri Türk ordusunun efrâdı omuzlarının üstünde uçan bir kanat buldular. Onlara o kanatları sen verdin, senin itminanın [kararlılığın] verdi.
Mekteplerde senin ismin başlı başına bir derstir. Hiçbir şey bilmeyen masum bir köylü çocuğu yalnız seni bildiği, işittiği için vatan, millet, fedakârlık ve inkılâp mefhumlarını biliyor. Sen bu derin ve tarihî mefhumunda bir kitap, bir câmiasın.
Büyük münci [kurtarıcı]!
Şark dinleri kurulalı Tanrı'nın yazdığı yazı, alınların çizgilerinde aranır. Demek ki, tarihle kader aynı sahife üstüne yazılıyor. Her mesut inkılâp, uykusuz ve mütefekkir bir gecenin düşünen bir alındaki derin izinden doğmuştur.
Senin yüksek nâsiyende [çehrende] istikbalin en muhayyel ümitleri, halin keşfettiği bir şey, bir hakikat olmak için temas edecek bir çizgi, bir tefekkür [fikir] izi arar. İnkılâbı sen yarattın. Düne kadar şarkın küflü hurafeler uyuyan ufuklarında, bugün garbın dört beş asırlık ziyası ve harareti kaynıyor.
Halbuki sen, garp içinde görünmemiş bir siyaset ve deha enmuzecisin. Cumhuriyetin bu mesut bayramında sana in’itaf [meyleden] eden nazarlar, mavi derinliklerinden gizli bir nur intişar eden o nâfiz [nüfuzlu] gözlerinde istikbalin en büyük zaferlerini okuyorlar. Seni tebrik etmek için huzurunda başlarımızı eğerken, ruhlarımız itminanla ve ümitle yükseliyor. İşte büyük Cumhuriyet bayramının duygusu ve hâtırası!
(Hâkimiyet-i Milliye, nr. 1566, 30 Teşrin-i evvel [Ekim] 1341/1925 )
(*) Yeşil renk Emevîlerden kalmıştır.
* Takdis-i nimet: Cenab-ı Hakk'a karşı şükrünü edâ etmek ve teşekkür etmek maksadiyle nâil olduğu nimeti anlatmak, onunla sevincini ve şükrünü bildirmek. (e.n)
Cumhuriyetimizin Yıldönümü
Köprülüzâde Mehmed Fuad (3 Kasım 1927)
29 Teşrinievvel [Ekim] 1927!... Bugün, Türkiye Cumhuriyeti dördüncü senesini tamamlayarak beşinci yıldönümüne başlıyor. Dört seneden beri, büyük müncînin [kurtarıcının] gösterdiği hedefe doğru ve onun çizdiği yol üzerinde sarsılmaz bir azim ve iman ile yürüyen Türk gençliği, böyle yıldönümlerinde, bir taraftan maziye, diğer taraftan müstakbale bakarak, kendi kendisiyle hesaplaşmak ihtiyacındadır. Bu ihtiyaç ne kadar tabiî ise, bu cins hesaplaşmalar da fertler ve milletler için o nisbette terbiyetkârdır.
Mehmet Fuad Köprülü hakkındaTarihçi, Türkolog, edebiyat araştırmacısı. Eski Dışişleri Bakanlarından siyasetçi. 4 Aralık 1890 doğumlu. 28 Haziran 1966’da hayatını kaybetti. Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa’nın soyundan gelmektedir. Edebiyat ve tarih alanında ilerlemek için hukuk öğrenimini yarıda bıraktı. 1909’da Fecr-i Ati topluluğuna katıldı. Şiirlerini 1913’e kadar Mehasin ve Servet-i Fünun dergilerinde yayımladı. 1910’dan sonra İstanbul’un çeşitli okullarında Türkçe ve edebiyat okuttu, liselerin edebiyat programını düzenledi. Ziya Gökalp çevresine girdikten sonra Milli Edebiyat akımını benimsedi. 1913’te, Halit Ziya Uşaklıgil’den boşalan İstanbul Darülfünunu Türk edebiyatı tarihi müderrisliğine getirildi. 1923’te Edebiyat Fakültesi dekanı oldu, ''Türkiye Tarihi'' adlı kitabını çıkardı. 1925’te Türkiyat Mecmuası’nı çıkarmaya başladı. Birçok uluslararası kongreye Türkiye temsilcisi olarak katıldı. 1928’de Türk Tarih Encümeni Başkanlığına seçildi. 1931’de Türk Hukuk Tarihi Mecmuası’nı çıkarmaya başladı. 1932-1934 arasında Divan Edebiyatı Antolojisi’ni çıkardı. 1933’te ordinaryüs profesör oldu, İstanbul Üniversitesi’nde birkaç kez dekanlık yaptı. 1934’te siyasete atılarak Kars milletvekili oldu. 1936-1941 arasında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’yle Siyasal Bilgiler Okulu’nda ders verdi. 1935’te, Paris’te Türk Tetkikleri Merkezi’nde verdiği konferansların toplamı olan Les Origines de L’Empire Otoman (Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu) adlı kitabı yayımlandı ve büyük yankı uyandırdı. Heidelberg ve Atina Üniversiteleri ile Sorbonne Koleji'nce onursal doktorluk sanı verildi. 1941’den sonra İslam Ansiklopedisi’nin yayımına katıldı. Celâl Bayar, Adnan Menderes ve Refik Koraltan ile Demokrat Parti'yi kurdu. Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanıp iktidara gelince, dışişleri bakanı oldu. 1956’ya kadar sürdürdüğü bu görevi sırasında Türkiye’nin NATO’ya girişinde etkin rol oynadı. 5 Temmuz 1957'de "kurduğu partiyi tanıyamadığını" söyleyerek Demokrat Partiden resmen istifa etti ve aynı yıl Hürriyet Partisi’ne girdi. Ardında 1500'ü aşkın kitap ve makale bıraktı. |
Bu geçen dört senelik hadiseleri dimağımızda birer birer sıralayıp canlandırdıktan sonra ilk duyacağımız his, şüphesiz, derin bir hazz-ı vicdanîdir. Milletlerin hayatı için hattâ bir “an” bile olmayan bu kısa zaman zarfında, Türk milleti maddeten ve manen ne muazzam bir inkılâp geçirmiştir! Kurun-ı vustâdan [Orta Çağ] kalan hilâfet ve saltanat müesseseleriyle onun asırlarca istinâdgâhı [dayanak noktası] olan medrese ve tekkenin ilgası, devletin eski "teokratik^" simasını değiştirerek hakk-ı teşriini [kanun koyma hakkı] kurun-ı vustâî müesseselerden müstakil bir şekilde, istediği gibi kullanmağa başlaması, taassup ve irticaın âdeta son ilticagâhı sayabileceğimiz fes ve sarığın ortadan kaldırılması, bütün bunlara ilâveten iktisadî ve malî sahalarda ve bilhassa maarif ve nâfıada [bayındırlık] yapılan birçok mühim işler, Türk milletinin dört seneden beri medeniyet ve itilâ yolunda nasıl kuvvetli adımlarla yürüdüğünü kâfi derecede vuzuhla gösterebilir. Bu yolda yürürken ara sıra karşımıza büyük mâniler çıkarıldığını, teceddüde ve inkılâba düşman bir muhit yaratabilmek için türlü türlü maskeler altında müthiş bir ihtirasla çalışıldığını da unutmayalım, inkılâp düşmanları belki her şeyi hesaplamışlardı; lâkin, Türk milletinin asırlarca fedakârlıklar, tecrübeler mahsulü olan "hiss-i selim"ini [güvenilir his] düşünmedikleri için, zillet [aşağılık] ve hüsranla karşılaştılar. Türk milletinin, felâket ve ıztırap günlerinde kendisine ümit ve reha yollarını gösteren büyük müncîden ayrılarak, meçhul ve bulanık ihtiraslar peşine takılacağını ümit etmek, olsa olsa, bir "delilik ve küstahlık"tı. Maatteessüf memleketin içinde ve dışında bunu irtikâp edenler oldu... O büyük müncîye karşı ki, memleketin en fedakâr ve azimli çocuklarını ümitsizlik içinde bunaltan zulmet [karanlık] ve nevmidî [ümitsizlik] anlarında bile, ilahi bir meşal-i reha [kurtuluş ışığı] gibi kudret ve safvetini [saflık] bir an kaybetmemiş, yeis ile boşalan milyonlarca kalbi tek başına azim ve iman ile doldurmak mucizesini göstermişti...
Dört seneden beri geçtiğimiz yollan böyle ümit ve itminan ile gördükten sonra, gözlerimizi istikbale çevirmek, ve daha ne uzun, ne meşakkatli merhaleler kat'ına mecbur olduğumuzu yine aynı azim ve itminanla düşünmek mecburiyetindeyiz. Ferdî işlerde çok kanaatkâr ve ihtirastan âzâde olan Türk gençliği, memleket işleri mev- zu-ı bahis olunca, azamî nisbette [oranda] "idealist" olmayı ve Türk milleti için en yüksek temeddün ve teâli [yüceltme] gayelerini istihdaf etmeyi kendisine bir vazife bilir. Milletimizi Avrupa'nın en mesut ve müreffeh, en mütemeddin [medeni] milletleriyle aynı seviyeye çıkarmadan evvel, gayemize vardığımızı ve istirahata hak kazandığımızı iddia edemeyiz, işte bu nokta-i nazardan bakınca, yapmağa mecbur olduğumuz işlerin ne kadar çok ve ne kadar müşkil olduğunu ilk nazarda anlamamak imkânsızdır: Avrupa memleketleriyle memleketimiz arasında maddî ve manevî herhangi sahada yapılacak küçük bir mukayese, bize bu hakikati gösterebilir. Bugünkü Türk gençliği böyle bir mukayese karşısında şaşıracak, azim ve imanım kaybedecek bir gençlik değildir, çünkü Mondros ve Sevr, sonra Dumlupınar ve Lozan’ı görmüş, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin nasıl doğduğuna bizzat şahit olmuştur. Bundan böyle kat'ına mecbur olduğumuz yolların uzunluğu, müşkilâtı [zorluk], mâniaları, bu gençliği nevmidîye değil, bilâkis daha faal, daha mücehhez [donanımlı], daha azimkâr olmağa icbar [zorluyor] ediyor. Büyük Gazi’nin mukaddes vediası [emanet] olan “Cumhuriyet”i bütün varlığıyla müdafaaya yemin etmiş olan Türk gençliği, omuzlan üstündeki yükün ne kadar ağır, fakat ne kadar şerefli olduğunu artık lâyıkıyla idrak etmiştir...
(Hayat, C. n, nr. 49, 3 Teşrin-i Sâni [Kasım] 1927, s. 441.)