Bu hafta Biamag'da bana ayrılan yeri arkadaşım Çağrı Doğan'ın 31.08.2003 tarihinde Radikal 2'de yayınlanan yazısına ayırıyorum.
"Çağrı'nın kör olduğunu belirtsem mi?" diye düşündüm ama niye düşündüğümü bilmiyorum. Ağrılar neyi neden düşündüğümü anlamama bile engel oluyor.
Çağrı Doğan: "Kokuşmuşluğun örtüsü"
Sakatlarla ilgili başarı öykülerinde de, kişi, içine doğduğu sosyo-ekonomik sistemden soyutlanarak çıplak birey olarak ele alınıyor.
Hummalı misyoner faaliyetleri ve liberal dinin güçlü propaganda sistemi sayesinde, modern zamanlar tanrısının "yürü ya kulum" dediği, sıfırdan servet yaratmış şahsiyetlerin başarı öykülerini ezber ettik. Şimdi de sıra, bedenleri defolu olduğu halde, nice defosuz insana taş çıkartacak başarılara imza atmış engel tanımaz "engelli"lerin öykülerinde.
Üç yıl kadar önce, başarı için stratejiler başlıklı bir vaaza katılmıştım. Vaiz, yüce görünmez elin, liberal peygamberleri aracılığıyla vahyettiği, bireysel kurtuluş için taktiklerle ilgili ayetleri mealleriyle birlikte anlatıyor, anlattıklarının biz müminler ve mümin adaylarının kafasında iyice pekişmesi için de örnek şahsiyetlerin hayat hikâyelerinden kesitler sunuyordu. Bilirsiniz, yoksulun çenesini yoran, aklını çelen cinsten varsıl hikâyeleri.
Kutsal kitaplarda buyruluyordu: "En verimli insan kendine çalışan insandır. İnsanlar yaşadığı hayatı seçer. İnsanlar hak ettiği hayatı yaşar. Her insan yapması gerektiği halde yapmadıkları ve yapmaması gerektiği halde yaptıkları ile kendi kaderini tayin eder. Hayatta ya tozu dumana katarsınız ya da tozu dumanı yutarsınız.
İnsanlar ana hatları ile iki ligden birinde oynar: yönetenler ve yönetilenler, mutlular ve mutsuzlar, başarılılar ve başarısızlar..."
Yine aynı kitaplara göre, görünmez el, o kadar muntazam ve kusursuz işleyen bir dünya yaratmıştı ki, birey çalışarak, yetmiyorsa gecesini gündüzüne katıp çalışarak görünmez elin sevdiği kullar sınıfına dahil olabilirdi. Eğer olamıyorsa, bunun nedeni toplumsal, siyasi veya ekonomik sistem ya da başkaları değil, bireyin çalışma erdeminden yoksunluğu ya da liberal dinin şartlarına uygun davranmamasıydı.
Son yıllarda, gazete sütunlarını ve TV ekranlarını, "engelli"lerle ilgili başarı öyküleri süslemeye başladı. Bu hikâyelerde, gözleri görmediği halde görme engelini aşıp ülkenin en iyi üniversitelerinden birinden mezun olmayı başarmış, büyük bir holdingde iyi bir pozisyonda çalışan ya da tekerlekli sandalyeye mahkum bir "engelli" olmasına rağmen yaşama sevincini kaybetmemiş, basketbol bile oynayabilen, üstüne üstlük kendi işini kendisi yapabilen adam / kadınlara başrol veriliyor.
Başarı öyküsü olarak tasarlanmış bu senaryolarda ilk bakışta öykülenen kişiye övgüler yağdırılıyormuş gibi gözükse de, söylenenleri analiz etmeye kalktığımızda övgü niyetiyle yapılanın aslında hakaretten başka bir şey olmadığı görülüyor.
Diyelim bir Türk Amerika'ya gitsin ve bir TV programına katılsın. sunucu onun için şöyle desin: "Bu bay / bayan X üniversitesinden doktorluk unvanını aldı ve Y şirketinde çalışıyor. Ama sıkı durun: bu bay/bayan aynı zamanda bir TÜRK."
Bu onun için övgü olur muydu? Sakatlarla ilgili başarı öykülerinde de aslında: "Bu gördüğünüz adam engelli ve hiç bir işe yaramayan, bizim gibi 'sağlam', her şeye kadir insanların yardımı olmaksızın yaşayamaması gereken, çalışma erdeminden yoksun, hayırsever vatandaşların yardımına muhtaç bir adam olması gerektiği halde, her nasılsa aramıza girmeyi başarmış, bizim gibi eğitim almış ve iş dünyasına girmiş biri." deniyor.
Sakat kadar olamadın!
Varlığını sakatların ezici çoğunluğunun emek piyasasının dışında bırakılmış olmasına, eğitim sektöründen faydalanamamasına ve toplumsal yaşamda kendilerine ancak hayır sektörünün can suyu olarak yer bulabilmelerine borçlu olan hikâyelerde, gerçekliğin aktarımından imtina ediliyor.
Hikâyenin servis yapıldığı sağlam müşteriye: "Bak adamı görüyor musun? Engelli olmasına rağmen neler yapıyor! Ya sen? Genetik, estetik, etik ve kinetik açılardan kusursuz yaradılışlı olduğun halde, durmadan eğitimde, sağlıkta, istihdamda fırsat eşitliği yok diye dırdır edip duruyorsun. Bre gafil, Bak da ibret al! Şikayet edeceğine çalış, gözün görüyor elin tutuyorken kendini kurtarmanın yolunu bul."
Sakat müşterilere de: "Siz hâlâ sakatlar üzerinde toplumsal bir baskı olduğunu, ayrımcı politikalara maruz kaldıklarını mı düşünüyorsunuz? Öyle olsaydı bu gördüğünüz engelli arkadaşınızın bu duruma gelmesi mümkün olabilir miydi hiç? Siz de artık, toplumsal ve ekonomik sistemi bulunduğunuz durumdan sorumlu tutmaktan vazgeçin. Çalışın, daha çok çalışın ve pastadan alacağınız payın tadını çıkarmaya bakın" mesajı veriliyor.
Öykümüzün sakat aktörü senaryoda başrol kapmış olmanın ve kimlikdaşlarının birçoğundan ayrıcalıklı bir konumda olmanın / görülmenin sarhoşluğuyla, hayatının başarısızlık olarak algılanabilecek bütün karelerini makaslıyor.
Kahramanımız, "kör öğretmen istemezük" deyu imza toplayan velilerin ve beraber olduğu kör adamın başarılarını ballandıra ballandıra anlatan kızına, "Sakat değil mi? Ulema da olsa istemem." diye çıkışan babanın alaylı bakışları eşliğinde, terfi edince sınıf atladığını sanan işçinin sevinciyle "Ben bildiğiniz engellilerden değilim, ben de sizden biriyim" diye çırpınıyor.
Öykünün senaristi ise, gizli kalmışı açık etmiş olmanın verdiği gönül rahatlığıyla, arkasında "vah vah!"-"vay be!" gelgitleriyle gözü ıslak, ağzı açık öyküzedeler bırakacak başka senaryolar yazmaya bileniyor.
Sakatlarla ilgili başarı öykülerinde de, diğer başarı hikâyelerinde olduğu gibi, konu edilen kişi, içine doğduğu sosyo-ekonomik sistemden soyutlanarak çıplak birey olarak ele alınıyor. Sakatlığı yaratan toplumsal ve çevresel koşullar, sakat kimliğine şekil veren ekonomi politikten hiç söz edilmiyor bu başarı hikâyelerinde.
Bu hikâyelerin editörleri, sakatı bireysel açıdan tanımlıyor ve sakatlığı bireyin organlarından birindeki bozukluktan dolayı ortaya çıkan fonksiyon sınırlılığına indirgiyor. Dolayısıyla, sakat kişiyi hikâyelerken de, kişinin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik statüyü onun bireysel çabalarıyla ulaştığı bir konum olarak ele alıyor.
Çünkü birey, kişiyi cismani, biyolojik bir varlık olarak ele alarak onu dar bir somutluğun içine hapseden bir kavram.
Başka bir dünya?
Oysaki insan ne çıplak bireydir ne de yığının içinde kaybolmuş bir siluet. Bireyi yaratan başka bireyler ve o bireylerin oluşturduğu çevredir. Birey kişiliğini toplumsal ilişkiler içinde bulur.
Başka bir deyişle, bireyin kişiliği kendinden menkul değildir. Kişilik ve kimliğini fizyolojik özellikleriyle çevresel özelliklerin sentezi verir. Buradan yola çıkarak, sakatı, organlarından bir ya da birkaçında kalıcı işlev kaybı olan; dinsel ve geleneksel öğretilerle beslenen toplumsal önyargı ve yanlış anlayışlardan, sakatlar dikkate alınmadan tasarlanmış çevresel koşullardan ve rekabetçi, sağlamcı, insanı düzgün ve her daim çalışması gereken bir makine olarak gören hakim ekonomik sistemden dolayı toplumsal yaşam dışına itilmiş kişi olarak tanımlayabiliriz.
Yoksulu, çalışma erdeminden yoksun; kadını, eksik erkek; Kürt'ü, dağlı Türk; sakatı, eksik birey olarak tanımlayan anlayış, toplumun yoksulluğu yaratan ekonomik sisteme; cinsiyetçiliği yaratan erkek egemen kültüre; etnik ayrımcılığı yaratan ırkçı / milliyetçi ideolojiye; sakatlığın kaynağı militarist, sağlamcı, rekabetçi sosyo-ekonomik sisteme karşı mücadelesini kırmak ve statükonun kokuşmuşluğunu örtmek için başarı öykülerini ustalıkla kullanıyor.
İzleyicilerden de, verili düzenle uğraşmaması, "kendi" işlerine bakması isteniyor. Kitlelere, itinayla işlenmiş cafcaflı örtünün üzerinde, o meşhur görünmez el tarafından, kimlerin nasıl ve ne pahasına kazanacağı malum bir kumar olarak tasarlanmış bir yaşam dayatılıyor.
Irkçı, milliyetçi, cinsiyetçi, sağ(lam)cı ve bilumum ayrımcı ideolojilerin hükmünün kalmadığı, özgerçekleştirme ve özbelirleme hakları açısından bütün toplumsal öznelerin denkliğine dayalı başka bir dünya mı? Mümkün olsa da, görünmez elin buhar makinesince üretilen sisten dolayı şimdilik ufukta görünmüyor.(NG/NM)