Bianet'e konuşan Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Doç. Dr. Hülya Uğur Tanrıöver, bu gerekçelendirmenin açmazlarına işaret ediyor.
Uğur'a göre, "ekranın uzatarak, genişleterek yansıttığı aile modeli, aslında tam da Türkiye'de yaygın olan aile yapısına denk düşüyor".
Uğur'un ifadesiyle bu, sıkı bir ataerkil hiyerarşinin egemen olduğu, saygı adına baskının yaşatıldığı, "herkes evlenmek zorundadır" ya da "her evlenen çocuk yapmak zorundadır" gibi kalıp varsayımlar üzerine kurulmuş, kadının meta olarak görüldüğü bir aile yapısının yansıması:
"Eskiden hamamda ya da düğünde aileler oğullarına kız seçerdi. Bugün hamamın yerini ekran almış, ne fark eder? Hele ucunda para varsa..."
"Kutsal ev kadınlığı"
Uğur'a göre, para konusu da bu programların kitleler tarafından bu denli yoğun izlenmesini açıklayan önemli bir unsur:
"Türkiye'nin aşırı hızla ve vahşi bir şekilde tüketim toplumu haline gelmesiyle, para her şey oldu. Özellikle de para kazanma ihtimali olmayan ev kadınları için para daha da büyük bir hedef. Diğer yandan geniş bir yoksulluk ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla televizyon izleyicileri sadece kavgaları izlemiyorlar, bilmem kaç hafta sonra ödül olarak sunulan parayı kimin alacağını da takip ediyorlar. Paranın seyri bile bir haz haline dönüştü".
Uğur'un dikkatimizi çektiği bir diğer önemli konu, programların içerikleriyle "ev kadınlığı" diye bir meslek varmış gibi davranarak, bu yaşamın olgularını kutsallaştırmaları.
Uğur, böylelikle özellikle Türkiye'de çok yaygın olan "kadınların eve kapalı kalması durumunun meşrulaştırıldığını" ifade ediyor.
"Yüzyılın başındaki gibi özel alan-kamusal alan ayrımı getirerek, kadını özel alanda, domestik (ev içi) alanda tutan bir yaklaşımın, bu programlarda yeniden yeniden üretildiğini görüyoruz".
Bir kamu görevi olarak televizyon yayıncılığı
"Aile yarışma programlarının" değerlendirilmesi için RTÜK tarafından özel bir komisyon oluşturuldu.
7 Mart Pazartesi günü yapılan toplantının ardından RTÜK, para ödüllü aile yarışmaları nedeniyle Show TV'nin dört, Kanal D'nin iki, ATV'nin üç programı ile XTV'ye uyarı cezası verdi.
RTÜK'ün uygulamasını değerlendiren Uğur, düzenleme yetkisine sahip bir kamu kurulu varsa, bu kurulun yetkileri de olması gerektiğini belirtti:
"Çünkü, istediği kadar ticari olsun, televizyon yayıncılığı bir kamu görevidir".
Ancak Uğur, bu konuda kamu-devlet ayrımını yapmanın asıl önemli nokta olduğunu vurguluyor. Bu yaklaşımla RTÜK başkanı Fatih Karaca tarafından yapılan açıklamaların bir çok "talihsizlik" içerdiğini ifade ediyor.
İrrasyonel rekabet
Medyanın genel ekonomi politiği gereği ticari televizyonların yayın politikalarının tümüyle karlılık üzerine kurulu olduğunu söyleyen Uğur, "bu nedenle, en kolay biçimde, en az maliyetle izleyiciyi kazanmaya yönelik programlar yapıldığını" anlatıyor.
Türkiye'nin genel sosyal yapısı doğrultusunda hazırlanan programların, yaygın olarak bu prensibi yansıttığını söylüyor Uğur:
"Daha siyasal, kültürel, vs. programlar hem sayıca azlar hem de en az izlenen saatlerde yayınlanıyorlar. Üstelik kalite ve içerik olarak gitgide diğer türlere yakın üretilmeye başladılar.
Türkiye'deki medya iklimine baktığımızda, ticari medyanın kendi işletme stratejisini tamamen rakip odaklı oluşturduğunu görüyoruz. Büyük ölçüde kopyalama, hatta klonlama sistemiyle aynı tür programlar üretiliyor.
Vahşi, irrasyonel bir rekabet ortamında medyanın farklı bir içerik üreteceğine dair iyimser olmak zor. Türkiye gibi bir çok açıdan kaynakları kısıtlı bir ülkede bu kadar çok televizyon kanalı olması bile çok anlaşılır bir şey değil. Bu televizyon kanallarının ticari kimlikleri ötesinde ciddi bir yayın politikaları, kurum kimlikleri olduğunu düşünmüyorum. Bu anlamıyla kamu hizmeti olarak yayıncılıktan bahsedebilmemiz pek mümkün görünmüyor".
Bir toplumsal dışlama mekanizması olarak televizyon
Uğur, Türkiye'nin dünyada en çok televizyon izlenen ülkelerden biri olduğunun altını çiziyor. Uğur'a göre, bunun temel nedeni Türkiye'de yetişkin ve aktif olabilecek nüfusun büyük bölümünün faal olmaması ve zamanının çoğunu evde geçiriyor olması. Bu kitlenin önemli bir bölümünü "ev kadınları" oluşturuyor.
Uğur, televizyonda, özellikle de gün içi yayın kuşağında yoğunluklu yer tutan "kadın" ve para ödüllü aile programlarının, "kadınlara, özellikle de ev kadınlarına kendilerine yakın hissedebilecekleri modelleri sunduğunu" belirtiyor:
"İnsanlar kendilerine ve çevrelerine benzeyen durumlar, ilişkiler gördüklerinde daha çok etkileniyorlar. Bizim tele-gerçeklik diye adlandırdığımız şey aslında tam olarak drama. Kameranın karşısına geçen kişiler isteseler de istemeseler de oynuyorlar. Dramanın özünü oluşturan katarsis (arınma) duygusu bu programların aktörleri ve izleyicileri için de geçerli oluyor".
"Kutsal aile", gelin-kaynana-oğul ilişkileri, ev içi gerilimler gibi konulara odaklanan bu programların bu kadar yoğun televizyon ekranında yer bulmasının, yalnızca "çok izleniyorlar" gerekçesiyle açıklanamayacağını belirten Uğur'a göre, "feminist ve işlevsel bir okumayla ele aldığımızda, bu programlarla geleneksel zihniyet yapısı ve toplumsal örgütlenmeyle kapatılmış kadının durumunun son derece meşrulaştırıldığını" görüyoruz.
" Sizin yaptığınız da önemli bir şey' duygusunu sürekli yeniden üretip, genelleştirip,
toplumun sorunlarının odağına koyuyorlar. Bunun alt okuması, 'Ey kadınlar, yeterince okumamışlar, işçiler, yoksullar, siz burada kumda oynayın. Ciddi işler erkeklere, okumuşlara kalsın'dır".(GS/EÜ)