Metin Yeğin , 40 yaşında bir sinemacı. İzleyiciler, onu, açlık grevlerinin yaşayan kurbanları Wernicke-Korsakoff mağdurlarını konu alan "Sonra" adlı filmi ile ve "Marcos'la 10 Gün" başlıklı kitabıyla tanıyor daha çok. Ama Yeğin'in film serüveni, bildik bir mesleki serüvenden daha fazlasını kapsıyor.
40 yaşındaki sinemacı, 1995'ten bu yana yalnızca bağımsız olmakla kalmayan aynı zamanda piyasa dışı bir sinemayı gerçekleştirme arayışının peşinde kıtadan kıtaya dolaşıyor.
Yeğin 1978 kuşağından. Hukuk fakültesi öğrencisi olarak girdiği cezaevinden çıktıktan sonra diplomasını almış. İngiltere'ye geçmiş. Sinemacılığa Galler'deki madencilerin mücadelesini filme çekerek başlayan Yeğin'in arayışı, Ekvador'daki darbe girişimi, Meksika'da Zapatistalar'ın mücadelesi, Brezilya'daki topraksızların kavgası, Arjantin'deki fabrika işgalcilerinin patronsuz üretim deneyleri, Gökçesu madencilerinin direnişi içinde yaşayarak sürüyor...
Yeğin deneyimlerini ve tanıklıklarını Bianet'le paylaştı.
Film çekme fikri ne zaman başladı?
Film çekmekle 1995'te İngiltere'de ilgilenmeye başladım. Film yapmak benim için bir anlatım biçimi. Bir şeyler anlatırken de onu film yapıyorum, ama bu bazen kitap da olabiliyor.
Yazmak ve film çekmek dışında bir şey yapıyor musun? Örneğin fotoğraf çekiyor musun?
Hayır, fotoğraf çekmiyorum, ama bütün filmlerimden fotoğraf alıyorum. Ben gittiğim yerlerde mutlaka çalışırım, zaten esas işlerim o çalışmalara dayalı. Öyle olmazsa yanından geçip gidiyorsun. Gittiğim yerlerde uzun kalıyorum.
Örneğin Nikaragua'da karides avcılarına ilişkin bir film çekecektim. Önce karides avlamayı öğrendim. 2-3 ay karides avladım. Ne olursa olsun o soğuk suyu hissetmek gerekiyor. Aksi takdirde, hiçbir zaman onlar gibi hissedemezsin ne yaptıklarını gerçekten bilemezsin.
Ya da Brezilya'da Topraksız Köylü Hareketi (MST) ile film yaptığımda onlarla birlikte 165 kilometre yürüdüm. Onlarla yattım, onlarla birlikte yedim. Çünkü ilk başta kamera seni yabancılaştırıyor, ama iki üç gün sonra adamlar da anlıyor ki, sen onlarla birliktesin. Böylece daha rahat çekim yapabiliyorsun.
Arabaya binip, arabadan da çekim yapabilirim. Ama bunu yapmak istemedim. Mesela, her gün 20 km yürüyoruz diyelim, kadını erkeği, genci yaşlısıyla... 20. km'de insanlar yoruluyor. Orada benim çekimlerimi izlediğinizde benim de yorulduğumu görebiliyorsunuz.
Nerelere gittin?
İngiltere'den sonra bütün Avrupa'yı gezdim otostopla. Ahmet Hamdi Tanpınar, seyahatle ilgili şöyle der: "Erzurum'a trenle birinci mevkide gittiniz. Ama bu seyahat değildir.Çünkü biniyorsun, yatıyorsun ve çıkıyorsun. Seyahat etmek bir yere gitmek, bir kervana katılmak, bir handa kalmaktır."
Mesela Ekvador'da çalışmaya gitmiştik. Dünyanın merkezi denen ekvator çizgisinde, daha Avrupalılar dünya yuvarlaktır demeden, İnkalar, 500 yıl önce dünyanın merkezini keşfetmişler. Biz oraya gittik. Bir sürü turist geliyor bölgeye. Venezüellalı ve Kolombiyalı bir arkadaşla birlikte gezdik, dolaştık. Binlerce turist var. Burası dünyanın merkezi dediler. Neresi? Aslında dünyanın merkezi, 3 km. ötede öbür köyde. Ama Ekvador hükümeti, oraya turist otobüsleri gitmiyor diye, dünyanın merkezini buraya taşımış... Yani, dünyanın merkezi kaymış.
Eğer turist olarak gidersen, dünyanın merkezi diye çektiğin fotoğraflar ya, hani kızları kandırmak için kullandığın, o kızları iki kez kandırmış oluyorsun. Orası dünyanın merkezi değil çünkü.
Bu örneği şunun için veriyorum. Her yere gittiğinizde bu şekilde dolaşmak gerekiyor. Yoksa 4 yıldızlı otele yerleşip 5 günde buraları anlamaya çalışırsanız Arjantin'e gider liderleri olmaması başlıca özellikleri olan Piqueteros'ların "lideriyle" görüştüğünüzü anlatabilirsiniz. Ya da Ocak'ta sona eren piqueteros hareketinin sürdüğünü sanabilirsiniz.
Gittiğin ülkeleri neye göre seçiyorsun, o ülkeye neden gidiyorsun?
Latin Amerika kafamızda hep vardı zaten. Sonra, İngiltere'deyken Zapatistalarla konuşmak için Meksika'ya gitmeye karar verdik. Marcos'la görüşüp görüşmeyeceğimiz de belli değildi. Ama sonra, arkadaşlardan biri dedi ki, "bizim Ekvador'da arkadaşımız var. Bize mail geldi, 'biz devrim yapıyoruz gelin' diye." İyi oradan başlayalım dedik. Ama 17 bin km. var arada o başka!.
Ekvador'dan başladık ve aşağıya indik. İngilizce biliyoruz, ama hiç kimse konuşmuyor. İspanyolca öğrenmekten başka çaremiz de yok. İş bulup çalışmaya başladık. Ben marangozluk yapmaya başladım. Böyle olunca da, biz akşamları gidip bir yerlerde içiyoruz, hafta sonları arabalara atlayıp geziyoruz. Oradan siyasal örgütlenmelere geçiyoruz. Ekvador'dan sonra Kolombiya, Nikaragua, Guatemala, sonra da Zapatistalarla kaldık.
Seyahat etmek zor ve masraflı bir şey, nasıl baş edebiliyorsun?
Aslında insanlar, cep telefonlarını bırakabilirse her yere seyahat edebilirler. Gittiğimiz her yerde çalışıyorduk. Çalışmak fazla para kazandırmıyor, ama sen yaşamını sürdürmüş oluyorsun. Son üç yıldır da bir takım dünya festivallerine davet ediliyorum. Ödül aldığım bir festivale gittiğimde, o festivalden başka bir film yapıyorum.
Mesela Arjantin'e festival için gitmiştik, hatta orada bir ödül aldık. Orada 1 ay kaldık. Hüseyin Karabey'le bir de film yaptık.
Benim, "F" ve "After" diye, son ölüm oruçlarına ilişkin iki filmim var. Son iki yıldır, özellikle bu iki filmle birçok yere davet ediliyorum. Davet edildiğim yere gider gitmez, hemen başka bir şeye başlıyorum.
Şimdi bütün dünyada, bir başka film biçimi konuşuluyor: Militan film. Ama militan film, Türkiye'de anlaşıldığı gibi propaganda filmi yapmak değil. Filmin militanı olmak demek. Filmi medyaya yapmamak demek.
Gittiğin yerler ve insanlar arasında senin orada olman dışında bir bağ var mı?
Biz "Arjantin'de neler oluyor" filmini çekerken, yolda birileriyle konuşuyoruz. Adamın birine kendimizden kısaca bahsettim, "Bizim Türkiye'de yoldaşlarımız var" dedi. Geçiştirmeye çalıştım. Adam, yine aynı şeyi söyledi. Kim dedim. Küçük bir işçi grubu dedi, ben çözemedim.
Döndüğümde, İtalya, Torino'da gösteri vardı, işten atılan FIAT işçilerinin bir gösterisi. Beni oraya davet ettiler. Sonra Türkiye'ye geldim. Radikal gazetesini bir açtım, "Arjantinli işçiler, Gökçesu madencileri için yürüdüler" diye bir haber var. Bir baktım benim konuştuğum adamlar. Bir gün bana Londra'dan elektronik posta geldi. Diyorlar ki, "biz işten atılmış FIAT işçileri için Galler'e gidip yönetimi devralmış madencilerle ilgili bir kitap yapacağız, sen de bunun filmini yapar mısın?"
"Yaparım," diye bir mail yazdım. Sonra aklıma geldi: Gökçesu'daki maden işçileriyle orda yönetimi devralmış madenciler arasında bir kontak kuralım. Gittim, Çetin Ağabeyi (Uygur) yakaladım. Gökçesu'ya gittik, direnişi çektik, konuştuk. Orada madene giremeyince Ankara'da başka bir madene gittik. Orayı çektik. Sonra oradan Galler'e gittik. Orada İtalyanlarla beraber gittik, hem onların filmini yaptık hem de Gökçesu direnişini... "Güzel Günler Göreceğiz" diye bir film çıktı.
Galler'de işçilerin devraldığı madenin öyküsü nasıl?
İşçiler, Thatcher zamanında maden ocakları kapatılmaya başlandığında hükümetten ocağı satın alıyorlar. Avrupa'da her şey kolay denir ama, aslında tam tersi. Adamlar direniyorlar, savaşıyorlar ve ondan sonra kazanıyorlar.
İlk başta ocağı ele geçirince, kasabanın meydanına bayrak dikiyorlar ve bağımsızlık ilan ediyorlar. Madeni kurtarmakla kasabayı, şehri de kurtarıyorlar. Çünkü ocak kapandığı zaman kasaba da gidecek. Şimdi okullarından tut, mahalle komitelerine, kendi kültür merkezlerinden sendikalara kadar her şeyleri var.
Bu örnek, İngiltere'de diğer maden yerleşmelerine sirayet etmedi mi?
İşin Türkçesi, adamlar ancak bir tanesi için mücadele edebilmişler. Hepsiyle başa çıkamamışlar. Çok fazla direnmişler. Şimdi çalışan işçi sayısı eskiye göre, eskiye göre çok çok azalmış. Ama kazançları çok iyi. Yılda 4, 5 milyon pound vergi ödüyorlar. Bazıları, "Bizi iki türlü yok edeceklerdi. Ya kapitalistleştirecek ya da batıracaklardı. Ama ikisi de yapamadılar" diyorlar.
Gallerden nereye?
Galler'den Arjantin'e geçtim. Kuzey Arjantin'e arkeoloji filmi yapmaya çağırdılar. "Gelirim, ama bağımsız bir film yaparım" dedim. Orada bir çöle gittik. İnsanlar çölde yaşıyor. Burayı bir Fransız şirketi satın almak istiyor. Turizm yapıp para kazanacakmış. Ama halk istemiyor. Adamlar, bin 500 yıldır orada yaşıyorlar. İnkalardan kalma duvar resimleri var. Başlangıçta banim niyetim, doğal hayata dair bir film yapmaktı. Ama baktım, bu insanlar orada bir şeylere direniyorlar. O zaman ben de bu direnişin öyküsünü filme aktarmaya karar verdim.
Oradan Brezilya'ya geçtim. Brezilya soluyla ilgili bir şey yapmak için gitmiştim. İçinden çıkamadım. MST'yi anlatmaya karar verdim.
Brezilya'da toprak işgalcilerinin işgal ettikleri toprağın büyüklüğü, Belçika'dan büyük. Ve 1.5 milyon insan bu işgal topraklarında yaşıyor. Tam anlamıyla sosyalist bir yaşam sürüyorlar. Küba dahil, hiçbir ülkede böyle bir sosyalist düzen görmedim ben...
İdeolojik bir formasyonları var mı?
Ben Buenos Aires Üniversitesi Sosyal bilgiler Fakültesi'nde Brezilya İşçi Partisi'yle ilgili derslere girdim. Adam, Komünist Manifestodan başladı, Marks, Engels, Lenin, Troçki, Rosa Luxemburg, Mao, Che Guevera'yla devam etti. Brezilya İşçi Partisi bunlardır diyor ve böyle bir çerçeve çiziyor.
MST ideolojik anlamda çok klasik Marksist. Ama pratiğine bakarsan başka bir şey var.
Kapitalist Brezilya'da MST sosyalist düzeni nasıl yaşatabiliyor? İşgal edilen toprakların mülkiyeti belirsiz kalıyor. Onlar işgal ediyor,toprak sahipleri geri çekiliyor, devlet ses çıkarmıyor. Kavga gürültüler olmuyor mu?
Tabii ki kavga gürültüler oluyor. Genellikle işlenmeyen topraklar işgal ediliyor. Bir enstitü var; enstitünün yönetiminde MST'nin yandaşları var. Bu enstitü, önceden araştırma yapıyor ve hangi toprakların işgal edilebileceğini belirliyor. Ve bir gecede içeri girilip topraklar işgal ediliyor.
Bir bakıma, kanun çıkarmadan toprak reformu yapıyorlar?
Toprak işgali, 1940'larda çıkan muğlak bir yasaya dayanıyor. Önce toprak işgal ediliyor, sonra kolektif bir çalışma başlatılıyor. Kadın erkek işe gidiyorlar. İşe gülerek gidip gülerek geliyorlar. Herkes eşit para alıyor. Kadınlar dört saat çalışmalarına rağmen erkeklerle eşit para alıyorlar. Çünkü ev işleri var...
Benim kaldığım kolektifte 56 aile vardı. MST'nin kuralı: Bir kamptaki aile sayısı 70'den fazla olursa, mutlaka ayrı bir kamp kuruluyor. Çünkü insanların birbirlerini tanıması gerekiyor.
Her 10 ailenin bir kadın, bir erkek koordinatörü var. Bunlar, koordinatörler toplantısına geliyorlar. Ne alacakların, ne yapacaklarını konuşuyorlar.
Aynı şekilde eğitim koordinatörleri toplanıyor, nasıl bir eğitim uygulayacaklarını konuşuyorlar.
Toplantı sonrasında MST sloganları atılıyor ve gidiliyor... Önceleri ben, bu tür sembolik uygulamalara karşıydım. Ama sonra anladık ki; bu uygulamalarla orada eşitlik sağlanıyor.
MST, bu semboller, sloganlar ve kalıplarla tam bir ritüel oluşturmuş ve bunu oturtmuş. Ama hiçbir ülkede bunu yapamazsınız. Eğer insanlar bunlara uymazsa, hareketten atılıyor. İkincisi, ülkede aç yaşayan milyonlarca insan var. Bunlar MST'yi destekliyor ve hareketin içinde yer almak istiyor.
Brezilya başka bir dünya. Dünyayı bir tarafa, Brezilyayı başka bir tarafa koymak gerekiyor.
Şu anda MST işgal yapmıyor, ama yapacak. "İşgal yaptığınızda Lula ne yapacak?" diye soruyorum. "Lula iyi bir adam, ama yanındakiler iyi değil" diyorlar.
Lula'ya, sırtlarını vermiş değiller. Ama kendi durumlarının politikayla iç içe olduklarının farkındalar.
Buralarda yaşayan çocuklar dünyanın en sağlıklı çocukları. Eğitim koşulları da çok iyi...
Brezilya milli eğitimiyle ilişkili mi?
Şu anda ilişkilendirilmiş ve MST'nin hocalarına maaş verilmeye başlanmış. Artık diplomaları da geçerli sayılıyor. Ama tüm bunlar, çok zor olmuş.
MST'ye nasıl giriliyor?
İnsanların en çok sokakta yattığı yerlerde MST'nin depo gibi kocaman aşevleri var. Sokaklarda yatanlar gelip orada yemek yiyebiliyorlar. Gecekonduların olduğu semtlerde de MST'nin yerleri var. İnsanlar gelip orada yemek yiyebiliyor, uyuyabiliyor. Kapıda insanlara bir takım sorular soruluyor. Diyelim ki, adam uyuşturucu kullanıyor, o zaman kesinlikle içeri alınmıyor. Ya ekmeği tercih edecek ya da uyuşturucuyu...
Kapıya her gelen içeri alınmıyor, önce kişiler seçiliyor. Sonra aileleriyle birlikte gelmeleri isteniyor. Bunları, 15 günlük bir kampa gönderiyorlar. Sonra bir gün gidip, bir yeri işgal ediyorlar. Aileler bir araya getiriliyor, koordinatörler seçiliyor ve iş bitiyor. Her kamp, ne yapacağına kendisi karar veriyor.
Bazı kamplarda insanlar arasında "hemşerilik" gibi birbirlerini tutma durumları görülüyor. Böyle durumlarda bu aileler hemen dağıtılıyor.
MST bir anlamda,bulunduğu yerde asayişi sağlıyor. Bu ülke açısından da olumlu. Bu anlamda MST'den şikayet yok. Ama mülkiyete el koyduğu için devletle karşı karşıya geliyor.
Polis ya da ordu saldırmıyor mu?
Bazen saldırdıkları oluyor. Polis hala saldırıyor. MST'nin hiç legalitesi yok, ama meşru...
Önce kendileri için üretiyorlar, sonra satışa geçiyorlar. Satış için kooperatifleri var. Kooperatiflerde çalışanlar bürokrasi yaratır mı, yaratmaz mı diye tartışıyorlar. Kooperatifler çok ciddi fabrikalar. Birim olarak aile var. Bu da beraberinde bir takım sorunlar getiriyor. Örneğin MST kampında iki evli insan ilişkiye girerse, kamptan atılırlar. Bu biraz, yoğurdu üfleyerek yeme muhabbeti...
Çok önemli küçük çiftçi hareketi var. Bu harekete 50 hektardan küçük toprakları olan çiftçiler katılabiliyor. Onlar MST'yi destekliyor. Çünkü MST topraklarında yalnızca kendi için üretmiyor, dünyanın tekellerine karşı da yerli tohum üretiyor. Bu çok önemli...
Başka bir yere gittin mi Latin Amerika'da?
Uruguay'a da gittim. Orada eski mahkumlar sendikası başkanıyla konuştum. Uruguay'da 15 bin eski politik mahkum var. Adam bana "sizde kaç politik mahkum var?" diye sordu. 60-70 bin dedim. Kaç eski politik mahkum örgütlenmesi olduğunu sordu. "Hiç yok" dedim.
Türkiye'ye geldiğimde bunu İnsan Hakları Vakfı'na (İHV) anlattım. Şimdi, eski politik mahkumlar için meslek edindirme kurları düzenleyecek. Bana bu konuda ne yapabileceğimi sordular. İnsanlara montaj öğretebileceğimi söyledim. Yakında ilk yedi kişilik ekip için dersler başlayacak. Belki sendikalaşmaya doğru gidecek bir çalışma olacak.
İnsanlar, istedikleri gibi bağımsız bir şekilde üretecekler. Hiçbir konuda sınırlama olmayacak. Dilerlerse ölüm orucu sürecine küfür eden bir film de yapabilirler. Ya da porno film de çekebilirler.
Ders verecek hocalar da mutlaka başkalarından ders alacak. Bunun nedeni eğitimin iktidarını törpülemek. Ayrıca bu insanlara hoca değil, anlatıcı denilecek. Şimdi bir kooperatif oluşturduk. Yakında dersler başlayacak. Uruguay'dan hareketle çalışmalarımızı yürüteceğiz. İnsanlar para değil, kredi alacaklar. Alternatif bir çalışma olacak. Belki ücretsiz film gösterimleri olacak ve insanlar orada börek satacak. Bu arayışlardan sonra eminim ki, başka girişimler de olacak
Tüm bunları gördün, yazdın... Peki sonra ne olacak?
Şimdi bunları yazacak bir sokak duvarı arıyorum... Son zamanlarda davet edildiğim filmlere gidip, orada başka filmler çekiyorum. Yakınlarda Liverpool'da bir festivale gideceğim. Orada "Militan Dönem" diye bir dönem var. Anarşistler, belediyeyi ele geçiriyorlar ve 18 ay yönetiyorlar. Ve diyorlar ki; "Biz devrim yaptık, kimsenin haberi yok". Festivale gidince bunun öyküsünü yapacağım. Sonra da başka festivallere katılacağım.
Global bir çerçeveden baktığında Türkiye, bir yeni deneyim heyecanı uyandırıyor mu sende? Sen buralı olmasan, dönüp Türkiye'ye bakar mıydın?
Türkiyeli olmasam burası hiçbir şeydi benim için. Neyse ki meclisten şu tezkere çıkmadı da, ilk defa dünyada itibar gördük. Dünya Kupası'nda üçüncü olmamız da Türkiye açısından iyi oldu. Daha önce gittiğim yerlerde Türkiye'yi anlatamazdım. Ama artık biliyorlar. Bir nevi, haritadaki yerimiz belli oldu.
Film yapmak biraz pahalı bir şey?
Evet öyle... Ben şu ana kadar gittiğim festivaller ve aldığım ödüller sayesinde film yaptım. Bazı zamanlar kaset alacak param olmadı. Örneğim Arjantin'de çektiğim çöl filminin kasetini, Brezilya'da kullandım. Aynı nedenlerle birçok kasetimin üstüne başka çekimler yaptım. Aslında bu bir katliam. Ama para bulamayınca mecbur kalıyorsun...
Ben Latin Amerika'da, 460 dolarla 5 ay yaşadım. Gittiğim yerlerde de bir iş bulup çalışıyorum.
Para olmasa da yaratmaya çalışıyorum.
Yeni bir kitap var mı?
Hem Arjantin hem de MST kitapları var dosya halinde. Ayrıca, bir film-kitap projesi düşünüyorum. Çünkü elimdeki malzemeler çok detaylı, ama bunlarının hepsini filme aktaramıyorsun. Üstelik benim kendi izlenimlerim de var.
Bunların hepsini, bir kitaba aktarmayı düşünüyorum... (EK/NK)