Haberin İngilizcesi için tıklayın
Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi 32. Ağır Ceza Mahkemesi'nde Barış için Akademisyenler'den psikiyatri alanında çalışan Prof. Dr. Şahika Yüksel hakim karşısına çıktı. “Savunma yapmıyorum” diyen Prof. Yüksel’in beyanını yayınlıyoruz.
İnsan hakları savunucusuyum, barış istiyorum, çatışmaların durmasını isteyen bir vatandaş, öğretmen ve hekimim. Sağlık ve ruh sağlığı alanında çalışıyorum. 41 yıl, bir kamu kuruluşunda, İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalında çalıştım. Asistan olarak başladım, uzman ve öğretim üyesi, bölüm başkanı oldum. Emekli olmak, benim için bir sağlıkçı olarak bildiklerimi, deneyimlerimi paylaşmak ve genç gönüllülerle birlikte olmak için daha esnek zamanımın olması anlamına geliyordu. Üç yıldır araştırma ve çalışmalarımı bir akademik kurum dışında, keyifle sürdürüyorum. Keyifle sürdürüyorum zira benim uzmanlık alanım, deneyim ve birikimim "şiddet, baskı, ayrımcılık vb. kişiyi travmatize eden durumlarda gelişen psikososyal sorunlar, durumlar ve hastalıklar" alanında. Bu alanda tek başına çalışmak iğne ile kuyu kazmaktır. Bir arpa boyu yol alırsınız. Bu bir ekip çalışmasını gerektirir. Ben aynı alanda psikososyal destek sağlamak için enerjisi, duyarlılığı olan profesyonel kişilerle çalışma imkanını bulabiliyorum. Keyifliyim, zira bu ilkede ruh sağlığı alanında depresyon kaygı gibi sorunların 10 dakikada çözülmeyeceğini bilen meslektaşlarım var.
Az önce bireysel tedaviler kısırdır demiştim, ne demek istediğimi açmak isterim. Bugün, dünyada sağlık hizmetlerinde hastalıkların tedavisinin çok pahalı olduğu ekonomik göstergelerle biliniyor, insani ve ekonomik nedenlerle öncelik koruyucu sağlık hizmetlerinde olmalıdır. Engellemek-korumak ve risk gruplarını yani hastalık oluşturan ortamları ve koşulları tanımak gerekir. Koruma koşulları oluşursa insanlar acı çekmez, evde hastanede yatmaz, kendi bütçesi ve kamu kaynaklarını israf edilmez, kullanmaz. Korumak ucuzdur. Tedavi etmek / hasta olmak zorluk yaratır.
1972 yılında psikiyatri eğitimime başladığım günden itibaren, ruh sağlığı alanında çalışan pek çok uzman gibi depremlerde, kazalarda yaralanan, silahlı çatışmalara katılan, son zamanlarda da patlatılan bombalardan sağ kalan, bu sırada fiziksel olarak yaralanan birçok kişi ve yakınlarını, bu çatışmalarda yaşamını yitiren kişilerin arkadaşlarını ve yakınlarını ruhsal açıdan değerlendirdim ve oluşan ruhsal tahribatları, hastalıkları giderebilmek, psikososyal ilk yardım ve tedavi edebilmek için uğraştım ve halen de uğraşmaya devam ediyorum.
Sayın başkan, sayın mahkeme heyeti, benden 2017 yılı bitmeden savunma yapmam istendi. Savcının 17 sayfalık iddianamesine karşı koruyucu tıp nerden çıktı diye düşünmediğinizden emin değilim. Haklısınız ama neyi, neden anlattığını ve "suçlu" olduğumuz sonucuna nasıl ulaştığını halen çözemediğim iddianameyi tartışmıyorum. Bu kısmını avukatım yapacaktır. Ben "savunma" yapmıyorum. Ben 2016 Ocak’ında kendi yaşadıklarımı bir hekim ve insan olarak size açıklayarak, ifade etmek istiyorum.
Savaş, tecrit, işkence sağlığı ve ruh sağlığını bozar, hastalıklara yol açar. En iyi panzehir barıştır. İnsanlar ve hayvanlar barış ortamında gelişir ve doğa barış durumunda tahrip edilmez.
Hekimlerin sık karşılaştıkları sorulardan biri görevlerinin nerede başladı ve nerede bittiğidir. Bölgemizin ve dünyanın bir gerçeği olan savaş karşısında, insanların sağlığını ve iyiliğini gözetecek şekilde koruyucu hekimliğin ve aynı zamanda hekimin sosyal sorumluluğunun gereği barışı savunmaktır, barış için mücadele etmektir.
Söz konusu barış talep eden metin imzalandığında memleketimizde özellikle de güneydoğusunda yaşayan sivil, çocuk, yaşlı, kadın, erkek, hasta vatandaşları düşündüm. Düşündüm de ben emekli bir doktor ve öğretmen olarak ne yapabilirim? Politikacı değilim, bir kurumda yetkili değilim. Bildiğim ve yıllardır söylediğim "temel haklara (beslenme, barınma, güvenli ortamda yaşama, sağlık, eğitim gibi hizmetleri gerektiğinde kullanma ve benzer) ulaşmada bariyerlerin olması toplum sağlığını tehdit eder” demek istedim. Bu metin de bunu dile getiriyordu.
Temel hakların sınırlanması, tecrit konusunda kendi kişisel, uçuk ve romantik düşüncelerimden söz etmiyorum. Uluslararası Hastalık Sınıflamaları Rehberi'nde (DSM-5) Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) tanımında ifade edildiği gibi ben sadece başkalarının travmalarını da düşünmüyorum. Ben de diğer Türkiyeli vatandaşlar gibi bu travmatik deneyimlerin her gün tanığıydım. (Kişi gerçek bir ölüm ya da ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma, kendisinin veya başkalarının fizik bütünlüğüne bir tehdit olayını yaşamış, böyle bir olaya tanık olmuş ya da böyle bir olayla karşı karşıya gelmiştir). Sosyal medya dahil görsel ve yazılı basından olayların tanığı olarak ben de şiddete maruz kalıyordum. Bunun karşısında sessiz kalarak görmemiş gibi yapabilir veya barış talebinde bulunabilirdim. Görmezden gelmenin bedeli çok ağır olurdu. Kendimi sahtekar ve yalancı olarak görürdüm.
Aile içi özel alanda ve toplumda yaratılan travmatik ortamların ruh sağlığını olumsuz etkilemesi konusunda bilimsel kanıtlara dayanan yerli ve uluslararası kaynakların bazılarından az sonra örnekler vereceğim. Şiddet, saldırı, tecrit, savaş, çatışma her yaşta insanı kısa ve uzun sürede olumsuz etkiler. Travmalara bağlı hastalıklar oluşur. Bunlar Akut Stres Bozukluğu ve Travma Sonrası Stres Bozukluğu gibi travmaya özgün veya başka nedenlerle de yaşanabilen Depresyon, Kaygı Bozukluklar, Bayılmalar, Ağrılar ve benzer ruhsal hastalıklar olabilir.
Ortadoğu’nun uzun işgaller yaşanan ülkesi Filistin’den çarpıcı ve bilimsel örnekler var. Tecridin kuşatmanın güvensizliğin uzun süredir devam ettiği Gazze’de Filistin Sağlık Bakanı o bölgede yaşayan tüm çocukların, kadınların ruh sağlığı kalıcı olarak etkilendiğini açıklıkla belirtmektedir.
Al-Krenawi ve arkadaşları tarafından, 1775, 12-18 yaş arasında Filistinli, Batı Gazze’de çeşitli politik baskılara maruz kalan gençle yapılan görüşmelerde maruz kalma sayısı arttıkça gençlerin öfke ve düşmanlık sergilediği ve bu gençlerin ana babalarının da onlara şiddet kullanımı arttığında, ruhsal sorunların da arttığı gözlenmiştir.
Filistin’de bir diğer çalışma (2017), çocuk ve ergenlerle çalışmaları olan Finli psikolog Prof. Dr. L.R. Punamaki ve Filistinli psikolog ekip arkadaşlarına ait. Özetle: Çocuklar hayatta kalabilmek için ebeveynlerine bağlanırlar. Özellikle çatışma ve güvensiz koşullarda yaşamak, çocukların geleceklerini etkiler. Güvenli ve dengeli bağlanma, travmanın olumsuz etkilerine karşı koruyucudur; travma ile baş edebilme, iyileşme yeteneğini sağlar. Tehlike ve travma (Savaş-tecrit) bağlara saldırır, bağlanma şekillerinin yapısını bozar. Aileyi hedef alan savaş travması anne-çocuk bağlanmasını daha doğmadan (hamile kadın ve doğmamış bebeğinin bağlanmasından başlayarak) bozar. Çocukta beyin mimarisini bozar (hemisfer lateralitesi, plastisite, denge, bütünlük, mimik ve davranışları tanıma, ayırt etme ve düzenleme). Çocuğa bakım verenlerin korku, endişe, öfke, keder duygulan; çocuğun güvenlik, yatıştırılma, vd ihtiyaçlarının anlaşılmasını, fark edilmesini ve sırayla uygun biçimde giderilmesini zorlaştırır. Çocukların bedensel, psikolojik ve sosyal gelişimi, öğrenme yetenekleri bozulur. Yetersiz, çaresiz hisseden ve öfkesini, duygularını uygun kontrol edemeyen, taşkınlık yapabilen bireyler olma olasılığı artar. Travmatik ortamda sadece ruhsal gelişim değil, bedensel büyüme de etkilenir. Düşük doğum ağırlığı yüzdesi, şiddetin derecesi ile doğru orantılı: Gazze'de şiddetin en yüksek olduğu abluka esnasında 2,5 kg altında doğum oranı yüzde 15, şiddetin azaldığı dönemlerde yüzde 6 civarında. Bebeklerde baş çevresi daha küçük, boyları daha kısa. Gazze'de gebe kadınlarda yani anne adaylarında TSSB: yüzde 8 ile 11 arasında. İsrail ve Filistin’de bölgede pek çok çalışma yapmış olan Prof. Dr. Hobfoll ve arkadaşları travmaların yaralarından iyileşmek için ön koşul olarak toplumsal travmalar veya kitlesel saldırılardan hemen sonra/orta dönem travma müdahalesinde etkin temel öğeler yazısında; güvenlik hissi, sükunetini sürdürme, toplum içinde etkin olma, bağların olması ve umudu beş önemli etken olarak sayar.
Türkiye'de bu barış çağrısının yapıldığı ortama dönersek, 2015 yılının özelikle son aylarında basında neler görüyordum, sadece birkaç olayı özetle ifade edeceğim. Zira hepimizin hafızasında olan bu travmaları yeniden canlandırmak istemiyorum.
İnsanların temel ihtiyaçlarına ulaşmasına engel olduğunu düşündüğüm uzun süren sokağa çıkma yasaklan, kadınların, çocukların, yaşlı insanların öldürülmesine dair yaygın gazete ve sosyal medya haberleri ve hatta savaş zamanlarında bile insanın kutsalı olması gereken cenazeler. Dinlediğim asker olsun, sivil veya bu kişilerin yakınları olsun, her kişinin öyküsü ruh sağlığı alanında çalışan birisi olarak beni derinden sarstı. Üyesi olduğum Türk Tabipleri Birliği’nin Diyarbakır Tabip Odası'ndan meslektaşlarımın ve kurucusu olduğum Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın raporlarını görmemiş gibi yapabilir miydim? Sadece üç örnek vermek isterim. "Yaşlı kalp krizi; evine uzun süre ateş açılan 80 yaşında bir kişi geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdiğini, 19 Aralık'ta evinin bahçesinde vurulan 59 yaşındaki Taybet İnan’ın cenazesi yedi gün evlerinin olduğu sokakta mahalle içinde kaldığını, ancak 25 Aralık 2015 günü morga götürülmesine izin verildiğini, ölü bedeninin tüm komşular çoluk çocuk ve kendi ailesi tarafından görülebildiğini ama yanına gidilemediğini, 20 Aralık 2015 tarihinde, zihinsel engelli olduğu belirtilen 22 yaşındaki Eğit Kaçar'ın, mahallesinde güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu yaralandığını" okuduk.
İşte, insanların temel ihtiyaçlarına ulaşmasına engel olduğunu düşündüğüm uzun süren sokağa çıkma yasakları, kadınların, çocukların, yaşlı insanların öldürülmesine dair yaygın gazete ve sosyal medya haberleri ve hatta savaş zamanlarında bile insanın kutsalı olması gereken cenazelerin sokaklarda günlerce kalıp, yakınlarının kurda kuşa yem olmasın diye pencereden köpeklere taş attıklarını anlattıkları haberleri okumam sonucunda derin bir üzüntüyle bir an önce barış talebiyle bu metni imzaladım. (EA)