Boğaziçi Üniversitesi'nden eğitim bilimleri profesörü Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 35. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Ben, sabah 7’de evden çıkıp zorunlu mesaiye kalarak gece 23:30’da eve dönen bir işçi çocuğuyum. Dar gelirli-yoksul bir ailede büyüdüm. Ortaokul yıllarımda annem, babam, üç kardeş, bir teyzem ve dayıoğluyla tek odada yaşadık.
Demokrat Parti iktidarında, bu partiye üye olmadığı için 10 yıl boyunca, herkesin maaşına zam yapılırken maaşı bir kuruş artırılmayan babam, belki de çaresizliğinin sonucu olarak, yeri geldiğinde bizleri, “Okuyun, işçi olsanız bile okuyun” diyerek okuttu ve büyüttü.
Herhangi bir ücret ödemeden devlet okullarında okuyup İstanbul Üniversitesi’nden mezun oldum. 1964-1966 yılları arasında yedek subaylığımı askeri okulda öğretmen olarak yapınca, öğretmenliği sevdim ve bu mesleği seçtim.
1964 yılından bu güne eğitimin içindeyim. Alanya Lisesi’nde öğretmenlik yaparken, eğitim bakanlığının açtığı bir sınavı kazanarak Amerika’ya gönderildim ve cebimden beş kuruş harcamadan eğitimin sosyal temelleri alanında yüksek lisans derecesi aldım.
Milli eğitim bakanlığında, günümüzün ÖSYM’sinin yaptığı işin benzerini yapan Bilgi İşlem Bölümü başkanlığı yaptım. Bu görevim sırasında yine bakanlık sınavını kazanarak, Amerika’ya gönderildim. Eğitimin sosyal temelleri alanında doktora derecesi aldım.
Bakanlıkta Yaygın Eğitim Enstitüsü müdür yardımcılığı yaparken 1982 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne geçtim. 2008’de yaş haddinden emekli olsam da, Boğaziçi Üniversitesi’nde ücretli ders vermeye devam etmekteyim.
Dolayısıyla hem öğretmenlik hem de akademisyenlik görevini yürütmüş, sorumluluğunu üstlenmiş, deneyimini, sevincini ve üzüntüsünü yaşamış bir kişiyim.
Zaman zaman, “Devlet neden bana yaptığı gibi bazılarına bu kadar yatırım yapar ve taa Amerikalara kadar gönderir? Oradaki bilgileri edinip kendi çıkarına kullansın diye mi, iktidarın prensi olsun diye mi, toplum yararına davransın diye mi?” sorusunu sorarım.
Bir süre öğretmenlik yapmışsanız, ister istemez bu sorunun tek yanıtı olmaktadır.
Çünkü öğretmenlik, bambaşka bir meslektir. Çünkü öğretmen, ailesinden sonra öğrencinin başarısından en çok sevinen ve gurur duyan kişidir. Çünkü öğretmenin işi gücü, öğrencinin gelişmesine, iyiliğine ve gönencine yöneliktir.
Öğrencisini kandırmayan, onun bilişsel, duyuşsal ve devinimsel gelişimi için elinden geleni esirgemeyen, onun özgürleşip kendini gerçekleştirmesine yardımcı olan bir meslektir. Öğretmenlik, öğrencisinin inancına, cinsiyetine, budununa, varsıllığına/yoksulluğuna, köylülüğüne/kentliliğine, boyuna/posuna, güzelliğine/çirkinliğine aldırmayan bir meslektir.
Öğretmenlik, öğrencisine, karşılaşacağı sorunlarını güç kullanarak değil, aklını-bilgisini ve vicdanını kullanarak çözmesini öğreten bir meslektir. Öğretmenlik insancıl ve insancıl olduğu kadar da öğrencisinin kılına zarar gelmesini istemeyen bir meslektir.
Öğretmen, öğrencisi bir sıkıntı yaşadığında, hastalandığında, yaralandığında ya da öldüğünde, öğrencinin ailesi kadar üzüntü duyan bir kişidir. Doğal olaylar dışında kişilerin başına olumsuz şeylerin gelmemesinin en güvenilir yolu “yurtta barış ve dünyada barış” ile mümkün olduğundan, öğretmen, doğal olarak savaş karşıtıdır.
Ayrıca, hem Cumhuriyet rejiminin temel değerinden hem de Anayasanın temel ilkelerinden biri olan “yurtta barış ve dünya da barış” anlayışı, sanırım Türkiye yurttaşlarının her birinin benimsemiş olması gereken bir anlayıştır.
Evrensel ve anayasal bir konu olan barış, herhalde her öğretmenin fırsatını buldukça üzerinde durup işlemesi gereken bir konudur. Bu nedenle bir öğretmenin, “barış” istemesi kadar doğal bir istek yoktur.
Öğretmenliğin ötesinde, 36 yıldır hasbelkader akademisyen olmaya çalışan bir kişiyim. Bilindiği gibi akademisyenliğin bir boyutu, aynı zamanda öğretmenliktir. Akademisyenliğin evrensel bir özelliği, öğretmenler gibi savaşa karşı olmalarıdır.
Akademisyenin, mesleği gereği, öğretmen olmanın ötesinde bilgi üretmek, ürettiği bilgileri toplumla paylaşmak, gözlemlediği olumsuzluklar hakkında da toplumu uyarmak/bilgilendirmek gibi görevleri de vardır.
Biraz da bu nedenle, 2007 yılının 7 Mart gününden bu yana Cuma günleri bir internet gazetesinde yazı yazmaktayım. Yayımlanış sırasıyla Halk Eğitimi, Eğitim Sistemi Bozuk Bozu Olan ne? Eğitim Hakkı, Eğitim Fakültelerinin Derdi Belli YÖK’ün Derdi ne? Türkiye Eğitim Sistemi, Öğretmen Yetiştirme Sistemimiz, Yükseköğretim Sistemimiz, Şaşılacak ne Var? Eğitim Bilimlerine Giriş ve Eğitimin Piyasalaşması gibi kitaplarım vardır.
Gazete ve dergilerde makalelerim yayımlanmıştır. Eğitimciler içinde, pek çok kez televizyon programlarına çağrılmış, üniversiteler tarafından ve sivil toplum kuruluşlarınca panel ve konferanslara davet edilmiş bir akademisyenim.
Yazılarıma ve konuşmalarıma herkes kolayca ulaşabilmektedir. 1980’lerin ortalarında itibaren yazan ve konuşan biri olarak ne yazılarımda ne de konuşmalarımda teröre destek niteliğinde bir şey yoktur.
Ağırlıklı olarak eğitimle ilişkili yazsam da, zaman zaman savaş-barış üzerine de yazmışlığım vardır. Örneğin 2002 yılında kitap bölümü olarak yayımlanan bir makalemin başlığı “Birbirine Karşı İki Süreç: Eğitim ve Savaş”tır.
Bu makalemin giriş kısmı şöyledir: “Eğitim ve savaş gibi birbiriyle barışık olmayan, birbirine yakışmayan, bir arada gitmeyen ve biri diğerine karşı olan başka iki sözcük az bulunur. Eğitim, bilinçli ve “eğitsel” amaçları olan öğretme-öğrenme sürecidir.
Amaçların belirlenmesi ve amaçlara ulaşmak için nelerin nasıl yapılacağının planlanması, bilerek ve düşünerek yapılan bir işlevdir.
“Eğitsel” amaçlar, öğrenenlerin yararına ve insancıl temelleri olan öğrenimlerdir; bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla meydana gelmesi beklenen istendik değişimlerdir; bireye aktarılmasına ve kazandırılmasına çalışılan bilgi, beceri, tutum ve değerlerdir; … Savaş ise, özellikle insan kaynağının yok edilmesine yönelik bir süreçtir.
Eğitimin var ettiğini savaş yok eder. Eğitimin insancıllığı kadar savaş insanlık dışıdır. Eğitim, insanı temel öğe alır, insanı geliştirerek doğal, beşeri ve fiziksel kaynakların insanlığın yararına kullanılmasına yol açar.
Savaş ise, ya insanı, doğayı ve insan ürünü olan fiziksel kaynakları yok etmeye ya da bu kaynakların sömürülmesine yöneliktir.”
23 Ekim 2012 günü yazdığım “Eğitim, savaş ve sağduyu” başlıklı makalemde, “ Eğitim insanın, vücut ile el, kol, bacak, parmak, yüz ve göz gibi uzuvlarını yetkin bir biçimde kullanma becerileri edinmesini (devinimsel gelişim) ile insanın, kendisini, doğayı, yaşadığı toplumu ve dünyayı gerçekçi ve sağlıklı bir biçimde algılamasına yardımcı olacak ve insancıl amaçlarla kullanılacak bilgiler edinmesini (bilişsel gelişimini) sağlıyor.
Savaş bu bilgi ve becerilerin insanlık dışı amaçlar için kullanılmasına yol açıyor. Eğitim insanın estetik algısı ve güzel duyular edinmesini (duyuşsal gelişimini) sağlıyor. Savaş, tüm güzellikleri siliyor. Eğitimin yeniden yarattığı insanı savaş yok ediyor.
Eğitim bireyi insancıllaştırırken savaş insanlığı yok ediyor. Eğitim bireyi özgürleştirirken savaş, sağ kalanları tutsak edip sömürüyor. Eğitim barışçıl ve insan haklarına dayalı bir yaşam sağlıyor. Savaştan sağ çıkanlar bile yaşamları boyunca, fiziksel ve/ya da ruhsal rahatsızlıklarla boğuşuyor” demişim.
30 Ağustos 2013’te yazdığım “Savaş mı?” makalesinde de, “Savaş ne demek? Ölüm demek, insanın insanı yok etmesi, yaralaması, yaşamını zehir etmesi demek!
Başta doğa olmak üzere toplumsal kaynakların ve birikimlerin yok edilmesi demek! Silah üreticilerinin kazancına kazanç katmak demek” diye yazmışım.
2002’de, 2012’de ve 2013’te bunları yazan ve hem mesleği gereği hem de kişisel tercih olarak barıştan yana olan bir kişinin, 2015 sonu ve 2016 başlarında Güneydoğuda yaşananlar ve on binlerce çocuğun okula gidememesi açlık ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalması üzerine, barış çağrısı yapması kadar doğal bir şey olabilir mi?
30 yıldır yazdıkları ve söyledikleriyle teröre hiç destek vermemiş bir öğretmenin-akademisyenin, 75 yaşında teröre desek vermesi, akli dengesini yitirmediyse, mümkün değildir.
Hâlâ yazmaya devam etmem, ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği’nin 21 Eylül 2018’de düzenlediği “Üniversiteler Sempozyumunda” konuşmacılardan biri olmam ve yarın (5 Ekim 2018) Dünya Öğretmenler Günü vesilesiyle bir sendikanın söyleşi yapmaya davet etmesi, sanırım aklımın başında olduğunun göstergeleridir.
Dolayısıyla “teröre destek vermekle” suçlanmam, bir bakıma aklımın ve öğretmen/ akademisyen kimliğimin küçümsenmesi ve de hatta yok sayılması anlamına gelmektedir.
Akademisyenlerin evrensel düzeyde kabul gören bir görevi, yaşadığı ülke ve dünya sorunlarıyla ilgilenmesi, bu sorunlar hakkında ilgilileri uyaracak yazılar yazması ve sorunları giderecek çözümler sunmasıdır.
Ayrıca 6 Kasım 1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’na göre, yükseköğretimin dokuz amacından biri, “hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı” öğrenci yetiştirmektir (m. 4a.5). Bu nedenlerle, insan haklarına saygılı öğrenci yetiştirme sorumluluğunda olan akademisyenden beklenen tutum ve davranış, öncelikle barışa sahip çıkmaktır. Çünkü bilindiği gibi, barış olmadan insan haklarından söz etmek mümkün değildir.
1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 10’uncu maddesine göre eğitinin temel ilkelerinden biri Atatürk İnkılap ve İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği’dir.
Anayasanın 42’inci maddesine göre de, Eğitim ve öğrenim Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda yapılmalıdır. Atatürk ilke ve inkılaplarının temelinde ise, Anayasanın başlangıç ilkesinde de yer alan ‘yurtta barış ve dünyada barış’ ilkesi vardır.
Dolayısıyla barış konusunda duyarlı olmak 1739 sayılı yasaya göre de, Anayasaya göre de, eğitimcinin temel sorumluluklarından biridir.
Yaşamımın hiçbir anında teröre destek vermediğim gibi, bildiriyi de teröre destek vermek için değil, (imza tarihindeki) 52 yıllık birikimim ve öğretmen/akademisyen sorumluluğu ile çocuk ve kadınların içine düştüğü olumsuz koşulların sona erdirilmesi için imzaladım.
Bugüne kadar yazdıklarım ve yaptığım konuşmalar, teröre destek konusunun aklımın ucundan bile geçmediğinin kanıtıdır. Sonuç olarak: Suçsuzum ve beraatımı talep ediyorum.
Barış bildirisini imzalayıp yayımlamanın bir de, 1982 Anayasası ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde de de yer alan ifade özgürlüğü gibi hukuksal bir boyutu vardır. Geleneksel olarak akademisyenler, meslekleri ve işlevleri gereği bu ifade özgürlüğünü, diğer meslek sahiplerine göre daha rahatlıkla kullanma durumundadırlar.
Anımsanacağı üzere Mesut Yılmaz başbakanlığı sırasında, akademisyenlerin açıklama yapmasını yasaklayan bir genelge yayımlamışsa da, arkasından gelen tepkiler sonunda hemen bu genelgeyi iptal etmiştir.
İçinde teröre destek çıkan hiçbir sözcük bulunmayan ve Anayasal bir hakkı kullanan ifadenin suç sayılması, ne yazık ki anti-demokratik süreçlerin geçerli olduğu ülkelerde görülmektedir.
Ancak Türkiye gibi ülkelerde bu durumla karşılaşıp haksız yere ceza alanlardan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuranların cezalarının iptal edilip üstelik yüklü tazminat almışken, benzeri bir davanın barış bildirisi için açılmış olması da, ayrı bir talihsizlik olmaktadır.
Bu dava, akademik açıdan da talihsiz bir davadır. Bu dava, iktidardan farklı düşünen akademisyenleri, hiç yoktan haklarında dava açılabileceği endişesi içine sokmuştur. Ülkemizde son zamanlarda yaşanan, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayan gelişmeler karşısında çıkan muhalif sesler ve yapılan eleştiriler iyice azalmıştır.
Bu dava açıldıktan sonra bazı üniversitelerde (örneğin Ankara Üniversitesi) var olan İnsan Hakları Merkezi kapatılmış ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda üniversitelerde bile geri adımlar atılmıştır.
Bu dava bir bakıma, üniversitelerin toplumun aklı, beyni ve vicdanı olma özelliğine darbe vuran bir davaya dönüşmüştür. Akademisyeni susturulan bir ülkenin yanlışlarını görmesi ve doğru yolu bulması herhalde kolay olmayacaktır. (RO/TP)